Festivaller öncesinde film tavsiye etmek, pek yaptığım bir şey değildir. Seyretmediğim filmler hakkında nasıl tavsiyelerde bulunurum? Bunu yapanlara da şaşırıyorum. İnsan seyretmediği filmler için nasıl “sakın kaçırmayın” diyebilir? Çok şey beklediğim filmler bazen beni hayal kırıklığına uğratır, başka zamansa hiçbir şey beklemediğim filmlerden keyif alırım. Fakat bu Filmekimi öncesinde epey bir filmi görmüş olduğumu fark ettim. Wroclaw’daki Nowe Horyzonty, Miskolc’taki Jameson CineFest ve Adana film festivallerinde seyrettiğim ve 15. Filmekimi’nde de gösterilecek olan filmlerle ilgili düşüncelerim şöyle:

Julieta: Seyrettiğim en iyi Almodovar ve yılın en iyi filmlerinden biri. Cannes’dan eli boş dönse de, eleştirmenler orta karar bulsa da bence bir başyapıt. Eksiği, fazlası yok. Klasik Almodovar aşırılıkları da yok. Acıklı ama ağlak değil. Komedi ise hiç yok. Kayıp ve suçluluk duygusu, annelik ve çocukluk, aşk ve cinsellik üzerine bir sürü şey var ama. Almodovar saf dram demiş filmi için. Has dram olarak da çevrilebilir. Her halükarda has sinema olduğu kesin. 28 Ekim’de vizyona girecek.

Ben, Daniel Blake: Ken Loach’ın Cannes’da Altın Palmiye alan filmi, ustanın en iyilerinden. Cannes’da eleştirmenler yine burun kıvırdılar ama yine haksızlar. Film, ezilenlerin dayanışmasını biraz fazla meleksi tasvir etmiş, filmin tek kusuru bu. Onun dışında, kapitalizmin ve onun devletinin ezdiği insanların dramı çok iyi anlatılmış. 2 Aralık’ta vizyona girecek.

Frantz: Aşk her şeyi affeder mi? Bazen eder. I.Dünya Savaşı sonrasında geçen imkansız bir aşkın hikayesi, gayet ikna edici bir şekilde anlatılmış. François Ozon ilk kez Almanca/Fransızca ve siyah-beyaz/renkli bir film çekmiş. Başroldeki Paula Beer çok iyi. Keza Pierre Niney de öyle. Sağlam bir film.

Hizmetçi: Park Chan Wook’un filmi kesinlikle görmeye değer. Karmaşık bir olay örgüsü, entrika içinde entrika var. Görüntüler çok etkileyici. Dinlenmiş bir kafayla seyretmekte yarar var.

Toni Erdmann: Yılın sansasyonu. Cannes tarihinde eleştirmenlerden Toni Erdmann kadar yüksek puan alan bir film yok. Temelde bir “kendini iyi hisset filmi” olsa da, epey karanlık tarafları da var. Kapitalizmin vahşi dünyası içinde kendisine yabancılaşan genç bir beyaz yakalı kadınla, ona nefes aldırmaya çalışan babasının ilişkisi. Unutulmaz bir iki sahnesi olsa da abartıldığı kadar müthiş değil. Ama kaçırmayın, iyi film. Vizyona girmeyecek gibi.

Albüm: Adana’dan iki büyük ödül aldı; senaryo ve yönetmenlik dallarında. Romen sinemasının ve İsveçli yönetmen Roy Andersson’un etkisi görülüyor. Mizantropik bir film. Mizantrop*, mizantropu görünce sopasını hazırlarmış. Filmden hoşlanmadım. Usta işi çerçevelemeleri var fakat. Çocukları olmayan bir ailenin bir çocuk evlat edinip, o çocuğu kendilerinden olmuş gibi gösterme çabasını anlatıyor. 4 Kasım’da vizyona girecek.

Mezuniyet: Galiba Romen sinemasından çok sıkıldım. Kaypak orta sınıf ahlakı, tanıdık bildik bir şey. Kızının bitirme sınavında başarılı olması için ilkelerini çiğnemeye hazır bir baba ve ailesinin hikayesi. Herkes suçlu, herkes suçsuz. Yani insan da kötü, sistem de kötü. Batı cephesinde yeni bir şey yok. Cannes’da, Christian Mungiu, Olivier Assayas’la birlikte bu filmiyle en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü.

Çakı Gibi: Çok fazla osuran bir cesetten ne kadar komedi üretilebilirse o kadar üretilmiş. Yanlış okumadınız, osuran bir cesetle başbaşa kalan bir kazazedenin hikayesini anlatıyor film. Başka da aklımda kalan pek bir şey yok filmden. Güldürme ihtimali var.

Alt Tarafı Dünyanın Sonu: Xavier Dolan beni bugüne kadar pek etkilemediyse de bu filmi benim gördüğüm en iyi Dolan filmi. Cannes’da Grand Prix’yi (ikincilik ödülü) aldı ama eleştirmenler hiç beğenmedi. Ne o, ne de öteki. Yani ne yerden yere vurulacak bir film, ne de ikincilik ödülüyle taçlandırılacak bir film. İyi bir yönetmenlik var ama senaryo o kadar iyi değil. Karakterler film boyunca hep aynı aşırılık içindeler. Bu işlevsiz aile tablosu da haliyle bir süre sonra yoruyor.

Kaptan Fantastik: Sol gösterip, sağ vuracakken yine de orta yolu bulan bir film. Hippie, muhalif bir baba ve çocuklarının alternatif hayatları, annenin ölümünün ardından bir sınavdan geçer. Cenazeye gitmek, alternatif bir hayat süren ailenin dış dünyaya açılması demek. Bu da bir sürü krizi beraberinde getirir. Büyük oyuncu Viggo Mortensen var! 25 Kasım’da vizyona girecek.

Meçhul Kız: Dardenne Kardeşler’in en yavan filmlerinden biri. Yoksul bir Siyah kadının ölümünden kendini sorumlu tutan Beyaz bir tıp görevlisinin, kadının ölümü ardındaki sırları çözme ve ezilenlere yardım etme çabasını anlatıyor. 11Kasım’da vizyona girecek.

Vahşiler Firarda: Bu Yeni Zelanda filmini altyazısız, İngilizce (ağır Yeni Zelanda aksanıyla) orijinalinden seyrettim. Haliyle birçok konuşmayı anlamadım. Fakat yine de çok keyifli bir film olduğunu söyleyebilirim! Belki ikinci defa giderim. Kaliteli bir komedi! Keşke vizyona girse.

Sieranevada: Yine Romenler!!! 3 saat boyunca bir eve tıkılı kalmayı kaldıramadım ve 2. saatin sonunda filmi terk ettim. Festival yorgunluğu olmasa seyrederdim. Filme haksızlık etmek istemem ama, yine aynı şeyler işte: Orta sınıf sevimsizlikleri, tuhaf işlevsiz ailesel vaziyetler falan... Tabii ki sıradan bir film değil. Usta işi mizansenler ve oyunculuklar takdire şayan. Filmin adıyla bir ilgisi yok, bildiğim kadarıyla.

Seyretmediğim filmler hakkında bir şey yazmayacağım ama çoğu çok ilginç görünüyor. Seçim size ait.

*mizantrop: tdk sözlüğünde “1. toplumdan, insandan kaçan kimse; merdümgiriz. 2. insandan nefret eden kimse" olarak tanımlanmış.

Kaynak: Birgun.net