Şakayla dile getirdiği endişesinin aslında gerçek olduğunu görebilseydi acaba üzülür müydü Kadir ağabey. “Öldüğüm zaman benden hem şair hem de Bir Gün Tek Başına’nın yazarı olarak söz edecekler, canım sıkılıyor buna” dediğinde şaşırmıştım doğrusu. On yıldan fazla zaman geçirdiği Londra’da benim de neredeyse hiç çıkmadığım Finsbury Avenue’daki o evde sohbet ettiğimiz bir akşam böyle söylemişti. “Neden” diye sormama gerek kalmadan açıklayıverdi: “Şiir yazdım, doğru. Ama benim şiirimize en büyük katkım, zamanında şiir yazmayı bırakmam olmuştur”. Kahkalarımızın nedenlerinden biri de, kendisine vurduğu - sık sık yapardı bunu- bu cümlesi olmuştur. Ne gündü o gün gerçekten. Hakkında konuşup da kahkaha atmadığımız hiç bir şey yoktu neredeyse sohbetlerimizde. O gün de öyleydi.

Zaman zaman “Nazım’dan sonra şairlik yapılmaz” dediğini de anımsarım. Ama buna ragmen, Nazım’dan sonrakileri de, kimi günümüz şairlerini de pek beğendiğini bilirim. Bir Gün Tek Başına’nın önemli bir roman olduğunu, çok sevildiğini, edebiyatımızın klasikleri arasına girdiğini söylemeye elbette gerek yok. Ama Kadir ağabey romanları arasında en çok Yeşilçam Dedikleri Türkiye’yi sevmiştir. “Keşke adından söz etmeyecek kadar hakkını yemeseler öldüğümde” der demez, “bırakın artık şu ölüm meselesini, aslan gibisiniz Kadir ağabey” dediğimde “yahu ölmekten hiç hoşlanmıyorum. Öleceğim de yok şu sıralar, ama benden sonra Yeşilçam Dedikleri Türkiye’nin boynu bükük kalmasın” demişti gülerek.

Ölümünden sonra, hakkında övgü dolu ifadeler kullanılan Kadir ağabey, hiç istemediği halde hem şair hem de -sanki sadece- Bir Gün Tek Başına’nın yazarı olarak anıldı gerçekten de. Haklıymış endişesinde.

Kadir ağabey öldü. Hiç ama hiç sevmediği Vedat adıyla üstelik. Yüzbaşı Abdülkadir Demirkan, daha sonra aile soyadına kavuşunca Abdülkadir Pirhasan, Vedat adını zorunlu olarak almıştır

Yazdığı tek bir satır bile boynu bükük kalmayacak kuşkusuz. Her şeye rağmen bir vefa toplumuyuz ne de olsa. Ayrıca kendisinin başkalarına gösterdiği vefanın karşılığını mutlaka Kadir ağabey de alacak. Almalı. Çünkü, hiç ama hiç küçük hesapları olmayan, başkalarını kıskanmak nedir bilmeyen biri olarak bunu fazlasıyla hak ediyor. Hakkında yazılan bir kitap için benden isten yazının bir bölümünde şunları belirtmiştim: “Çok ama çok sert bir polemikçi olarak bilinen Vedat Türkali’nin, kimi değerlendirmelerinde, kendisine ters düşecek kabullenmeleri olduğunu yakından biliyorum. Örneğin, tarihe yaklaşımında derin görüş ayrılığı bulunan Kemal Tahir’in büyük romancı olduğunu kabul eder. ‘Roman anlayışı bana ters’ dediği Orhan Pamuk’un iyi romancı olduğunu hep söyler. Bu, kendisinden başka doğru olmadığına inananların bir hayli bol olduğu ülkemizde çok sık rastlanır bir tavır değildir. Kaç kişi, üstelik hâlâ dillerde olan ‘İstanbul’ gibi bir şiir yazıp da sonradan, ‘Ben şair olamayacağımı erken anladım’ diyebilir”.

Bu deliyi öldürecekler

Huysuz olduğuna inananlar çoktur ama, küçük öfkelerin, kızgınlıkların adamı olmadığının bir örneğini anımsatmanın tam zamanı. Yıldızının hiç barışmadığı, her fırsatta kendisine saldıran, diğer saldırdıklarının “her şeyi yanlış anımsıyor” olmakla suçladığı kalpaksever bir profesörün cezaevi süreci uzadığında, “bir şeyler yapmazsak bu deliyi içeride ölüme terk edecekler” dediğinin, bir kampanya başlatmak için ciddi ciddi girişimlerde bulunduğunun tanığıyım. Profesörün bir süre sonra nihayet serbest kalmasına sevindiğinin de.

