TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Meclis’teki Atatürk fotoğrafını kaldırıp yerine İkinci Abdülhamid’in portresini asmasına gerekçe olarak bu zalim padişahın “parlamenter sistemimizin” başlatıcısı oluşunu göstermesi Kahraman’ın her zamanki çarpıtma, gerçeği farklı gösterme çabasının bir ürünü.

İster resmi tarihi, isterse ona alternatif olarak gösterilen tarihi okuyanlar farklı Abdülhamid’lerle tanışmış da olsalar her iki tarih yazımında memlekette “parlamenter sistemin başlatıcısı”nın bu padişah olmadığı yazılıdır.
Kahraman gibileri toplumun hafızasızlığından ya da çoğunluğun, hangi kaynaktan olursa olsun, tarih okuma zahmetine katlanmayışlarından son derece yararlanan figürler, malum. Kahraman ile benzerlerini dinleyen, Abdülhamid Osmanlı’nın artık demokrasiye ihtiyacı olduğunu düşünmüş, dolayısıyla memlekette, üstelik padişah olarak kendisinin de yetkilerini kısıtlayan bir anayasa önermiş, bir demokratikleştirme hareketi başlatmış sanır.

Hiç de öyle olmamıştır. Gölgesinden bile korkan, bu nedenle memleketin her yerine dağılmış bir istihbarat örgütü kuran, kendisine yollanan akıldışı ihbarları bile ciddiye alıp binlerce insanı hapse, sürgüne gönderen Abdülhamid, kendisini de yargı önünde vatandaşlarla eşit hale getirecek bir anayasa isteyecekti, öyle mi? Asaf Tugay’ın Abdülhamid’in istihbarat ağının saçma ihbarları hakkında doyurucu bir belge niteliği taşıyan İbret adlı kitabını okumanızı öneririm. Kitapta yer alan ihbarların nasıl akıldışı gerekçeleri olduğunu gerçekten ibretle okur kişi.

Meclis’i kapatmıştı
Osmanlı’da anayasa hareketini de, parlamentarizmi de başlatanlar o dönemin aydınları oldular. Üstelik bu hareket öyle o aydınların tepeden bir girişimi değildir. Tabandan yukarıya gerçekleşmiş bir hareket oluşu ayrıca ne kadar toplumsallaştığını gösterir. Buna karşı koyamayan, koyarsa tahtını kaybedeceğini düşünen Abdülhamid, 1876’da anayasayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Ama çok geçmeyecek aynı Abdülhamid, Osmanlı-Rus savaşının başlamasını fırsat bilip kabul ettiği anayasayı yürürlükten kaldırıp meclisi de kapatmıştır.

Ta ki 1908’e kadar. Bu tarihe değin bu yöndeki isteklere acımasızca karşılık veren, yüzlerce aydını, öğrenciyi yurtdışına ya da imparatorluğun başkente en uzak bölgelerine süren Abdülhamid, bir grup aydın askerin Manastır ile Selanik’te başladıkları bir nevi gerilla hareketiyle 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden kabul etmek zorunda kaldı. Anayasa gereği bir meclis oluşturuldu, imparatorluğu oluşturan her millet burada temsil edildi. Anayasa’nın ilanının son derece sessizce duyurulduğunu da anımsatalım. Dönemin gazeteleri, Abdülhamid korkusu yüzünden bu son derece önemli gelişmeyi küçük bir haber olarak sundular okurlarına. “Parlamenterist sistemimizin babası”nın bu durumdan ne kadar hoşnut (!) kaldığının küçük bir göstergesi sayılmalı bu.

O dağlara çıkan aydın askerlerin arasında öne çıkan biriydi Resneli Niyazi. Abdülhamid’in baskılarına karşı bir grup arkadaşıyla meydan okuyarak dağa çıktıktan sonra “Hürriyet Kahramanı” ilan edildi. Biri “Parlamenter sistemimizin babası” sayılacaksa Resneli olmalıdır bu. Bu kahraman müthiş bir hayvan severdi aynı zamanda, belirteyim. Her yere götürdüğü, en az kendisi kadar ünlü bir geyiği vardı. Bazı fotoğraflarında yanı başında görülür. Düşmanları geyiğini öldürdüğünde günlerce gözyaşı dökmüştür denir. Kendi sonu da çok sevdiği geyiği gibi olmuştur.

Abdülhamid, ikinci anayasa ilanından sonra oluşturulan meclisin üyelerine verdiği ziyafetlerde de her fırsatta hoşnutsuzluğunu belli etmiştir. En küçük olayları bile bahane ederek hem de. Bir örnek şudur: Enver Paşa’dan yakınırken maiyetinden birine “şu Enver ne görgüsüz biri, bamyadan sonra hemen su içti.” Bu tabii ki düşmanlığına gerekçe gösterilecek kadar önemli değil ama tahammülsüzlüğünün bir işaretidir kesinlikle.

Ondan da geridesiniz
Abdülhamid’e elbette yakınlık duyanlardan değilim. Ama onu savunduğunu söyleyen muhafazakârlara bakınca ister istemez “o nerede siz nerede” diyesi geliyor insanın. Bugün yaşasaydı, tamam belki bizim yanımızda olmazdı ama Kahraman’ın da yanında olmazdı. Kahramangillerin “milli”sini (ne demekse) oluşturmaya çalıştıkları operanın tutkunuydu Abdülhamid. Sarayında yaptırdığı küçük tiyatro sahnesinde çok opera izlemiş, dinlemiştir. Elinde her gün Kuran ya da ilmihal yoktu ama dedektif romanları düşmezdi elinden. 5 bine yakın polisiye roman koleksiyonu vardı örneğin. Sherlock Holmes’un tüm serisine de sahipti. Her saniye ahireti düşündüğünü sanan varsa yanılır, binicilik, atıcılık, yüzme, güreş zamanının çoğunu alırdı. Kızları okula layık görmeyen günümüzün gericisinin aksine memleketteki ilk kız okullarını açan da odur. Ali Fuat Türkgeldi’nin (Abdülhamid’in başmabeyncisi idi), Görüp İşittiklerim adlı anı kitabına bir göz atın.

Ama tabii ki Kahramangillere yakın olan tarafları onu sevimsiz kılar gözümüzde. İnanılmaz bir azınlık düşmanıydı örneğin. Akılcı politikalar izlediği de olmuştur ki bu politikaların imparatorluğun ömrünün az da olsa uzamasında yararı olmuştur. Ama hepsi bu. Ne bir bilgeydi ne bir dahi. Ne toplumu olumlu yönde değiştirdi ne de tebaasını mutlu etti. Döneminde yaşadığı sarayın adı olan Yıldız’ı da, alay konusu olacağını sandığı büyük burnu yüzünden “burun” kelimesini de yasaklayacak kadar kendini kaybetmiş bir ademoğluydu. Ülkede yenilikçilik kavgası veren Mithat Paşa’yı Taif zindanlarında boğduran bir diktatör olduğunu da unutmayalım tabii.
Her şeyi söyleyin, uyduruk övgü gerekçeleri bulun ama anayasanın da parlamenter sistemin de kurucusu, yanlısı, hayranı deyip, durmayın. Çünkü atıyorsunuz cidden.

Osmanlı’dan birine “parlamenter sistemimizin babası” diyecekseniz (madem Atatürk alerji yapıyor) alın size Resneli Niyazi işte. O dağa çıkmasaydı zor görürdünüz Osmanlı’da anayasayı.
Kalırdınız Abdülhamid babanızla baş başa.

Kaynak: Birgun.net