Ben Hopkins 2008'de, Altın Portakal'ı "Pazar-Bir Ticaret Masalı" ile kazanmıştı. Yarışmacılar arasında kimler yoktu ki. Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem, Çağan Irmak, Derviş Zaim, Erden Kral, Semih Kaplanoğlu, Hüseyin Karabey, Selim Evci... Büyük sürprizdi Hopkins'in kazanması. Bizim o sıralarda tanımadığımız Hopkins kariyerinin başlarında, çok kısa bir dönem için de olsa, İngiltere'de büyük beklentilerin nesnesi olmuş fakat sevenlerini hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu bilgiyi kendisiyle Montreal'de yaptığım kısa konuşmada öğrenmiştim. 2014'te Montreal'de yarışan filmi "Lost in Karastan" o kadar kötüydü ki bu çakma "Borat" filmini sonuna kadar izlememiş, sinemadan çıkmıştım. Hopkins, Brecht'ten izler taşıyan "Pazar"la bende yarattığı beklentiyi yıkmış, beni de İngilizler gibi hayal kırıklığına uğratmıştı.



Güzel bir sürpriz
"Hasret" güzel bir sürpriz. "Hasret" bir belgesel ama tam da değil. Kurmacayla karışık, yalan da söyleyen, doğru da söyleyen bir belgesel. Neyin doğru neyin yalan olduğunu film bitince anlıyorsunuz.
Film İstanbul'a bir televizyon kanalı için film çekmeye gelen bir ekibin görüntüleriyle açılıyor. Yönetmen Ben Hopkins ve ekibi, çalıştıkları kanalın bütçesi kısıtlı olduğu için, mülteciler gibi bir konteynerin içinde gemiyle geliyorlar şehre (Aki Kaurismaki'nin filmi Le Havre'ı hatırlatan bir biçimde). Kanalın istediği belgesel tarzı, Hopkins'in kişisel zevkleriyle uyum içinde değil fakat yönetmenin daha iyi bir iş bulma imkânı da yok. Yaşadığı işsizlik ve ruhsal çöküntü, onu bu tarz işleri kabul etmeye mecbur etmiş.

Kaybolmuş bir şehir
Fakat yönetmen kısa bir süre içinde tv kanalının istediği formatın dışına çıkıyor ve İstanbul'un güzellikleri yerine Gazi Mahallesi’ni, Armutlu'yu, kentsel dönüşüme direnenleri, terk edilmiş Rum Yetimhanesi'ni ve terk edilmiş AVM'leri filmine sokuyor. Bu süreçte film ekibini de kendisine yabancılaştırıyor. Tanıştığı eksantrik bir tarihçi/figüran onu İstanbul'un diğer yüzüyle, ölülerin ve hayaletlerin İstanbulu’yla ve kedilerin iktidarda olduğu tarih öncesi İstanbul'la tanıştırıyor. Gitgide kimliğini kaybeden şehirle birlikte yönetmen de kendisini kaybetmeye başlıyor. Artık ekibini de kaybetmiş olan yönetmen gündüzleri uyuyup, geceleri dolaşıyor. Ta ki...

Ve duygular karışır
Türkiyeli olmak denilince akla hüzün geldiğini ilk kim söylemişti bilemeyeceğim. Ben Hilmi Yavuz'un Nâzım Hikmet şiirinde rastladım sanırım ilk: "Hüzün ki en çok yakışandır bize/ belki de en çok anladığımız". Sonra Orhan Pamuk dünyaya tanıttı, hüzün sözcüğünü. İki bin yıllık İstanbul kenti, mutluluğu ve hüznü hep birlikte yaşattı sakinlerine. Ayça Çiftçi, Altyazı'daki yazısıyla hatırlattı: Atıf Yılmaz'ın 1966 tarihli "Ah Güzel İstanbul"u da kaybolan bir İstanbul'un hüznünü anlatıyor.
Yönetmeninin postmodern, postyapısalcı bir film olarak tanımladığı "Hasret", bu kentte yaşayan bizlerin melankolik ruhunu en iyi anlatan filmlerden biri. Hopkins beklentileri yeniden yükseltti. Umarım gelecekte bizi yine geçmiş filmlerine hasret bırakmaz.

Kaynak: Birgun.net