Tanıyan, elbette seven, birçok kişi için zor bir insandı aslında Kadir ağabey. Çünkü, eleştirel bakmak gibi, klasik deyimle ‘verili olanı kolay almamak” gibi bir tutumu vardı. Bu tarafına katlanılamadığı için “zor” gelmiştir birçok kişiye. Romanlarında da aslında bu çok belirgindir.Bir Gün Tek Başına’da da, Mavi Karanlık’ta da, Tek Kişilik Ölüm’de de, nihayet, Güven’de, onun devamı saydığı Kayıp Romanlar’da da hep Türkiye soluna, aydınına ciddiye alınması gereken eleştirilerde bulunur. Suçlamasa bile kimi tabular konusunda Türkiye solunun da, aydınının da iyi sınav vermediğine inanırdı. Romanımızda, edebiyatımızda Ermeni’ye de, Kürt sorununa da genellikle yer verilmediğini düşünürdü. Kendisi ise tam tersini yapmıştır. Güven’de roman kahramanı bir Ermeni üzerinden (ki o Ermeni aslında, Samsun’dan çocukluk arkadaşı, gençliğin partili yoldaşı Hayk Açıkgöz’dür) yazmıştır Ermeni Soykırımı konusundaki düşüncelerini. Kürt meselesindeki tutumu ise açıktır zaten. Güven’de de bu çokça ele alınır. Günümüz Fransız Komünist Partisi’nin de üyesi olan çok ama çok eski bir arkadaşını, Kürt sorunu konusundaki görüşlerine kızdığı için yaşamından çıkarması kendisinde var olan “tabu üstüne” gitme tutumunu sevdiklerinde görmediğinde nasıl öfkelendiğinin kanıtı sayılmalı. Oysa “tahakkümcü” bir yaklaşımı yoktu. Tahammüllü olduğunu bildiğim için, “çok aşırı değil mi bu tavrınız” deme cesaretini gösterdiğimde, “aydın olmanın da ilerici kalmanın da çizgileri vardır. Bu aşıldı mı, aşana karşı hiçbir tavır aşırı olmaz” olmuştu yanıtı.

Kıvılcımlı deyince

“Aydın olmanın da ilerici kalmanın da” çizgileri var kuşkusuz. İddiası olanların bu çizgileri sahiplenmesi de gerekir tabii ki. Kadir ağabeyin çizgileri arasında “en kişisel” olanı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla ilgilidir. “Onun da eleştirilecek yanları elbette vardır” dediğini defalarca kendisinden duymama rağmen, Kıvılcımlı’ya yöneltilen en küçük bir eleştiriye tahammül göstermediğinin, hem de kaç kez, tanığıyım. Bildiğimiz anlamda, sosyalizm hariç, hiçbir kişiyle, kurumla “bağımlılık” ilişkisi geliştirmemiş bu son derece “özgür” komünistin Kıvılcımlı söz konusu olduğunda nasıl bu tutumunun dışına taşmış olduğuna hep şaşırmışımdır. Ciddi anlamda yol göstericisi Kıvılcımlı olmuştur Kadir ağabeyin.

Ondan sağlam bir temel aldığını söylerdi hep. Bu temel üzerine kendisinin de çok ciddi bir birikim eklediği bir gerçektir. Abarttığım düşünülmesin, ama ülkemizde Marksizmi en iyi bilenlerden olduğuna inanırım. Bir gerçek de şudur ki, Kadir ağabey gibi ikinci bir Marksist romancımız da yoktur. Bu olmayacağı anlamına gelmiyor tabii, ama yoktur.

Şimdi, “ben romancıdan çok sinemacıyım” dedi desem, inandırabilir miyim bilmiyorum. Ama gerçekten sinemacılığını romancılığında önde tutardı. Düşüp kalçasını kırdığı için merdivenli evinde zorluk çekmesin diye bir odasını ona göre düzenlediğimiz evimde ağırladığımda (ne güzel günlerdi), bir hayli fazla olan film koleksiyonumdaki klasik filmleri izlerken gözünü bir saniye bile kırpmadan sahnenin her ayrıntısına dikkat eden biri olduğunu izlediğim Kadir ağabeyin nasıl bir sinema delisi olduğunu ben de öğrendim. Romanlarındaki o muhteşem akıcılık, insanın hemen kafasında canlandırabileceği o betimlemeler ancak sinema tekniğine vakıf birinin yapabileceği bir şey olabilirdi zaten.

Ama o ne derse desin romancılığı elbette çok büyüktür. Yazdığı her kitabı için geçerli bir inancım var: Kadir ağabeyin romanlarını dileyen kütüphanesinin tarih, dileyen roman bölümüne koyabilir. Güven’i on yılda yazdı ama “kafamda 50 yıldır taşıyordum” demişti bir keresinde. O kitapta okuyucunun iki saniyede okuyup geçtiği kimi bilgiler için günlerce, hatta haftalarca araştırmalar yaptığı, yazdığı her neyse onun uzmanlarına ulaşıp bilgi aldığı doğrudur. Diğerlerini bilemem ama Güven’i yazmaktan büyük keyif aldığını biliyorum. “Nasıl gidiyor Kadir ağabey” dediğimde “çok iyi gidiyor, bitecek diye ödüm patlıyor” demesinden biliyorum.

