GAMZE YÜCESAN ÖZDEMİR
HAZİRAN Türkiye Yürütmesi

Burjuva temsil sisteminin çöktüğü, meclisin, hükümetin, sandığın ve seçimlerin hiçbir şey ifade etmediği günlerden geçiyoruz. Haziran Hareketi, 2014 Ekiminde yola çıkarken, şu politik hattı savunmuştu: Örgütlü bir halk direnişinin nüvelerini ilmek ilmek işlemek, halkı bir arada tutan, günü geldiğinde görünür olacak ve memlekete sahip çıkacak bir dinamizmi örmek. Diğer bir deyişle, burjuva temsil sistemi çöktüğü anda halkın savunmasız, temsilsiz ve iletişimsiz kalmayacağı bir siyaseti mümkün kılmak. Bu politik hat doğrultusunda, Haziran meclisleri, zihinlerde bir buluşma yeri olarak yapılandı, birbirimizin görünmeyen adresleri olarak şekillendi ve yangında kaçılacak yerler olarak kuruldu. Bugün, memleket bir yangın yerine dönmüşken, Haziran meclisleri yalnız “nefes alma” alanları değil, yangını söndürecek iradeyi de üretecek, örgütleyecek olandır.

Haziran Hareketi, AKP zulmüne yönelik en ciddi siyasal örgütlenmeyi oluşturma yolunda, halk sınıflarının yaşam ve memleket için sorumluluk almaya dönük tüm çabalarının sahibi, sorumlusu ve ortağı olmalıdır. Yangını söndürecek iradenin örgütleneceği ve örüleceği yer meclislerdir. Bu pratik çabaların kavramsal karşılığı Haziran siyasetinin niteliğini, yordamını ve geleceğini şekillendirecek önemdedir.

İmkansızı mümkün kılmanın alet çantası

İmkansız olanı mümkün kılacak Haziran meclisleri, hangi kavramların üzerinde yükselmelidir? Diğer bir deyişle, imkansızı mümkün kılmanın kavramsal aletleri nelerdir?

Halk sınıflarının siyasetinde, “kolektif varoluş” kavramı belirleyicidir. Zulüm esas itibarıyla insanın kolektif varoluşunu yok etmektedir. Bu nedenle AKP zulmünü geriletecek, yok edecek tek yöntem sınıfın kolektif varoluşunu üretebileceği çabayı mümkün kılmaktır. Bu çabayı mümkün kılan yer ve zaman ise Haziran meclisleridir.

Meclisler, halkın kolektif söz söyleme iradesini kolektif politik eylemliliğe tahvil edebilecek aracı siyasal formlardır. Haziran Hareketi’nin başını çektiği son laiklik eylemleri de bunu göstermektedir. Laikliğe sahip çıkılmasını öngören eylemlilik iradesi, bir taraftan laiklik tartışmasında tavır almanın güncel siyaset açısından oluşturduğu fay hatlarına, diğer taraftan da laiklik gibi gündemleri acil ve belirleyici birer siyasal mesele olarak ele almanın gerekliliğine işaret etmektedir.

Halk sınıflarının siyasetini, “yaşam örgüsü” kavramı ile birlikte düşünmek de ufuk açıcıdır. İngiliz Marksist düşünür Raymond Williams’ın “yaşam örgüsü” kavramı, yaşamın içinde yer alan temel alanlar arasındaki bağlantıları niteler; bunlar, iş, aile ve kamusal alanlardır. Dolayısıyla, siyaseti örerken, bireysel yaşam alanlarına değil; yaşam alanları arasındaki bağlantılara, yani yaşamın bütünsel örgütlenmesine odaklanmak önemlidir. Meclislerde, yaşamın bütünsel örgütlenmesine yönelik çabalar belirleyici olmalıdır. Bu nedenle sadece güncel siyasi gelişmelere veya güncel düzenleme çabalarına tepki vermek yeterli değildir, aynı zamanda bu farklı alanların “yaşam örgüsü” içinde birbiriyle nasıl etkileştiğini, bir tanesindeki ani dönüşümlerin diğerini nasıl etkilediğini ve bu etkileşimlerin mücadele alanını nasıl daralttığını veya genişlettiğini tespit edebilmek önemlidir.

