Bilgilidir. Okur, inceler. Bir iki dergide yazar. Özgün şiirleri vardır. Yaz kış üstünde aynı ince bir yağmurlukla bitiverir karşınızda, sanki neredeyseniz orada. Dersiniz ki, “Her etkinliktesin valla. Nasıl yetişiyorsun oraya buraya?” “Sandığın gibi değil...” der. Bilgiçtir bir yanıyla. Biraz ders verir gibi konuşur. İyi çocuktur hoş çocuktur da nefesi kokar çocuğun açlıktan. Belli etmese de bence öyle. Aldığı üç kuruşla nasıl geçinsin ki? Her yere nasıl gider gelir ve en önemlisi ne yer ne içer bilinmez. Çünkü sorulmaz. “Gel...” diyorum, “Önce şurada bir şeyler atıştıralım, benden...” Ismarlayacağımı söylemesem girmeyecektir aşevinden içeri. Ancak ağzının tadı tuzu mu yok ki zorlukla çiğnediği lokmaları bir türlü yutamıyor, karşımda boncuk boncuk terlerken?! Onunla ilgili düşüncelerime karşı bir savunma düzeneği mi yoksa: “Hani aslında gereksinmelerimi yeterince karşılayabiliyorum. Daha sabah, yeni, sıkı bir kahvaltı yaptım. Evet, kimselerden bir isteğim yok, yalnızca seni kırmamak için yanındayım. Eh o zaman kolay değil bu tabağı bitirmem ve senin için de zor tabii, tok karnımla bir türlü mideme indiremediğim lokmaları sayman ağzımda...” Onurunu koruma istemiyle böylesi izlenim bırakmasına karşın, yine içimden “Önündekini soğutmadan bitirebilse” geçse, boşuna, anlatacak besbelli.... “Türk-İş, açlık sınırını açıklamış,” diyor, “1374 lira. Benim aylığım 1300 lira...” “Sen erken bıraktın! Sanatçının emekliliği mi olur hem?” diyorum. “Her biri yaşam savaşımı veren özel tiyatrolardan alacağınla geçinmek artık neredeyse olanaksız!” diyor. “Dizi mizi oluyordu?” “Çağıran yok...” “Neden? Yılların deneyimli oyuncususun...” “Bir kara listeden söz ediliyor ve sanırım onun içindeyim. Öyle; bu iktidarı eleştirirsen, önüne gelene konuşursan...” “Bak kendin evetliyorsun işte. O zaman sıksaydın dişini, az kapasaydın çeneni...” “Bunları diyene bak!” diyor. “Ailem var, yalnız değilim. Eve geçinecek kadar para giriyor. Ama sen, kimin kimsen yok...”

Bu tür konuşmaları sevmediğini bilsem de bu kez tutamıyorum dilimi. Beni kurtarırcasına, “Dur bitireyim...” diyor; “Avrupa’da yıllık kazanç?” “Ne?” “Yaklaşık 50.000 dolar. Aylığa vur, ne eder? Doların bugünkü kurunu, hesabı geç bi kalem Türkiye’yi söyleyeyim, ortalama taş çatlasa 2500 TL. Çalışırken elime ne geçerdi zaten? Şimdiyse, ha ölmüşsün ha emekli... ‘Altın! Sarı, pırıl pırıl, halis altın!... Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden; koca adamların yastıklarını alır başlarının altından; bu sarı köle, bağlar, çözer dinleri; günahkarı kutsar, cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı, ünvan verir, nişan verir, şan verir...’” “Dur yavaş!” diyorum, “Herkes bize bakıyor...” “Atinalı Timon’dan okuyorum. Hep oynamak istemişimdir, olmadı. Marx da parayla ilgili anlatısında bu alıntıyı kullanmıştı Shakespeare’den. Devamı şöyle...” “Aman ne olur, başka yerde!” diyorum... Yolda, “Açıkça söyleyeyim...” diyor. “Duyumsuyorsundur. Kendimizi kandırmayalım. Durum kötü. Kültüre-sanata ayıracak param kalmıyor, bu beni öldürüyor. Kitap alamıyorum. Oyunları izleyemiyorum, dinletilere gidemiyorum...” “Ne demek o?!” diyorum. “İstediğine git, davetiye iste...” “Olmaz! Onca emeğin karşılığını vermelisin. Biletini almalısın...” “Para...” diyorum. “Marx, anlatmış,” diyor: “Para, ihtiyaçla nesne, insanın hayatıyla geçim araçları arasındaki aracıdır. Ama bana benim hayatımın aracılığını yapan şey, benim için başka insanların varoluşlarının da aracılığını yapar. O benim için öteki insandır...”

Kaynak: Birgun.net