Ranj Alaaddin

Türkiye geçen hafta IŞİD’nin düzenlediği yeni bir terörist saldırıyla sarsıldı. Bu, altı ay içinde gerçekleşen dördüncü saldırıydı ve ülkedeki 20 milyon hoşnutsuz Kürt’ün insani ve siyasal hakları için savaşan PKK’yle olan savaşını yoğunlaştırdığı bir zamana rastladı.

Türkiye gerçekten istediğinde IŞİD’e zarar verebiliyor. Göstermelik de olsa söz konusu intihar saldırılarına cevaben 200 IŞİD savaşçısının öldürülmesi bunun göstergesi; ama bunun için altı ay içinde dördüncü kez vurulmayı bekledi. Uluslararası toplumun IŞİD’e karşı başlattığı seferberliğin üzerinden ise neredeyse 2 yıl geçti.

Erdoğan, Batı’nın ve uluslararası toplumun tüm ısrarlarına rağmen, terörist örgüte karşı ciddi bir mücadeleye girişmektense PKK’yle sürdürdüğü kısasa kısas savaşa odaklanmayı tercih etti. Örgüt; daha geçtiğimiz günlerde bir polis merkezine düzenlediği baskında 6 kişiyi öldürdü.

Bunun böyle olmasının nedeni Erdoğan’ın siyasetinin seçim odaklı olması. PKK’nin imha edilmesi ve Kürtlerin marjinalleştirilmesi, Erdoğan’ın ülkeyi iki kampa bölmesini ve olası bir referandumda milliyetçi oyları kendine çevirerek iktidarını büyütmesini ve günümüz sultanlarına yaraşır yetkilerle donatabilmesini beraberinde getirecektir.

Erdoğan bir yandan da zevahiri kurtarmak istiyor: Suriye meselesindeki yaklaşımı tam bir fecaatti. Ülkedeki cihadist ve beceriksiz isyancılar –ki bunlar arasında El Kaide’yle yakınen dirsek temasında olup kendi “İslam devletini” kurmak isteyen Ahraruşşam da vardı-, Erdoğan’ın kendilerine yaptığı onca siyasi ve maddi yatırıma rağmen Esad rejimini alaşağı etmeyi beceremedi.
Bütün bunların üstüne, Suriye’de artık PKK’nin kardeş örgütü Demokratik Birlik Partisi (PYD) tarafından yönetilen bir özerk Kürt bölgesi artık kurulmuş durumda. Suriye Kürdistanı’nın yükselişi, tüm bu çatışmaların ortasında bir başarı öyküsü niteliğinde.
Suriye Kürdistanı’nın Türkiye’deki Kürtlerle hatırı sayılır sosyal ve kültürel bağları var. Bu yüzden onun yükselişinin, Türkiye’deki, bir zamandan beri zayıf düşmüş olan Kürt milliyetçiliği üzerinde canlandırıcı etkisi oldu. Bir zamanlar PKK ile barışı savunmuş, hatta örgütü güç kullanarak etkisiz hale getirmenin mantıksızlığına değinmiş olan Erdoğan, şimdi Kürtlerin savaşma kapasitesini yok etmek için Kürt şehir ve kasabalarına karşı, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün deyimiyle ayrım gözetmeksizin askeri güç kullanıyor.
Bu yüzden Erdoğan, gücünü arttırmak için her yolu deneyecektir; savaşın şiddetlenmesi ve daha çok kan dökülmesi pahasına da olsa.

Batı, Erdoğan’ı durdurmak için müdahale etmeli. Eğer asıl öncelik IŞİD’den kurtulmaksa, Türkiye’nin cihadistlerle mücadelede ABD’nin yegane müttefiği olan savaşçıları güçten düşürmesine engel olunmalı. Ne de olsa PKK’nin, PYD ile beraber, IŞİD karşısındaki en etkin Batı yanlısı gücü teşkil ediyor olduğu uluslararası boyutta taktir edilen bir gerçek.

Batı’nın yapabileceği pek çok şey var. İlk adım, 2013’te olduğu gibi, devlet ve PKK arasında ateşkesin zorlanması ve barış sürecinin teşvik edilmesi (Süreç yarım kalmıştı) yönünde atılabilir. Ayrıca, acil insani yardım ihtiyacında olan Kürt şehir ve kasabalarının bulunduğu Rojava’ya koyduğu ambargoyu kaldırması için de Türkiye’ye baskı yapılmalı. Ambargonun kalkması bölgedeki insani krizi hafifleteceği gibi Batı’ya mülteci akınının da kısmen önüne geçecektir.

Bütün bunların olması için Batı Türkiye’yi harekete geçmeye zorlamalı. Bu da Türkiye’nin barışcıl bir çözüme yanaşmaması halinde NATO’dan dışlanmakla tehdit edilmesiyle sağlanabilir. Geçtiğimiz on yıl içindne Erdoğan’ın kişisel hırsları Türkiye’yi olmazsa olmaz bir müttfikten başka her şeye çevirdiğine göre bu son derece yerinde bir adım olur. Ayrıca Batılı güvenlik anlayışına sahip bir ülke için de NATO’dan dışlanmanın anlamı önemli.

Türkiye, Erdoğan yönetiminde, Batılılarla işbirliği yapmayı reddetiği gibi Batı’nın güvnlik çıkarlarına kafa tutan politikalar yürütmeye de devam ediyor: Yükselen Rus militarizmi karşısında, bir NATO ülkesi olarak üzerine düşenleri yapmaktan imtina etmesi ve Batılıların Ukrayna’ya müdahalesinden ötürü Rusya’ya uyguladığı yaptırımları desteklemekte yetersiz kalmış olması –bununla kalmayıp yaptırımlara karşın Moskova ile ekonomik bağlarını sıkılaştırdı- bunu gösteriyor.

Bunların yanı sıra Ankara, Afganistan ve Kosova’daki NATO misyonlarına katılmak üzere askeri güç göndermeyi reddetti ve ABD destekli Güvenlik Konseyi’nin İran için öngördüğü yaptırımların aleyhine oy kullandı. Suriye savaşından önceyse, o zamanlar Irak’taki ABD güçlerini ve Iraklı sivilleri hedef alan terörist saldırıları finanse eden İran ve Suriye hükümetleriyle ilişkilerini güçlendirme yönünde adımlar atmıştı.

Erdoğan İsrail’le ilişkilerini bozarken, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından Darfur’da savaş suçu işlemekle ve soykırımla suçlanan Sudan cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’i ülkesinde ağırladı. Kendisi ayrıca adı batasıca “Uluslararası Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”ne mazhar olan son liderdi.

NATO’nun bir parçası olmanın bir ayrıcalık olduğu ve bunun suistimal edilemeyeceği Türkiye’ye hatırlatılmalı. Erdoğan, dışlanma tehdidinin kendisinin dahi Türkiye’nin süper-güç konumunu sarsacağını çok iyi bildiğinden, buna kayıtsız kalmayacaktır.
Türkiye’yi kaybetmek, ABD için işleri zorlaştırabilir; ama ABD’nin kıymetli müttefiği bugün bölgede sürekli sorun çıkaran ve istikrarı bozan bir aktör konumunda. O kadar ki, Batı’nın IŞİD’e karşı seferberliğine doğrudan tehdit oluşturuyor.

http://www.independent.co.uk/voices/after-the-latest-attack-on-istanbul-why-is-turkey-still-making-it-difficult-for-the-west-to-defeat-a6814376.html’den çeviren Defne Sarıöz

Kaynak: Birgun.net