YAŞAR AYDIN / [email protected]

AKP emek alanına dair saldırılarını hız kesmeden sürdürüyor. Son süreçte hazırlanan “kiralık işçi” düzenlemesi emekçiler için ölüm fermanı niteliğinde. AKP saldırılarını, işçi örgütlerinin yanıtını ve metal işçilerinin açtığı yolu emek alanındaki gelişmeleri yakından takip eden bir isimle; Zafer Aydın'la konuştuk.

AKP'nin 14 yıllık iktidarı boyunca emek alanında ciddi bir dönüşüm ve beraberinde hak gaspları yaşandı. Son olarak kiralık işçi uygulaması karşımıza çıktı. Bu emek alanında ne tür değişimlere yol açacak?

Tekrar olma pahasına vurgulamak, hatırlatmak gerekiyor ki, AKP geride bıraktığımız 14 yılda, adına neoliberal dönüşüm denilen sermayenin rahat, kolay ve daha çok sömürmesi için uygun koşulları yaratmak üzere var gücüyle çalıştı. Hatta belki de en çok bu alanda çaba sarf etti. Çevreden gelen ve taşralı ticaret burjuvazisinin siyasal partisi olarak hem yaslandığı kesimleri, büyütmenin zemini olarak hem de geleneksel sermayeye “biz de sizdeniz” garantisini vermek için çalışma yaşamını adım adım güvencesizleştirdi. Emeğin sendikal ve siyasal mücadelesi ile elde edilmiş, çalışanları koruyan düzenlemeleri, hukuk normlarını ya ortadan kaldırdı, ya da gevşetti.

Emek alanı Soma'laştırılıyor

Kiralık işçi düzenlemesini tüm bu sürecin devamı ve bir anlamda daha da ilerletilmesi olarak mı görmeliyiz?

Evet. Kiralık işçilik, kıdem tazminatının tasfiyesi ile birlikte, AKP’nin savunduğu ekonomik model ve bu modelin yeni bir parçası olarak “Türkiye’yi uluslararası sermaye için bir üretim üssü” haline getirme hedefinin odağında yer almaktadır. AKP’li bakanlar ve bürokratlar uluslararası sermayeyi “Türkiye’de işçilik Çin’den daha ucuz” diye yatırım yapma çağrısı yaparken vadettikleri çalışma düzeninin bir gereği olarak “kiralık işçiliği” resmi adıyla “özel istihdam büroları aracılığıyla iş ilişkisi” düzenlemesini yasalaştırmak istiyor.

Kiralık işçilik, esnek ve kuralsız çalışmanın alanını daha da genişletecek, işverenlerin üzerindeki istihdam yükünü daha da azaltacak bir düzenlemedir. İşçilerin çalışma ve yaşama standartlarına yönelik açık ve dozu bir hayli yüksek bir saldırıdır. İşin teknik kısmını bir kenara bırakacak olursak, tasarlanan işverenin kendisi işçi istihdam etmek yerine işçi kiralayarak mal ve hizmet üretimi yapabilmesine imkân sağlamaktır. Kiralık işçilik, çalışma ilişkilerinde köklü bir değişiklik anlamı taşımaktadır. İşveren, kiraladığı işçinin çalıştıranı olacak ama muhatabı işçi değil, Özel İstihdam Bürosu olacak. İşçinin ise çalıştıranı onu kiralayan işveren ama muhatabı Özel İstihdam Bürosu olacak. İşveren kiraladığı işçinin ücretini Özel İstihdam Bürosu’na verecek, Özel İstihdam Bürosu da aradan kendi komisyonunu aldıktan sonra kalanını işçiye ödeyecek. Tasarlanan en kaba hatlarıyla bu. Bunun adı düpedüz işçi simsarlığıdır, insan ticaretidir. Göçmenleri para karşılığında ucuz botlara, işe yaramaz can yelekleriyle dolduranların yaptığı işin mantığı neyse, düzenlemenin mantığı da odur. Yapılmak istenen çalışma yaşamının tamamını Somalaştırmaktır.

Bu düzenlemeyle emekçi işyerinde somut olarak neyle karşılaşacak?

Kiralık işçilikle birlikte, işçilerin karşılaşacağı ilk sorun, kiralık işçilerle çalışma düzenine yer açmak için toplu işçi çıkarmaları olacaktır. İşten çıkarılan işçiler işçi simsarlarının kapısında iş aramak durumunda kalacak, iş buldukları durumda da düzensiz, güvencesiz, sendikalaşma, toplusözleşme hakkından yoksun olarak çalışmak durumunda kalacaklardır.

