Yüzyılımız bir Amerikan Yüzyılı. ABD’nin dünya sahnesine ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra çıktığını bilenler için şaşırtıcı gelebilir ama, yüzyılın başından beri var olan bir Amerikan gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu “gerçek”, ABD’nin evrensel bir misyonu olduğunu savunan Wilson’cu yaklaşımın hayat bulmasıdır. ABD’nin demokrasiyi tüm dünyaya yaymakla yükümlü olduğunu savunan bir eğilimdir Wilson’culuk. Zaman zaman, “ABD önce kendi çıkarlarını gözetlemelidir” anlayışına dayalı daha kapalı bir ilke olan Jackson’cu eğilim öne çıkmış olsa da ABD’nin genel çizgisi yüzyılın başlarından beri hep, sadece kendisinin inandığı Wilson’cu “demokrasiyi yayma” çizgisi oldu.

Politikayla biraz ilgili sıradan Amerikalı’nın Amerikan Yüzyılı’ndan anladığı, ülkesinin bir dünya devi oluşu elbette. ABD’nin ekonomik nüfuzunu yitirdiğini, ürettiğinden fazla tükettiğini, sınıflar arası farklılıkları arttırdığını anlayamadı sıradan Amerikalı. Binlerce kilometre öteden son derece gelişmiş silahlarla başka topraklara müdahale edebilen ABD’nin, örneğin yakın bir zamanda yaşadığı Katrina felaketine müdahalede aynı hızı gösteremeyişi bile etkilemedi ülkesiyle gurur duyan Amerikalıyı. Bunun böyle oluşunda George W. Bush’un başkanlığı boyunca mesianik bir söylem tutturmasının, her yaptığını “iyi” ile “kötü”nün savaşı gibi göstermesinin de etkisi var elbette.

“Musul’a bir girip çıkayım” diyenler, girdiler mi çıkabilirler mi kuşkulu ama devrin hala Bushların devri olduğunu anımsasalar iyi ederler.ABD her an bir “Bushluk” yapabilir çünkü.

Bush’un yönetimi boyunca yükselen bir Hıristiyan fanatizmi oldu hep. Dış politikada etkili olan Evangelist anlayışın Siyonizm’le ortaklığı Bush döneminde daha da yükseldi. BM’nin, uluslararası örgütlerin, çok taraflı uluslararası ilişkilerin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan küresel örgütlenmelerin yasal zeminlerinin erozyona uğratıldığı, ABD’nin tek yanlı kararlar aldığı, savaş ile savunma kavramları arasındaki farklılıkların bulandırıldığı, Amerikan savaş teknolojisinin büyük gelişme gösterdiği bir dönem oldu Bush dönemi. Serbest pazar kurallarına göre işleyen bir silah sanayinin varlığı savaşları bir ihtiyaç haline getirdi ABD için. “Serbest Pazar”, “silah sanayii”, “savaş” arasında bir ilişki olduğunu bu dönemde daha iyi görebildik. Neoliberalizm ile savaş arasında bir ilişki olduğunu da daha iyi kavrayabildik. Soğuk Savaş stratejilerinin yerini “devletdışı tehdit”lere karşı alınacak önlemler üzerine kuran bir savaş stratejisi de Bush döneminde gerçekleşti.

Dış politikasını askerileştirmesinin, küresel yönetimden daha çok jeopolitik hegomonyaya kaymasının Amerika’nın yararına olmadığını sıradan Amerikalı hala fark edemedi,Trump diye kendini paralayanları görüyoruz. 11 Eylül saldırıları ABD’nin niyetlerini ortaya çıkaran bir Milat oldu. Irak kolayca işgal edildi. Irak ile El Kaide arasındaki ayrımın farkında olmayan sıradan Amerikalı için bu işgal “meşru” sayıldı. Teröre karşı olmak gerekçesiyle müdahalelere zemin yaratıldı.

George W. Bush’dan önce de daha iyi bir Amerika yoktu elbette. Örneğin Baba Bush’un oğlundan farklı bir tarafı olmadığını biliyoruz. Ama Baba Bush, Soğuk Savaş sonrasının yeni Dünya Düzeni’nin Başkanı’ydı. Oğlundan daha temkinli oluşu yeni dönemin koşullarının netleşmemesinden kaynaklandı. Yeni Dünya Düzeni’nin, Francis Fukuyama’nın, sonradan reddettiği, ama uzun süre gevelediği “neoliberalizmin alternatifi yoktur” anlamına geldiğini biz oğul Bush’la daha iyi kavradık. Yeni Dünya Düzeni’nin liderinin ABD olduğunu da. “Haydut devlet” , “başarısız devlet” “zayıf devlet” kavramları türetilerek bu kavramlara uygun stratejiler geliştirildi. Bir devlet böyle tanımlanınca onu vurmak hakkı da arkasından gelirdi. Geldi de. Irak’ı böyle vurdular. BM’nin temel ilkelerinden biri olan Ulus Devlet ya da Devlet Egemenliğine Saygı kavramları ABD tarafından ihlal edildi. Soğuk Savaş döneminin Devlet kavramı, Bush döneminde tamamen değişti.

Şimdi başkanlığının son dönemindeki Barack Obama da Suriye’yi Bush'tan aldığı bu doktrinle vurmaya hazırlanıyor. Yapabilir mi yapamaz mı ayrı mesele ama ABD artık Bushlaşmış dış politikasını herhangi bir başkan eliyle yürürlüğe koyabilir. Bunun işaretleri görülüyor. “Musul’a bir girip çıkayım” diyenler, girdiler mi çıkabilirler mi kuşkulu ama devrin hala Bushların devri olduğunu anımsasalar iyi ederler.

ABD her an bir “Bushluk” yapabilir çünkü.

Kaynak: Birgun.net