“Proleter kamusal alan” kavramı, halk sınıflarının kendi pratik politik tecrübesini yaratabilmesi için kritiktir. Proleter kamusal alan düşüncesi, halk sınıflarının tecrübe, beceri ve deneyimlerinin karşı stratejiler biçiminde güç kazandığı anlara ve mekanlara işaret eder. Proleter kamusal alan, kamusal alanı “emek”, “üretim”, “tecrübe” ve “sınıf mücadeleleri” bağlamında yeniden tanımlar. Proleter kamusal alanlar, işçi sınıfının proleter çıkarlarını kendi kamusallık biçimleri içinde politik olarak ifade edebileceği alanlardır.

Proleter kamusal alan üzerine düşünürken, AKP’nin, siyasal iktidarı boyunca yalnızca ekonomik ve siyasi alanları düzenlemediğini, sınıf üzerinde çok daha büyük bir yıkım yarattığını belirtmek gerekiyor: İşçi sınıfının kolektif eyleme imkan ve ihtimallerini yok etme. Kolektif eylemi, 1844 El Yazmaları’nda Marx şöyle anlatıyor: “Komünist işçiler biraraya geldikleri zaman, kuram, propaganda vb., ilk amaçlarıdır. Ama aynı zamanda, biraraya gelmelerinin sonucu olarak, yeni bir gerekseme kazanırlar –topluma gerekseme- ve araç gibi görünen şey amaç olur. Fransız işçilerinin biraraya geldikleri yerlerde bu pratik süreci en yüce sonuçları ile görürsünüz. Sigara, içki içmek, yemek yemek vb. artık temas etme ya da biraraya gelme araçları değildir. Arkadaşlık, birlikte olmak, konuşmak – ki bunların da amacı toplumdur - onlara yeter; insanların kardeşliği onlar için laf değildir, hayatın bir olgusudur ve onların çalışmayla sertleşmiş bedenlerinden insanın soyluluğunun ışıkları fışkırır.”

AKP’nin son dönem artan zulmü ve baskısı işçi sınıfını ve halkın büyük kesimlerini, yan yana duramayacak ve söz söyleyemeyecek şekilde tahrip etmiş, sözsüz ve eylemsiz bırakmıştır. İşçi sınıfı ortak hareket edebilmeye ve kendi sözlerini söyleyebilmeye olan inançlarını yitirmiştir ve “sessizce sözleri ellerinden alınmaktadır.” Haziran meclislerinde, işçi sınıfının kolektif eyleme ve üretme enerjilerini ortaya çıkarabilen an ve mekanları yaratılmalıdır.

“Sınıf temelli direniş” kavramı da stratejik bir anlama sahiptir. Öncelikle, son yıllarda akademide dolaşan sol liberal “direniş” tartışmalarına mesafeli olmak şarttır. Akademide, Fransız düşünür Micheal Foucault’un etkisi altında, direniş, kimlikler üzerinden, söylemler üzerinden, her yerde, her an, parçalanmış ve dağınık olarak kavranmaya çalışılıyor. Son yıllarda, sosyalizmin olabilirliği ve mümkünlüğü üzerine yaşanan keskin bir daralma söz konusu. Dolayısıyla, sol liberaller, kapitalizmle mücadele etmekten vazgeçmiş duruyorlar, ya kapitalizmi “en iyi seçenek” olarak kucaklıyorlar ya da kapitalizmin çatlakları içinde bir aralık bulmaktan öte pek bir şey ummuyorlar. Dolayısıyla, “direniş” diye konuşulanlar, kapitalizme topyekun meydan okuyan siyasetlerden ziyade, kapitalizmin içinde onun çeşitli parçaları arasında bir alana indirgeniyor. Oysa ki, direnişi bir sınıf mücadelesi pratiği olarak temellendirmek, tüm bu ayrıksı, parçalı ve mikro direnişleri hem onları yaratan toplumsal bağlam içinde görmeyi hem de bunların tarihsel süreç içinde yarattığı sınıfsal örüntüyü anlamayı mümkün kılar.