Kiralık işçilikle yeni bir çehre kazanacak olan çalışma yaşamında, istihdamın parçalı olan yapısı daha da derinleşecek. İşçilerin arasında ayrım ve ayrımcılık daha fazla artacak, işçilerin toplusözleşme, sendikalaşma hakkını kullanma olanağı iyice zayıflayacaktır. Yasayla birlikte çekirdek işgücünün dışında işyerlerinde düzenli istihdam azalacak, dolaysıyla sendikaların tabanı iyice daralacaktır. Kiralık işçilik, çekirdek işgücünün ücret ve çalışma koşulları üzerinde de baskı unsuru haline gelecektir.

Türkiye'de sendikal kriz kalıcılaştı

Dünyada ve Türkiye'de sendikal alanda bir kriz durumu var. Ama Türkiye'deki durum biraz daha farklı sanırım?

Kriz sözcüğü ile normalden geçici bir zaman diliminde sapma halini kastediyorsak, Türkiye sendikal hareketinin krizi bu anlamda kalıcılaştı diyebiliriz. Çünkü en az 20-25 yıldır kriz tarifi yapılıyor, çözüm yolları konuşuluyor ama bir türlü kriz aşılamıyor. İşin aslına bakarsak, sendikal hareketin krizine ve krizden çıkış alternatiflerine dair kuramsal olarak güneşin altında söylenmemiş tek bir laf kaldığını zannetmiyorum. Bilimde, teknolojide, üretimin ve istihdamın yapısında ortaya çıkan değişimlere bağlı olarak sendikaların örgütlenme biçimlerini ve mücadele yöntemlerini yenilemeleri gerektiğine dair epeyce geniş bir külliyat mevcut. Ama bunu “kim yapacak sorusu” boşlukta duruyor. Sorunun kronikleşmiş bir görüntü vermesi de bu soruya yanıt verilemiyor olmasından kaynaklanıyor. Yani esas sorun sınıfın içinde sendikaları değiştirmek üzere harekete geçecek devrimci dinamiklerin yokluğudur. Sendikal hareketin krizden çıkış fikirlerini pratiğe dökecek, işçilerin karşı karşıya bulunduğu saldırılar karşısında işçileri kaderlerine el koymaya bunun için de sendikalara el koymaya çağıracak, sendika yönetimlerinin sahip olduğu her türlü ayrıcalığı reddederek sendikal mücadeleyi üstlenecek kadrolara, sınıfın diri ve militan unsurlarına dayalı dinamiklere ihtiyaç var. İşçi sınıfı yoğun saldırı altındayken bu dinamiklerin ortaya çıkması zor ama aynı zamanda başka dönemlere göre daha olanaklı ve gerekli.

Birleşik bir emek mücadelesi gerekli

Metal işkolu direnişleri yeni örgütlenme modellerinin tartışılması daha da önemlisi hayata geçmesi açısından nasıl bir yol açtı?

Metal işçilerinin geçen baharda başlayan ve ardılları halen süren eylemleri sendikal harekette iki krizi görünür hale getirdi ve ne yapılması gerektiğine dair de ipuçlarını ortaya serdi. Bunlardan birincisi temsil krizidir. Metal işçisi dedi ki, işyerinde ve sendika yönetimlerinde beni kimin temsil edeceğine ben karar vereceğim. Yani sendikal demokrasi istiyorum. İkincisi kimlik krizidir. Emek örgütü kimliğini yitirmiş, patronların elinde işçilere baskı aracı haline gelmiş sendika istemiyoruz, sendikamı patron değil ben tercih edeceğim. Bunu da radikal, militan bir eylemle dile getirdiler. Eğer modelden kastımız “Ne yapmalı” ve “nasıl bir sendika” sorularına cevap aramaksa bu eylemler bu sorulara cevap niteliği taşıyor. Metal işçilerinin eylemleri 12 Eylül’ün oluşturduğu sendikal statükoda 89 Bahar Eylemleri sonrasında yaşanan kırılmadan sonra ikinci sarsıcı kırılma oldu. Bu eylemler işçilerin doğrudan aşağıdan yaptıkları örgütlenmeler ve doğrudan demokrasiyi içeren yöntemlerle şekillendi. Zaaflarına, eksikliklerine, bir tepki eylemi olarak kalmış olmasının yarattığı sınırlılıklara rağmen önemli bir deneyimdir. Etkilerinin metal işçileriyle sınırlı kalmayacağı kanaatindeyim. Sarı, yoz sendikacılığa itiraz ve tepki olarak ortaya çıkan eylemlerden sonra DİSK’e Birleşik Metal’e üye olan Renault işçilerine işveren, devlet ve sarı sendika tarafından yapılan saldırı, kırılan sendikal statükoyu tamir etme çabasıdır. Ancak bu kırık öyle kolay yapışmaz. Kesin hüküm verme pahasına söylemek gerekir ki, cin şişeden çıktı.

