1.

Sabah uyanır uyanmaz eline telefon alan ve hemen sosyal medyaya bakan ilk sıradaki millet bizmişiz. Düşünmek, okumak, konuşmak için pek arzumuz olmadığı için mi, yoksa her dakika, yeni ve olağandışı olaylara gebe bir coğrafyada yaşadığımız için mi? Belki tümü. Herkesin birbirini alabildiğine suçladığı, gammazladığı günlerdeyiz. Bunca kötülük içinde sağlıklı bir zihin yapısı pek zor…

Sabah sosyal medyada en çok konuşulanlar listesinde Tarık Akan adını görünce yüreğim ağzıma geldi. Meğer hastalığını yazmış bir gazete, o yüzden sevenleri hemen ilk sıraya çıkarmış Tarık Abimi. Gazetelerin bu kötülüğü nasıl yaptığını anlamıyorum. Elbette şöhretli biri merak konusudur toplum için, söz konusu sağlık olunca bu kadar zalim olmak hangi haberciliğe sığar?

Tarık Akan belleğimde ayrı bir yerde… Ekranların en yakışıklı, en güler yüzlü ismi. Sonra darbede içeri alınan, direnen, ödünsüz bir aydın. Tanışınca ayrı sevdim Tarık Abiyi. Birisiyle seyahate karar vermek güçtür. Apar topar, daha yeni tanıştığımız günlerde Paris yolculuğunda bulduk kendimizi. Dostluk bu gezilerde ayrıca açığa çıkıyor. Bakırköy’den, sinemaya ilk girdiği yıllardan söz açtık. Memlekete dair kaygılarını dile getirdi. Bu kadar uyumlu birini az bulur insan, dost olarak…

Kendinden söz etmekten pek hoşlanmıyor Tarık Abi ve görünür olmaktan. Çocuklara emek vermeği seviyor. Okulu var. Nâzım Hikmet dostu bir de! Gözünü budaktan sakınmayan bir aydın.

Talihliyim Tarık Abi’yle kadeh tokuşturdum. Yine yapacağız, yapmalıyız.

2.

Bazen tutuculuk ettiğimi düşünüyorum. Müzik ve edebiyat konusunda sahiden çok net ve sert sınırlarım var. Çağdaş dünya romanını, müziğini izlediğimi söyleyemem. Geçende çok satan, üzerine hayli söz edilmiş bir roman okudum. Jenny Offill adlı bir yazarın, Türkçesi “Eş” adlı romanı. Parçalı anlatı. Hoplamalı zıplamalı. Sevdim mi, ilginç buldum mu, bilemedim.

Modern yaşamların nasıl sürüldüğünü bir hayli iyi anlatıyor roman. Parçalı hali bunun belgesi. Günlük, sıkışmış yaşamda durduğumuz yeri iyice gözlemiş oluyor okur. Ama bana yakın mı, değil mi, anlamadım. Bir yandan çok hızlı okunup, olan bitenin de garip bir karmaşa içinde önümden akması, tam da hislerime tercüman. Öte yandan, hiçbir duygunun, kavramın derinleşmemesi sorun. Belki de sorun dediğim, tam da bu çağın gerçeği. Bilinçli bir tercih! Şurasının altını çizmişim;

“İlk tanıştığımızda bende inatçı bir öksürük vardı. Sigara tiryakisi öksürüğü, hiç sigara içmediğim halde. Doktor doktor gezmiştim ama kimse düzeltememişti. O ilk günlerde fazla öksürmemek için epey çaba sarf etmiştim. Geceleri yanında öksürmemek için elimden geleni yapardım. Tüberküloza yakalandığım fikrine kapılmıştım. Adı suya yazılmış biri yatıyor burada, diye düşünüyordum memnuniyetle. Ama hayır, o da değildi. Evlenmemizden hemen sonra öksürük geçti. Neydi o halde, diye düşünmeden edemiyorum.”

Yalnızlık mıydı acaba?”

3.

