SAMİR AMİN

Bu makalenin başlığının çağdaş kapitalizmin krizi ile faşizmin siyasi sahneye dönüşünü birbirine bağlaması tesadüfi değil. Faşizm parlamenter seçim demokrasisinin belirsizliklerini reddeden otoriter bir polis rejimi ile eşanlamlı değildir. Faşizm kapitalist toplumun yönetiminin belli durumlarda karşı karşıya kalabileceği zorluklara karşı belirlenmiş siyasi bir tepkidir.

Faşizmin birliği ve çeşitliliği

Kesin olarak faşist olarak tanımlanabilecek siyasi hareketler, özellikle 1930’lardan 1945’lere kadar, bir dizi Avrupa ülkesinde öncü olmuş ve hayata geçirilmiş olan güçtü. Faşizmin kurbanı olmuş toplumların çeşitliliği (bazısı kazanılmış bir savaşla bağlantısı olan, bazısı da mağlubiyet ürünü olan büyük gelişmiş ülkeler ve küçük bağımlı kapitalist toplumlar), bunların hepsini tek bir grupta toplamamızı engellemektedir. Bu yüzden yapıların ve konjonktürlerin bu farklılıklarının bu toplumlarda yarattığı farklı etkileri belirtmeliyim.

Buna rağmen, bu farklılıkların ötesinde, tüm bu faşist rejimlerin ortak iki karakteristiği vardı:

(1) Bu durumlarda, hepsi de hükümeti ve toplumu, kapitalizmin temel ilkelerinden, özellikle modern tekelci kapitalizmi de içeren kapitalist özel mülkiyetten şüphe duymayacak şekilde yönetmeye istekliydi. Bu yüzden, “kapitalizm” veya “plütokrasi” faşist söylemlerin retoriğinde sert eleştirilere konu olsa da, bunları kapitalizmi yöneten faşizme özgü şekillerin farklı formları olarak adlandırıyorum, bunun meşruluğunu zorlayan siyasi formlar olarak değil. Bu söylemlerin gerçek doğasını saklayan yalanlar, faşizmin farklı formları tarafından ortaya konan “alternatifler” göz önüne alındığında kendini hemen ortaya serer ki bunlar, asıl mevzu (özel kapitalist mülkiyet) konusunda hep sessiz kalırlar. Bu ise kapitalist toplumun siyasi yönetiminde karşılaşılan zorluklara kaşı faşist seçimin tek cevap olmadığı durumunu gösterir. Yalnızca şiddet ve derin krizleri içeren belli konjonktürlerde faşist çözüm baskın kapital için en iyisi gibi veya hatta bazen tek mümkün olanı gibi görünür.

(2) Krizdeki bir kapitalist toplumu yönetmek için faşist seçim her zaman –doğası gereği bile olsa—“demokrasinin” kategorik olarak reddine dayanır. Faşizm her zaman, modern demokrasilerin teori ve pratiklerinin dayandığı genel ilkelerin (fikir çeşitliliklerinin tanınması, çoğunluğu belirlemek için seçimlerde tercih hakkı, azınlık haklarının garanti altına alınması, vb.) yerine üstün konumdaki lider ve başlıca temsilcilerinin kolektif disiplin ve otoritesinin gerekliliklerine boyun eğme biçimindeki karşıt değerleri koyar. O halde değerlerin bu şekilde yer değiştirmesi her zaman çağ dışı fikirlerin dönüşü eşliğinde gerçekleşir ki bunlar hayata geçirilen boyun eğme prosedürlerine görünür bir meşruluk kazandırırlar. Geçmişe (“ortaçağa”) dönme, devlet dinine veya bazı sözde “ırk” veya (etnik) “millet” karakteristiklerine boyun eğme gerekliliklerinin ilan edilmesi faşist güçler tarafından kullanıma sokulan ideolojik söylemin gösterişli kılıfını hazırlar.

Çağdaş Avrupa tarihinde görülen faşizmin farklı formları bu iki karakteristiği paylaşırlar ve bunların her biri aşağıda belirtilen dört kategoriden birine girer:

(1) Dünyadaki veya en azından bölgesel çaptaki kapitalist sistemde baskın egemen güç olmayı arzulayan başlıca “gelişmiş” kapitalist güçlerin faşizmi.