Üç gün sonra milenyuma gireceğiz. “Hiç göreceğimi sanmazdım, şaka maka derken 2000’lerdeyim” dediğinde “daha durun Kadir ağabey, daha neler yazacaksınız” deyiverdim. 80 yaşında falandı, iyi bir yaş. “Güven bitsin, bana yeter” demişti. Yetmedi demek ki. Yetmezdi de zaten. “Şu bilgisayarı on yıl önce kullanmayı bilseydim” dedikten sonra bilgisayarsızlığın acısını Güven’den sonra 2004’de Kayıp Romanlar’ı, beş yıl sonra Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni, iki yıl önce de Bitti Bitti Bitmedi’yi yazarak çıkardı. Dünyanın en dalgın adamlarından biri olarak yazarken nasıl bu kadar dikkatli olabiliyordu, yazmaya diyelim ki beş gün ara verdikten sonra kaldığı yerden nasıl devam ediyordu anlayabilmiş değilim.

Dalgınlığının yaşla başla ilgisi yoktu. Askeri lisede öğretmen olduğu o gençlik yıllarında bir öğrencisine, diyelim ki adı Mehmet olsun, mezun olduğu güne kadar üstelik Mehmet’in sürekli düzeltmesine rağmen hep Hasan diye seslenmesi varsayalım ki anlaşılabilir. Peki neredeyse kırk yıl sonra, Galata köprüsünde yürürken, karşısından gelen o öğrenci Mehmet’in Kadir ağabeyi tanıyıp yavaşlaması, sonra da kollarını açıp “hocaaaaam” diye koşması, Kadir ağabeyin de Mehmet’i hemen tanıyıp aynı sıcaklıkla ona yine “Hasaaaan” diye sarılması nasıl bir şeydir gerçekten. Beynine kendi kendine bu adı kazımış Kadir ağabey, hepsi bu. Bunun yaşlanmakla bir ilgisi yoktu, soysuzun birinin, “okuyucularına kitap imzalamıyor, adı yazılı mühür basıyor” demesine yol açan o şiddetli el titremesinin de yaşıyla bir ilgisinin olmayışı gibi. Elli gibi çok genç yaştan beri eli titrerdi Kadir ağabeyin. İmza atamamasının nedeni buydu.

Burayı bir anılar galerisine çevirmeye niyetim yok, bunu daha genişçe yapacağım sonra, çünkü inanılmaz güzellikte yaşanmışlıklarım var Kadir ağabeyle. Ama en azından, çok sık tartıştığımızın, bazen ciddi ciddi küstüğümüzün bilinmesini isterim. Duyduğum büyük sevgiye rağmen Kadir ağabeye katılmadığım birçok konu vardı. Lütfedip, basılmadan önce bana da görüşlerimi almak için yolladığı Yalancı Tanıklar Kahvesi’ne ilişkin düşüncelerimden hoşlanmadı hiç. Bana soruldu diye bunu bir ukalalık fırsatına çevirdiğim sanılmasın, olabildiğince, kızdırmadan, çapımın elverdiği çerçevede düşündüklerimi yazmıştım sadece. İşitmediğim söz kalmadı. Hakkını yemeyeyim, onun gibi düşünmediğim için değil, düşünme tarzımı beğenmediği için kızmıştı bana. Kitapta neyi eleştirdiğimi geçeyim, Kadir ağabeyin Kıvılcımlı’dan miras, İslam’ı “devrimci mücadelede bir müttefik” görme tutumunu hiç ama hiç benimsemedim. Bu kadarını söyleyeyim.

Kadir ağabeyin romanlarını dileyen kütüphanesinin tarih, dileyen roman bölümüne koyabilir. Güven’i on yılda yazdı ama “kafamda 50 yıldır taşıyordum” demişti bir keresinde

Son zamanlarda etrafının liberallerce kuşatılmış olması yanıltmasın. O birlikteliğin, çok önemsediği Kürt sorunundan kaynaklanan bir “bir araya geliş” olduğunu söylememe izin verin. Kadir ağabey katıksız bir komünistti, şüphe yok.

Kadir ağabey öldü. Hiç ama hiç sevmediği Vedat adıyla üstelik. Yüzbaşı Abdülkadir Demirkan, daha sonra aile soyadına kavuşunca Abdülkadir Pirhasan, Vedat adını zorunlu olarak almıştır. Mimlenmiş bir komünist olarak geçimini gerçek adıyla sağlamasına olanak yoktur. Kuşağının tüm komünistleri gibi takma bir ad kullanmalıdır. Gider, Türkiye solunun en büyük hainlerinden Vedat Nedim Tör’den Vedat’ı, bir tanıdığının Türkömer soyadından esinlenerek Türkali’yi alır.

Yani benim için ölen Vedat Türkali’dir. Biliyorum ters karşılanacak ama yine benim için yaşayacak olan daima Kadir Ağabey’dir.

Pirhasan kadar güzel bir soyadı var mıdır, lütfen söyleyin.

Kaynak: Birgun.net