Biri sorsa: “Yazar kimdir?” diye. Tereddüt etmeden Stefan Zweig yanıtını veririm. Yazarın işi, yazmaksa eğer, bunu hakkıyla yerine getiren birinden söz ediyoruz. Sanki okuma yazma öğrendiği andan itibaren soluksuz elinde kalemle dolaşmıştır Zweig. Yasa zaafıyla, eserleri telifsiz basılmaya başlayınca, piyasa Zweig kitaplarından geçilmez oldu. Yayıncılar fırsatçı davranıyor kuşkusuz ancak okur açısından büyük bir fayda ve olanak sağladığını not etmeliyim bu durumun.

Zweig ne kadar çok yapıt vermiş meğer, sanırdım ki, bugüne dek tüm eserlerini gördüm, büyük bölümünü okudum. Ne mümkün! Ucu bucağı olmayan bir deniz gibi Zweig. Demek çağın ruhu da buna uygun. Yazar, yazmak için sınırsız zamana sahip oluyor ya da geçinmek adına; okur da merakla izini sürüyor. Bundan güzeli olur mu? Hitler vahşeti Zweig’ı memleketinden, dilinden sürgün edip, büyük yazarı intihara taşıyana dek yazar üretmeye devam ediyor. Belki tüm bir ömür sadece bir yazarın izini sürmeye harcanabilir. Mutlaka büyük keşifler peşinde koşarak, işi talihe bırakmamız gerekmez. Biyografileri, romanları, denemeleri, mektupları, öyküleriyle Zweig önümüze upuzun bir yolculuk için bekliyor…

4.

Yazar kişinin önemli sorunlarından biri, yapıtlarını basacak bir yayıncı bulmasıdır. Şimdilerde yayın olanaklarının kolaylaşması, neredeyse önüne gelenin kitap çıkarmasına neden olsa da, hakikat bu değildir. Her yazılı kâğıt tomarı kitap anlamına gelmez. Çerçöpten geçilmiyor ortalık. Kaldı ki, bir kitabın varlığını gösteren işaretler vardır. Düşün dünyasına katkı yapmayan, uçucu bir esere imza koymanın anlamı nedir? Edebiyat tarihi, geçici başarılarla sarhoş yazarlarla dolu! Şöhretin şehvetine kapılıp kaybolan ne isimler var… Kuşkusuz yazar okunmak ister. Okur da iyi yazar arar…

Türkiye’de dört bin civarında sahici okur olduğu verisine ulaştım geçende. Bu bir tahmin mi, araştırma mı, emin değilim. On bin bile olsa ne çıkar! İyi okur dediğimiz; ne aradığını bilen, bir yazarın izini süren, farklı türlerden beslenen ve düşünme yetisine sahip kimsedir. Yılda en az kırk, elli kitap okuması gerekir. Kalan geniş kitle için heveskâr demek doğru olur. Hayatı boyunca eline şiir kitabı almamış birinden okur yaratmak olası değildir.

Yazar çalışkan, verimliyse bir başka sorun daha çıkar karşısına. Üretim hızına yetişecek bir yayıncı ve okur bulma sorunudur bu. Enis Batur ilginç bir örnek! Yılda kaç kitap üretiyor, bilemiyoruz. Bunu kusur sayabilir miyiz? Yazarın işi yazmaksa ve bunu iyi yapıyorsa, ne gibi bir sorguya tutabiliriz ki onu? Batur kadar olmasa da, benzer güçlüğü yaşadığım dönemdeyim.

5.

Zweig benzersiz anlatım biçimiyle bizi her yapıtında büyüler. “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” bunlardan biridir. Ayrıntıdaki şeytanı gösterme işini üstlenmiştir bu kez Zweig. Tarihin rastlantılarla örüldüğünü görürüz bir yandan, öte taraftan bireyin yaşama tutunmak, tarihe adını yazdırmak için aldığı risklere tanık oluruz. Büyük bir dehanın yazgısının bir anlık kararla nasıl değiştiğini, bir devrimcinin nasıl doğduğunu okuruz. Yine de olaylardan etkilidir, anlatım biçimi/dili.