Bu tür faşizmin modeli Nazizm’dir. Almanya 1870’lerin başında başlıca endüstriyel güç oldu ve zamanın egemen güçleri (Büyük Britanya ve ikinci olarak Fransa) ve egemen olmayı arzulayan ülke ile (Birleşik Devletler) rakip haline geldi. 1918 yenilgisinden sonra, egemenlik arzusunu hayata geçirmek için başarısızlığının sonuçları ile başa çıkması gerekiyordu. Hitler planını açıkça formüle etti: Rusya’yı ve belki daha ötesini kapsayacak şekilde Avrupa’da egemen “Almanya” hâkimiyetini, yani Nazizm’in yükselişini destekleyen tekelci kapitalizmi kurmak.

(2) İkinci düzey kapitalist güçlerin faşizmi.

İtalya’nın Mussolinisi (ismini de içeren, faşizmin mucidi) başlıca örnektir. Mussolinizm İtalyan sağının (eski aristokrasi, yeni burjuva, orta sınıf) 1920 krizine ve büyüyen komünist tehdidine karşı tepkisiydi. Ama ne İtalyan kapitalizminin ne de onun siyasi enstrümanı olan Mussolini faşizminin dünya şöyle dursun, Avrupa’ya egemen olma tutkusu yoktu. Duce’nin Rome İmparatorluğunu (!) yeniden kurmak ile ilgili böbürlenmelerine rağmen, Mussolini sisteminin istikrarının –bir ast olarak– müttefikleri olan Büyük Britanya (Avrupa’nın hâkimi) veya Nazi Almanya’sından birine dayanıyordu. Bu iki müttefik arasındaki tereddüdü tam İkinci Dünya Savaşı arifesine kadar devam etti.

Salazar ve Franco’nun faşizmi de aynı bu türdendir. İkisi de cumhuriyetçi liberallerin veya sosyalist cumhuriyetçilerin oluşturduğu tehlikeye tepki olarak sağ ve Katolik Kilisesi tarafından tesis edilmiş diktatörlerdi.

(3) Yenilmiş güçlerin faşizmi.

Bunlar Nazi tarafından desteklenen Fransa’nın Vichy hükümetini ve aynı zamanda Belçika’nın Léon Degrelle ve sözde “Flaman” hükümetini kapsar. Fransa’da üst sınıf “Halk Cephesindense Hitler’i” seçti (bu konu hakkında Annie Lacroix-Riz’in kitaplarına bakınız). “Alman Avrupası’na” mağlubiyet ve teslimiyet ile bağlanmış olan bu tür faşizm, Nazilerin yenilgisini takiben arka plana çekilmeye zorlandı. Fransa’da bu, diğer Direniş savaşçıları ile birlikte Komünistleri bir süreliğine birleştiren Direniş Konseylerine yol verdi.

(4) Doğu Avrupa’nın bağımlı toplumlarında faşizm.

Doğu Avrupa’nın (Polanya, Baltık devletleri, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Yunanistan ve Polonya dönemindeki batı Ukrayna) kapitalist toplumlarını incelemeye başladığımızda birkaç derece daha aşağı inmeliyiz. Burada gerici ve sonuçta, bağımlı kapitalizmden bahsetmeliyiz. Dünya savaşları arasındaki dönemde, bu ülkelerin gerici yönetici sınıfları Nazi Almanyası’nı destekledi.

Tüm bu bölgede 1917’den (hatta ilk Rus Devrimi ile 1905’ten) itibaren iki kamp oluştu: – kendi yararları için radikal bir tarım reformu arzu eden– köylü sınıfın ve entelektüel çevrenin (özellikle Yahudiler) geniş kısımlarında popüler olan pro-sosyalist kamp (pro-Bolşevik haline gelen): ve tüm toprak sahibi sınıflarda (ve sonuç olarak faşist etki altındaki anti-demokratik hükümetlere hoşgörülü olan) anti-sosyalist kamp.1939’da Baltık ülkeleri, Belarus ve batı Ukrayna’nın Sovyetler Birliğine yeniden entegre olması bu ayrımı belirginleştirdi.