Birleşik emek mücadelesine ihtiyaç var.

Egemenlerin emek alanına saldırıları birleşik bir mücadeleyi zorunlu kılıyor. Ama bu konuda pratik adımlar ve ortak deneyimler çıkmıyor. Ne yapılmalı?

Evet emek alanında birleşik bir mücadele olmadan, saldırıların püskürtülmesi pek mümkün değil. Biraz önce de belirttiğim nedenlerle geçmişte sosyal ve sendikal mücadelenin merkezi örgütlenmesi olan Emek Platformu vb örgütlenmelerin yakın vadede canlanması ya da yeni bir bileşime kavuşması pek mümkün değil. Ama aşağıda ortak mücadelenin gerekliliğine dair yaygın bir inanç ve beklenti var. Bu durumda aşağıda, çalışma ve yaşam alanlarında işçi kamu çalışanı, taşeron, kadrolu, işyeri işkolu ayrımı yapılmaksızın kalıcı veya geçici somut sorunlar etrafında ortak komiteler etrafında örgütlenmekten başka çare yok. Ayrıca bu örgütlenmeler çalışanları aşan bir perspektif de taşımalı. Çünkü neoliberal dönüşüm, siyasette liberal değil, otoriter yönetim tarzına ihtiyaç duyuyor. O nedenle neoliberal saldırılara karşı birleşirken, otoriterleşmeye karşı olan kesimlerle de buluşmak bir zorunluluk. Yani sosyal ve siyasal muhalefetin buluştuğu, birlikte mücadele ettiği ortak zeminleri inşa etmek gibi bir görev önümüzde duruyor.

***

Emek örgütleri ele geçirildi

Gelişmeler karşısında emek örgütlerinin yeterli tepki gösterdiğini söylemek zor. Örgütlerin durumunu nasıl değerlendirirsiniz?

Burada emek örgütlerinin güçsüzlüğünden, zayıflığından ya da mücadele etme beceri ve kapasitesinin düşüklüğünden değil, yönetimlerinin “ele geçirilmesinden” söz etmek gerekiyor. AKP iktidarı, emeğin haklarına yönelik sistematik bir saldırı yürütürken eşzamanlı olarak, emek örgütlerini etkisizleştirme, pasifize etme ve yedeğine alma siyasetini de yürüttü. Yaptığı hak gaspları karşısında bir direnişle, muhalefetle karşılaşmadan kolayca gerçekleştirmenin yolu buradan geçiyordu çünkü. Kuruluşu 1970’lerde AKP geleneğinin öncüsü olan MSP’nin (Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi) vesayetine dayanan Hak-İş, AKP’nin işbaşına gelmesiyle birlikte sendika gömleğini çıkarıp, parti gömleği giydi. Gönüllü olarak AKP’nin payandası oldu. İşçi haklarına yönelik saldırılarda işçileri yatıştırmak için uğraştı. AKP, Türk-İş’te ise devletin bütün güç ve imkânlarını kullanarak sendikaların içine oynadı, iyice azalmış, zayıflamış olan mücadeleci dinamikleri tasfiye etti. Teslimiyetçi, ricacı sendikacıların önünü açtı. Haklarında yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları mahkemelere taşınan sendikacılar hakkında da açılan davalara adliye koridorlarında müdahale ederek, o sendikaları rehin aldı. Dolaysıyla bugün emek hareketinin sessizliği ya da göstermelik eylemlerle saldırılara bir tür onay vermesini emek örgütlerinin payanda, yandaş, teslimiyetçi, ricacı sendikal anlayış ve rehine sendikacılar eliyle teslim alınmış olmasına bağlamak mümkündür. DİSK’in ve DİSK üyesi sendikaların ise gücünün sınırlılıkları dahilinde bir mücadele verdiğini kayıt altına almak gerekiyor.

Kaynak: Birgun.net