Uzun bir ara oldu. Uzunluğu bir yana, arada harp oldu darp oldu!
Yani yazacak çok şey var.

Ama…

Nasılsa yazacak daha çok şey olacak. Darbeye dair “komplo teorim”... Sivil darbe... Laiklik meselesinin artık bir rejim sorununa dönüşmesi... Muhalefetin tutumu ya da KUZULARIN SESSİZLİĞİ...

Hepsini sonraki günlere bırakayım, bu “yeniden merhaba” yazısında Tarık Akan’ı anayım istedim.

Aslında Bekir Coşkun’un o tek cümlesinin ötesine geçmek çok zor. “Yakamıza birer umut çiçeği takıp gitti” diye yazdı Bekir. Bazen... Bazı insanlar... Bazı sözler... Tek bir cümlede anlatılır. Anlarsınız.

Tarık Akan, işte öyle öldü. Yakamıza birer umut çiçeği takarak gitti. Dimdik. Yaşamında olduğu gibi “en güzel”...

Çocukluğumdan beri –neredeyse takıntılı biçimde- düşünmüşümdür. İnsanın nasıl yaşadığı kadar, o son perdeyi nasıl kapattığı da önemlidir. Büyük insanlar, güzel ölürler. Perdeyi alkışlarla kapatırlar.

“Değer mi” diye düşünürdüm, “üç kuruşluk çıkar için bir hayatı çöpe atmaya, küçülerek ölmeye değer mi?”

Uzun ömürler dilerim… Halil Ergün geliyor aklıma.

Şile’deki Saklıköy Sitesi’nde sevgili Kıymet Coşkun’un evinde buluşurduk. Halil, Menderes Samancılar, Mustafa Alabora, Rutkay Aziz, ender de olsa Tarık Akan.. Uzun sabah kahvaltılarında konuşur da konuşurduk.

Önceleri yarı şaka kavgalar edildi. Sonra bir baktık ki birbirimizden kopup gitmişiz. Halil, onca yılın Halil Ergün’ü, Kıymet’in masasından kalkmış, Oral Çalışlar’ın masasına oturuvermiş. O’na “Erdoğan’ı sevmek günah mı” diye içini döküyor. Erdoğan’ı sevdiği için “SOL”un kendisini linç ettiğini anlatıyor.

Değer miydi? Değdi mi? Bilmiyorum.

Tarık Akan giderken, aynaya bakıp “ben ne yapıyorum” diye düşündü mü? Kimbilir!

***

Ne çok “kayıp” var böyle... Hele bizim mahallede, medyada.

Sola dönen, sağa dönen, U dönüşü yapan... Yani, rüzgara göre kendisini bir oraya bir buraya atanlar...

17-25 Aralık sonrası Tayyipçiler cephesine yazılan, iki gün öncesine kadar “Hocaefendi” dedikleri İmam’a terörist diye saydıranları gördük. Şaşırmadık.

O sıra pek renk vermeyenler, meğer 15 Temmuz’u beklermiş! Demokrasi adına, darbeyi kınaya kınaya Tayyipçi oluverdiler.

Sanki iki kötüden birini seçmek zorundaymışız gibi, “alçak çeteye karşı Tayyipçi olmak zamanı” diye ortaya çıktılar.

Hatta, sevgili Oray Eğin, “FETÖ ile mücadele edebilecek tek lider Erdoğan” diye yazdı. Hani, Gülen Cemaati’ne yolları, devleti, kucaklarını açan Tayyipçiler değilmiş gibi. Ve zaten Türkiye’de, otokrat bir lider olarak Erdoğan’dan başkasının herhangi bir şeyle mücadelesi mümkünmüş gibi.

Daha hazini şu: Oray’a en büyük tepki Nagehan Alçı’dan geldi. “Erdoğan’ı devirmek için her şeyi yaptın. Kaybedince şimdi yanaşmaya çalışıyorsun” diye...

Bank Asya’dan aldığı –dudak uçuklatan- krediyi açıklayamayan, “o zaman yanıldık, pardon” demekten öteye gidemeyen Nagehan Alçı için tarif de, analiz de gerekmez.

Ya diğerleri?

Yani, yıllarca muhalefet saflarında itilip kakılıp; sonra “madem darbeye karşıyım o halde Tayyipçiyim” gibi dümdüz (ve hatta dümdük) bir mantığa sığınanlar?

Suriye politikasında tüm günahı Davutoğlu’na yükleyip “pisliği temizleyenleri rahat bırakın” diyen Ertuğrul Özkök mesela...

Tamam, tamam!

Onun için de tarif/analiz falan gerekmez.

***

Aslında örnekleri de, kişisel tarihlerini ve gerekçelerini de çok iyi biliyorsunuz. Uzatmayacağım.

Demek istediğim de zaten o tek cümle: “Nasıl yaşadığın kadar son perdeyi nasıl kapattığın da önemlidir.”

Bu ülke Atatürk’ü, Denizler’i, Türkan Saylan’ı neden hiç unutmuyor sanıyorsunuz. Çok güzel yaşadılar ve öldüler.

Sevgili Tarık gibi…

Kaynak: Birgun.net