Batı sağının geçmişteki ve bugünkü faşizme hoşgörülü bakışı

İki dünya savaşı arasındaki süreçte Avrupalı parlamentolardaki sağ, faşizme ve hatta daha iğrenç olan Nazizm’e karşı her zaman hoşgörülüydü. Churchill’in kendisi, aşırı “İngilizliğine” rağmen Mussolini’ye karşı sempatisini hiç gizlemedi. ABD başkanları ve Demokratik ve Cumhuriyetçi parti kurumları, Hitler’in Almanyası ve özellikle emperyal/faşist Japonya tarafından ortaya konan tehlikeyi çok sonraları farketti. ABD kurumlarının tüm kinizm karakteristiğini barındıran Truman, diğerlerinin sessizce düşündüğü şeyi açıkça ifade etti: başkarakterleri yıpratmak için savaşa izin vermek —Almanya, Sovyet Rusya ve yenilgiye uğramış olan Avrupalılar—ve menfaatlardan faydalanmak için mümkün olduğunca geç müdahale etmek. Bu hiç de ilkeli bir anti-faşist duruşun ifadesi değil. Salazar ve Franco’nun 1945’de haklarının geri verilmesi konusunda hiç tereddüt edilmedi.

Hitler’in anti-Semitizminin utanç hissi uyandırması çok sonra, ancak nihai aşaması olan kanlı bir cinnete dönüştüğünde oldu. Hitler’in konuşmalarında körüklediği “Yahudi-Bolşevizmine” karşı nefrete vurgu yapmak birçok politikacıda yaygındı. Ancak Nazizm’in yenilgisinden sonra prensip olarak anti-Semitizmi kınamak gerekli görüldü. Bu ödev daha da kolaylaştırılmıştı çünkü kendilerini “Shoah’ın kurbanları” ünvanının mirasçıları olarak ilan edenler, Filistinlilere ve Arap halkına (oysa onlar hiçbir zaman Avrupalı anti-Semitizmin parçası olmamışlardı) karşı duran İsrail Siyonistleri ve batı emparyalist müttefikleri oldular!

Şüphesiz ki, Nazilerin ve Mussolini İtalyası’nın çöküşü Batı Avrupa’daki (“perdenin” batısı) sağ siyasi güçleri, kendilerini faşizmin suç ortağı ve destekçisi olanlardan ayırt etmeye zorladı. Yine de, faşist hareketler sadece arkaplana çekilmeye zorlandı ve perdenin arkasına saklandı, tamamen yok olmadı.

Batı Almanya’da “uzlaştırma” adı altında, yerel hükümet ve onun patronları (Birleşik Devletler, ve ikincil olarak Büyük Britanya ve Fransa) savaş suçları ve insanlığa karşı suç işleyenlerin neredeyse hepsini bıraktı. İtalya’da, faşizmin sesi kesildi, ama Hıristiyan Demokrasisi ve Katolik Kilisesi saflarında hâlâ varlığını sürdürüyor. İspanya’da 1980’de Avrupa Topluluğu (daha sonra Avrupa Birliği oldu) tarafından uygulanmaya konan “uzlaştırma” anlaşması Franco’nun suçlarını hatırlatacak her şeyi tamamen ve kolayca yasakladı.

Batı ve Orta Avrupa’daki sosyalist ve sosyal demokrat partiler, tutucu sağın üstlendiği anti-komünist kampanyalara olan destekleri ile faşizmin geri dönüşüne dair sorumluluğu paylaşmaktadırlar. Hâlbuki bu “ılımlı” sol partiler, esasen ve tereddütsüz olarak anti-faşisttir. Yine de bunların tamamı unutulmuş durumda. Bu partilerin sosyal liberalizme dönüşü, Avupa’nın inşasına verdikleri şartsız destek ve en az onun kadar ABD egemenliğine (NATO ve diğer araçlar yoluyla) şartsız boyun eğişleri ile birlikte, klasik sağı ve sosyal liberalleri birleştiren gerici bir blok pekiştirildi; gerekli olduğunda yeni bir aşırı sağa uyum sağlayabilecek bir blok.