Zweig; Sultan Mehmet’in İstanbul’u ele geçirme arzusunun ne denli saplantılı hale geldiğini, romancılığının getirdiği gözlem gücü, ruh çözümleme becerisiyle anlatır okuruna. İstanbul sultanın büyük düşüdür. Önemli bir savaş taktikçisi olduğu kadar, gözü kara ve hatta zalim biridir Mehmet. Belli ki iktidar oyununun ne anlama geldiğini bilir. Tarihin kırılma noktasıdır yaşanan an. Şöyle yazar Zweig;

“Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler. Mehmet de tahta çıkınca, işte böyle yapıyor ve özellikle İmparator Konstantin’in gönderdiği dostluk elçisini çok sıcak ve barışçıl sözlerle kabul ediyor. Tanrı’nın, peygamberin, meleklerin ve Kuran’ın üstüne yemin ederek Basileus’la imzalanan antlaşmalara bağlı kalacağını açıkça söylüyor.”

Zweig sert tarifle Sultan Mehmet’i anlatıyor. Lâkin dönemin ve aslında her zamanın ruhu, siyasal ayak oyunlarını meşru kılıyor. Buna karşın, büyük dehasını da teslim ediyor sultanın Zweig. Sonuç? Surlarda açık unutulan bir kapı Bizans’ın ve belki de dünyanın yazgısını belirliyor.

İstanbul doğumlu, tutkunu bir yazar olarak ne hissetmeliyim?

6.

Memleketin matbuat tarihi acılarla, tuhaflıklarla dolu… Bir yandan dışında kalmak istiyor insan, öte taraftan hukuksuzluk karşısında çılgına dönüyor, yazmadan edemiyor. Can Dündar son dönemde pek gündeme geldi. Doğrusu düşünce çizgisini tutarlı, sağlıklı bulduğumu söyleyemem. Muhtemelen o da beni katı ve sekter buluyor. Merhabamız var. Ölçülü konuşmalarımız oldu. Mahpusa düştü. Çıktı. Dünyanın gözü üstündeydi. O ünlü biri. Liberal çevrelerin hep desteklediği biri! Yerli ve yabancı…

Yurtdışında olması düşündürücü… Türlü gerekçelerle, hakkında söylentiler var. Ben kavganın mertçe, yüz yüze olanını önemserim. Tuzak, kumpas, yalan, dolan yakışmaz kalem erbabına. Bu ölçüttür. Dündar yurtdışında diye sövenler ya da haklı bulanlar dilediğini yazsın. Lâkin eşin sınır kapısından geri çevriliyor, niye? Çağdaş dünyada hukukun kişiselliği esastır. Diyelim Can Dündar hain, katil, akla gelen her türden suçu işlemiş; bu eşini rehin tutma hakkı verir mi devlete?

Dilek Dündar, yani Can’dan bağımsız bir kimse, eşinin fikirleri veya suçları için bedel ödeyecek. Anlaşılır değil bu. Zamanında Nâzım’la eşi Münevver’de aynı yazgıyı paylaşmıştı. Yahu eşler, çocuklar, dostlar kavgaya karıştırılırsa, bu işin ahlakı bozulmaz mı? Şu FETÖ mensupları, Nedim Şener mahpustayken, ziyarete giden küçük kızına aynı zulmü yaptı. Çocuğu çırılçıplak aramaya kalktılar neredeyse…

Hangi güç/iktidar zehirlemez ki insanı?

7.

İnsan zamanla yazarlığını tanımaya başlıyor. Bir süreçtir bu. Koşturmalı yazar kimi, bazısı dindin ortam arar. Sanırım ben telaşlı olan taraftayım. Bir kitabın yayın tarihi geldikçe, gaza basar, düşüncemi iyice netleştirdiğim için, sanki sağanak bir yağmur gibi yazıyorum. Bunun yararı da oluyor, zararı da! Uzun süre öykü üzerinden döndükten sonra, bu ani sıçrama hali yorucu aslında. Yeni romanın teslim tarihi yaklaştıkça, tedirgin oluyorum. Masa etrafında dönmekten helak oldum desem yeri. Bir yere geldim. Durdum. Neden? Belirsiz. Sanki elindeki fikirleri, kurguyu yeniden bir denemek gerek gibi. Oysa bir metne ne yazarı tam hâkim olabilir, ne de kahramanı.

Geçen gün çok sevdiğim ağabeyim: “Bunca işe nasıl yetiyorsun?” diye sordu.

Okumaktan, yazmaktan, çalışmaktan başka bildiğim ne var ki?

Kaynak: Birgun.net