“The Cut”ın hem eleştirmenler bazında hem de gişede uğradığı başarısızlıktan sonra, Fatih Akın’ın büyük bir yapımcıyla, çok satan bir romanın film versiyonunda yönetmenliğe seçilmesi doğrusu yönetmen için büyük bir şans, nerdeyse bir ödül. Akın, Wolgang Herrndorff’un bestseller’i “Tschick”in haklarını almak için çaba harcamış ama başaramamış. Romanın çekim haklarını alan yapımcı ile yönetmen anlaşamayınca, çekimlerin başlamasından yedi hafta önce Fatih Akın görevinin başına getirilmiş. Daha önce “Solino” dışında kendisinin yazmadığı bir film çekmeyen Fatih Akın, bu kez profesyonel bir stüdyo yönetmeni gibi çalışmış. Yine de senaryoyu Hark Bohm’la birlikte elden geçirmiş ve başrol oyuncusunu değiştirmiş. Bir miktar damgasını vurmaya çalışmış yani.

Film iki uyumsuz, sınıflarının en az popüler delikanlısının bir yaz tatili sırasında yaşadıkları maceraları anlatıyor. Maik (Tristan Göbel) inşaatçı bir baba ve alkolik bir annenin oğlu. Baba ailesine tamamen ilgisiz, sevgilisiyle tatillere çıkan bir karakterken, anne tenis kortları ile alkolden arınmak için gittiği tedavi klinikleri arasında mekik dokuyor. Maik annesini aldatan babasından nefret ediyor; babasının sevgilisine yiyecekmiş gibi bakmayı ihmal etmezken.

Tschick (Anand Batbileg) ise Rusya kökenli bir genç. Kendisini Çingene Yahudi olarak yani tam bir “Öteki” olarak tanımlıyor. Yaz tatili başladığında Tschick çalıntı bir Lada’yla çıkageliyor. Maik’in âşık olduğu Tatjana’nın doğum gününe denk gelen bu ziyaret, doğumgünü partisine davet edilmeyen yegâne iki kişiyi oluşturan kahramanlarımızın önce partiye uğrayıp hava atmalarıyla başlıyor ve sonra ikilinin Tschick’in dedesini ziyaret etmek için Walachei’a yolculuğa çıkmalarıyla devam ediyor. Walachei gerçekte Romanya’da bir bölgenin adı ama, Almanca’da cehennemin dibi gibi mecazi bir anlamı da var.

Çeşitli çok da heyecan verici olmayan maceralar yaşayan ikili, Çek asıllı bir kızla da karşılaşıyorlar. Maik ilk cinsel deneyimini yaşamaya çok yaklaşıyorsa da, olmuyor. Maik sürekli kızlara âşık olsa da, film boyunca eşcinsel olup olmadığı sürekli gündeme geliyor. İki erkek arkadaşın dostluğundaki eşcinsel çekim iması film boyunca sürüyor.

Filmin finalini Freudyen bir bakış açısıyla yorumlamak mümkün. Babasını elemine eden Maik, annesinin tek “erkeği” olmayı başarınca, aşık olduğu Tatjana’dan vazgeçiyor. Yani ebediyen çocuk kalmayı seçiyor diyebiliriz.

Bir yol hikâyesi olan “Elveda Berlin” bu nedenle aynı zamanda bir büyüme hikâyesi olarak görülmemeli bence. Bir büyümeme hikâyesi aslında.

Yol filmi deyince akla Amerikan filmleri geliyor ve işin doğrusu bu janr Amerika’ya yaraşıyor. Bu iş Almanya’da olmuyor. Film çok klişelerle dolu, kanımca çekici bir yanı yok. Oyunculuklar orta karar, hikâye orta karar, maceralar heyecan verici değil ve sonuçta kahramanlarımız gerçek anlamda büyümüyor. Yan karakterler ise (Maik’ın babası ve annesi, polis, doğal yaşamcı çiftçi aile) karikatürden öteye gidemiyor. Bir filmden daha ne istemeyebiliriz?

*****

Adana Film Festivali’nden: İnan Caddesi

Adana Film Festivali bitti, filmler hakkında yazıldı, çizildi. Ben yarışmada olmadığı için az izlenen ve sözü pek edilmeyen bir filmden bahsetmek istiyorum: Yelda Reynaud’un yazıp yönettiği “İnan Caddesi”nden. “İnan Caddesi” tam anlamıyla bağımsız bir film, gerilla usulü film yapmak denen şeyin tam karşılığı. Yelda Reynaud filmi sadece yazıp yönetmemiş, filmi çekmiş ve kurgulamış da. Bütün bunların tek bir nedeni var: Parasızlık. Film, son derece düşük bir bütçeyle yapılmış. Sadece iki oyuncuyla, tek bir mekânda çekilmiş. Ama bütün bunlara rağmen kendisini merakla izlettiren, karakterlerini ilginç kılan bir film çıkmış ortaya. Yelda Reynaud, sadece bütün zorluklara rağmen bu filmi yapma inadından ve inancından dolayı övgüyü hak etmiyor, festivalin görece iyi filmlerinden birini yaptığı için de övgüyü hak ediyor. Benim için “sinik” bir bakış açısına sahip olan ve karakterlerine birer böcek gibiymiş gibi bakan “Albüm”den (en iyi senaryo ve en iyi yönetmen ödülü sahibi) daha değerli bir film.

Filmin iki kahramanı, Ada (Pelin Batu) ile Davut’un (Onur Senan) terk edilmiş gibi duran bir mekanda karşılaşmalarıyla başlıyor film. Ada bayılmış, Davut ise ona yardım etmeye çalışmaktadır. Mekânın, Ada’nın babasının garsoniyeri olduğunu ve Ada’nın babasını kaybettikten sonra burada kendisini inzivaya çektiğini anlıyoruz sonra. Davut, ise Güneydoğu’da askerliğini yapmış, arkadaşlarının yanı başında ölmesine tanıklık etmiş, İstanbul’a geri döndüğünde yaşadığı travma sonrası stress sendromu nedeniyle işini sürdüremez olmuş bir genç. İki insan da kayıplar yaşamış, iki insan da suçluluk duygularının pençesinde. Bu ortak yanları. Ama ikili arasında devasa bir kültürel uçurum da var. Ada burjuva ve entelektüel, Davut ise işçi sınıfından bir genç. Davut romantik müzik deyince Ümit Besen’i anlıyor. Doğal olarak.

Bu iki genç insan bir gece boyunca yakınlaşırlar, birbirlerine yaralarını açarlar, tartışırlar, flört ederler. Ümit Besen şarkısı eşliğinde dans ettikleri sahne ise filmin en dokunaklı ve romantik anı. Böyle bir film iyi oyunculuklar olmadan mümkün olmazdı. Hiçbir film deneyimi olmayan Onur Senan’ın bu kadar iyi oynamasında hiç kuşkusuz yönetmenin payı büyük. Senan’ın James Dean’i andırdığını da ekleyeyim. Pelin Batu ise bu filmiyle en iyi oyununu çıkarmış. Film eğer yarışmada olsaydı, Batu’nun da en iyi kadın oyuncu adayları arasında önlerde olacağını söyleyebilirim.

Ada karakterinin, babasının garsoniyerinde inzivaya çekilmesini Freudyen anlamda yorumlamak da mümkün tabii. Babasına âşık bir genç kadının, babasının sevgilisi olma hayali kurabileceği, annesini dışlayabileceği en iyi mekân burası çünkü.

Sinemamız Yelda reynaud ile yeni bir yönetmen kazanmış gibi görünüyor.

Kaynak: Birgun.net