Sonradan, Doğu Avrupa faşizminin rehabilitasyonu 1990’dan itibaren çabucak başlatıldı. İlgili ülkelerin tüm faşist hareketleri Hitlerizmin farklı derecelerinin sadık müttefikleri ya da işbirlikçileri oldular. Yaklaşan yenilgi ile birlikte, çok sayıdaki aktif liderleri Batı’ya nakledildi ve sonuçta ABD silahlı güçlerine “teslim oldular”. Hiçbiri suçlarından yargılanmak üzere Sovyetler’e, Yugoslavya’ya veya diğer hükümetlere iade edilmedi (müttefiklik antlaşmaları ihlal edilerek). Hepsi Birleşik Devletler’de ve Kanada’da göçmenlik hakkı edindiler. Ve hepsi anti-komünizme karşı sert duruşlarından dolayı otoriteler tarafından pohpohlandı. Ve tüm bunlar devam etmekte. Batı’nın sözde demokratik hükümetleri Ukrayna’daki “Turuncu Devrim”i (yani faşist karşıdevrimi) destekledi ve hatta finanse ve organize etti.

“Ilımlı” medyanın bu faşistlere olan desteğini gizlemek için kullandığı akıllıca yol basittir: faşist kelimesi yerine “milliyetçi” kelimesini kullanırlar. Onlar böyle dediği için, bu esaslı faşistler gerçekten “milliyetçi” oluyor mu? Bu şüpheli. Milliyetçiler bugün bu etiketi yalnızca günümüz dünyasındaki fiili egemen kuvvetlerin (yani Birleşik Devletler ve Avrupa tekelleri) gücünü sorguladığında hak edebilir. Bu sözde “milliyetçiler” Washington’un, Brüksel’in ve NATO’nun dostlarıdır. Onların “milliyetçiliği”, onların bahtsızlığından hiçbir zaman sorumlu olmamış olan çoğunlukla masum komşu halklara karşı duyulan şovenist nefret anlamına gelmektedir.

Bir tarafta Birleşik Devletler’deki ana siyasi güçler (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) ve Avrupa (parlamenter sağ ve sosyal liberaller) ve diğer tarafta Doğu’daki faşistler olmak üzere kurulan gizli antlaşmanın temsil ettiği tehlike küçümsenmemelidir. Hillary Clinton kendini bu antlaşmanın sözcüsü olarak atadı ve savaş histerisini sınıra kadar zorluyor. Hatta, eğer bu mümkünse, George W. Bush’dan bile daha güçlü şekilde, (sadece Soğuk Savaşı tekrarlamak için değil) Rusya’ya karşı (hatta Ukrayna, Gürcistan ve Moldova’ya karşı daha açık bir müdahale ile), Çin’e karşı ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki başkaldıran halklara karşı büyük bir şiddetle önleyici savaş çağrısı yapıyor.

Şüphesiz ki, faşist tehlike bugün hala Birleşik Devletler ‘de ve eski “Perdenin” batısındaki Avrupa’da bulunan “demokratik” düzene bir tehdit oluştumuyor gibi görünebilir. Klasik parlamenter sağ ve sosyal liberaller arasındaki gizli antlaşma, egemen sermayenin tarihi faşist hareketlerin uyanışını bekleyen aşırı sağın hizmetlerine başvurmasını gereksiz kılıyor. Ama o zaman son on yıl boyunca aşırı sağın seçim başarısı hakkında nasıl bir sonuca varmalıyız? Avrupalılar da açıkça genelleşmiş tekelci kapitalizmin yayılmasının kurbanı durumundalar. O halde, sağ ve sözde sosyalist sol arasındaki gizli antlaşma ile yüzleşildiğinde, neden oy vermemeye veya aşırı sağa oy vermeye sığındıklarını anlayabiliriz. Bu bağlamda, potansiyel olarak radikal solun sorumluluğu çok büyüktür: eğer bu sol günümüzdeki kapitalizmin ötesinde gerçek ilerlemeler önerme cesareti olsaydı, şu an sahip olmadığı güvenililirliği kazanabilirdi. Şuandaki parça parça protesto hareketlerinin ve defansif mücadelelerin yoksun oldukları tutarlılığı sağlayacak cesur bir radikal sol gereklidir. O halde “hareket” gücün toplumsal dengesini işçi sınıfının lehine çevirebilir ve yenilikçi ilerlemeleri mümkün hale getirebilir. Güney Amerika’da halkçı hareketlerin kazandığı başarılır bunun kanıtıdır.