Sınıf temelli direniş dediğimizde, sınıf mücadelesi kavramı ile karşı karşıya kalıyoruz. Sınıf mücadelesini grevlerde, işgallerde ve büyük ayaklanmalar biçiminde gördüğümüz mücadelelere sıkıştırma gibi bir eğilimden bahsetmek mümkün. Bu eğilim aynı zamanda sol liberal tezleri besleyen bir özellik de taşıyor. Sınıf mücadelesini sermaye ve emeğin savaş alanında zırhlara bürünmüş kapışmaları olarak görmek, kavramın hayatı açıklayamadığı iddiasını güçlendiriyor. Oysa ki, sınıf mücadelesinin ve direnişin kapitalist toplumsal formasyonun uzlaşmaz çelişkileri içinde ve hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini vurgulamak gerekir. Sınıf mücadelesi hayatın kendisidir ve insanlar deneyimler kazandıkça, sorunlarla başa çıktıkça ve ortaklıklarını fark ettikçe yükselmektedir. Haziran meclisleri bu deneyimlerin ve ortaklıkların sınıfsal içeriklerini ortaya çıkaracak bir kavrayışı işler kılmalıdır.

Sınıf distopyaları ve gelecek

Diğer yandan, direnişin mümkün olmadığına dair akademide yer alan sol liberal tartışmalara karşı da dikkati elden bırakmamak önemlidir. Direnişin mümkün olmadığına dair en sıklıkla vurgulanan husus, güvencesiz, kendisini bir yere ait hissetmeyen ve gelecek tasavvuru olmayanların “daha güzel bir gelecek” tasavvuru ve dahi bu tasavvuru gerçekleştirmeye dönük isyanlarının olamayacağıdır. Bu kavrayışının son yıllardaki en önemli karşılıkları “ezilenler”, “prekarya”, “madunlar”, “kent paryaları”, “tehlikeli sınıflar” gibi kavramlardır. Çoğu yerde proletaryanın yerine ikame edilen bu kavramlar, yeni toplumsal aktörler olarak tanımlanmaktadır. Ancak proletaryanın aksine yıkıcı toplumsal aktörlerdir. Kendilerini kolektif bir varoluşa ve kolektif bir eyleme yanaştıracak bir siyasal faaliyete sahip olmadıkları gibi, geleceğe dair de bir şey kuramamaktadırlar. Bu kavramların metodolojik, teorik ve politik yanlışlıkları bir yana, bu “mümkünsüzlük” ve “yıkım” dili her şeyden önce sermayenin dilini yeniden üretmektedir. Bu noktada aslolan “sınıf distopyaları”na düşmek yerine somut gerçekliği daha iyi bir dünya için nasıl örgütleyebileceğimize kafa yormaktır. Biraz önce andığımız Raymond Williams’ın dediği gibi, “aslolan umutsuzluğu ikna edici biçimde açıklamak değil, umudu var etmektir.”

Halk sınıflarının mücadelesine bakıp siyaseten eksiklikleri gördüğümüzde, “keşke” değil, “o halde” diyebilmek güç ister. “O halde” demek, hem olanı hem de olabilecek olanı görmek, gerçek olanın içindeki potansiyelleri keşfetmek anlamına gelir. “O halde” demek, ne ütopik bir halk tepkisine ne de sistem içi bir fren mekanizmasına işaret eder. “O halde”, ne elimizdekiyle yetineceğimizi ne de elimizde olandan doğabilecek olasılıklardan vazgeçtiğimizi ifade eder. “O halde” demek, hem içinde bulunduğumuz koşulları tanımak, hem de o koşulların bize çizdiği çerçevenin sınırlarını zorlamak anlamına gelir. “O halde”, hep gördüğümüz, deneyimlediğimiz olguların arasından bizi ilerletebilecek, devam etme ve direnme gücü verebilecek olanlara odaklanmamızı sağlar. O halde, Melih Pekdemir’in sözleriyle, “Hazirandayız ancak böyle hayattayız.”

Kaynak: Birgun.net