Şimdiki durumda, aşırı sağın seçim başarıları günümüz kapitalizminin kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu başarılar medyanın “aşırı sağın popülistleri ile aşırı solunkileri” —birincisi kapitalist destekçi (aşırı sağ teriminin gösterdiği gibi) ve dolayısıyla kapital ile muhtemel işbirliği içinde iken, ikincisinin ise kapitalin güç sisteminin tehlikeli olan tek potansiyel karşıtı olduğu gerçeğini belirsizleştirerek—aynı aşağılama ile birlikte, aynı kefeye koymasına imkân veriyor

Faşist hareketler hakkında son bir gözlem: taleplerini ne zaman ve nasıl sona erdireceklerini bilemiyor gibi görünüyorlar. Lider ve kör itaat kültü, aldatıcı-etnik veya aldatıcı-dini mitolojik kurgulara fanatizmi yaygınlaştıracak şekilde akritik olarak aşırı değer vermek ve şiddet içeren eylemler için milis toplamak, faşizmi kontrol edilmesi zor bir güç haline sokuyor. Hitler gerçekten zihin hastası bir insandı, yine de onu iktidara getiren büyük kapitalistleri deliliğinin sonuna kadar kendisini takip etmeye zorlayabildi ve hatta nüfüsun geniş kesimlerinden destek alabildi.

Modern Güney’de faşizm

Latin Amerika’nın ondokuzuncu yüzyılda global kapitalizme entegrasyonu, “amele” statüsüne indirgenen köylülerin sömürülmesi ve büyük toprak sahiplerinin vahşi uygulamalarına boyun eğmeleri temelinde gerçekleşti. Meksika’daki Porfiro Diaz sistemi iyi bir örnektir. Bu entegrasyonun ilerlemesi, yirminci yüzyılda “mülkiyetin modernleştirilmesini” getirdi. Latin Amerika’dan önce Asya ve Afrika’da daha fazla göze çarpan hızlı kırsal göç, modern şehir favelalarında, eski kırsal mülkiyet formlarının yerini alan yeni mülkiyet formlarını oluşturdu. Aynı zamanda, kitleleri siyasi olarak kontrol etme formları, diktatörlükler kurarak, seçim demokrasisini feshederek, partileri ve ticaret birliklerini yasaklayarak ve “modern” gizli servislere kendi istihbarat teknikleri yoluyla her türlü tutuklama ve işkence etme hakkını sunarak “modernleştirildi”. Şüphesiz, bu siyasi yönetim formları Doğu Avrupa’daki kapitalizme bağımlı ülkelerde bulunan faşizmle görünürde benzerdir.

1980’lerin başında, yaygınlaşmış tekel kapitalizminin genişlemesindeki lümpen gelişim karakteristiği Asya ve Afrika’daki Bandung döneminin (1955-1980) milliyetçi popülist sisteminden alındı. Bu lümpen gelişim ayrıca hem mülkiyetin modernleştirilmesine ve hem de baskıcı şiddetin modernleştirilmesine benzer formlar üretti. Arap dünyasındaki post-Nasırcı ve post-Baascı sistemlerin aşırılığı buna iyi birer örnek oluşturur. Bu rejimlerinin hepsi, işçilerin çoğunluğuna ve anti-emperyalist duruşlarına faydalı olan fiili başarılarından dolayı bazı halkçı meşruluklardan faydalandılar. Takip eden diktatörlükler, global neoliberal modele ve buna eşlik eden lümpen gelişime boyun eğmeyi kabul eder etmez bu meşruluğu kaybetti. Halkçı ve ulusal otorite, demokratik olmasa da, gerçekte neoliberal, anti-halkçı ve anti-ulusal projelerin hizmetindeki polis şiddetini geri çekti.

2011’de başlayan yeni halk başkaldırıları diktatörlükleri sorgulamaya başladı. Ama diktatörlükler yalnızca sorgulanmaya başlandı. Ancak başkaldırıların etrafında mobilize olduğu şu üç amacın birleştirilmesinde başarılı olunursa, kararlılığı sağlayacak bir alternatif gerekli imkânları bulabilir: toplumun ve siyasetin demokratikleşmesindeki süreklilik, yenilikçi toplumsal ilerlemeler ve ulusal bağımsızlığın tasdiklenmesi.

Bunun hâlâ çok uzağındayız. Bu yüzden görünürdeki kısa dönemde birçok mümkün alternatif var. Bandung dönemindeki ulusal halkçı modele, belki bir demokrasi fikri ile, bir dönüş mümkün olabilir mi? Veya demokratik, halkçı ve ulusal cephenin daha belirgin şekilde billurlaşmasına? Veya bu bağlamda siyasetin ve toplumun “İslamlaştırılması” şeklini alan, gerici bir illüzyona dalmaya?

Bu zorlayıcı duruma karşı bu üç mümkün karşılık üzerindeki çekişmeye —daha çok karışıklığa—karşı Batılı güçler (Birleşik Devletler ve alt Avrupalı müttefikleri) seçimlerini yaptı: Müslüman Kardeşlere ve/veya siyasi İslam’ın diğer “Selefi” organizasyonlara ayrıcalıklı destek verdiler. Bunun sebebi gayet basit ve açık: bu gerici kuvvetler güçlerini global neoliberalizm için kullanmayı (ve böylece toplumsal adalet ve ulusal bağımsızlık için her türlü ihtimali terketmeyi) kabul ediyorlar. Bu emperyalist güçlerin peşinden koştukları tek gayedir.

Sonuç olarak, siyasi İslam’ın programı, bağımlı toplumlarda görülen faşizm türüne aittir. Aslında, faşizmin iki ana karakteristiğinin tüm formlarını paylaşırlar: (1) kapitalist düzenin asıl boyutunu zorlama eksikliği (ve bu bağlamda global neoliberal kapitalizmin yayılması ile bağlantılı lümpen gelişim modelini zorlamama anlamına gelir); ve (2) anti-demokratik, polis-devlet formunun siyasi yönetimi (parti ve organizasyonların yasaklanması ve değerlerin zorla İslamlaştırılması gibi).

Emperyalist güçlerin anti-demokratik opsiyonu (maruz kaldığımız propaganda selinde bulunan pro-demokratik retoriğin yalan olduğunu gösteren), söz konusu İslamcı rejimlerin mümkün “aşırılıklarını” kabul eder. Faşizmin diğer türleri gibi ve aynı sebeplerden dolayı, bu aşırılıklar onların düşünce modlarının “geninde” yazılıdır: liderlere sorgusuz boyun eğmek, devlet dinine bağlılığa fanatikçe değer vermek ve boyun eğmeyi empoze etmek için kullanılan öncü kuvvetler kurmak. Aslında, hali hazırda görülebilir ki, “İslamcı” program sadece iç savaş bağlamında (diğerleri arasında, Sünni ve Şiiler arasında) ilerleme kaydedebilir ve sürekli bir kaos durumu dışında hiçbir şeyle sonuçlanmaz. Bu tür İslamcı güç, o halde, söz konusu toplumların kendilerini dünya sahnesinde kanıtlamak için tamamen yetersiz kalmalarını garantiler.

Sonuç olarak, faşizm Batı’ya, Doğu’ya ve Güney’e geri döndü; ve bu dönüş, yaygınlaşmış, finanse edilmiş ve globalleşmiş tekelci kapitalizmin sistemik krizinin yayılması ile doğal olarak bağlantılıdır. Bu baskı altındaki sisteme egemen olan merkezler aracılığıyla, faşist hareketlerin sunacağı hizmetlere fiili ve hatta potansiyel olarak yapılacak başvurular, bize kendi tarafımızda çok uyanık olmamız gerektiğini haber vermektedir. Kriz daha da kötüleşme yolunda ve sonuç olarak, faşist çözümlere başvurma tehlikesi gerçek bir tehlike haline gelecek. Hillary Clinton’un Washington’un savaş savunucularına desteği yakın gelecek için hayra alamet değil.

Kaynak: Monthly Review

Özgür Üniversite için çeviren: Selin Öztürk

Kaynak: Birgun.net