Bir yıldır Amerikalılar Trump’la yatıp Trump’la kalkıyorlar. Ve bu tuhaf başkan adayını anlamaya çalışıyorlar: Kim bu adam? Hani şu hepimizin bildiği milyarder emlakçı değil mi? Nasıl oldu da böyle zirvelere tırmanabildi?

Gerçekten de bu medya tutkunu emlakçıyı daha önce de bütün Amerikalılar tanıyordu. Üstelik siyasete olan zaafı da biliniyordu. Bundan önce de adaylık girişimleri olmuş, fakat ciddiye alınmamıştı. 2016 başkanlık seçimi için adaylığını koyunca da önce güldüler ve onu yine ciddiye almadılar. Ne var ki kampanya ilerledikçe işin rengi de değişiyordu. Hayatında kendi şirketlerinden başka bir şey yönetmemiş bir iş adamı, tecrübeli eyalet valisi ve iddialı senatör adayları birer birer tablodan siliyor, herkes de şaşırıyordu. Bu kez onu daha dikkatle dinlemeye, dinledikçe de ürkmeye başladılar. Bu bildikleri Trump değildi. Emlak tüccarı gitmiş, yerine hiç de alışık olmadıkları bir siyasetçi gelmişti. Artık bütün gözler onun üzerindeydi.

***

Herkes yeni Trump’ı anlamaya çalışırken, bir takım itiraz sesleri de yükselmeye başladı. Yanlış yoldasınız, diyordu kimi siyaset ustaları; Trump üzerinde odaklanmanız tamamen yanlış; önemli olan Trump’ın şahsı değil, ona oy verenlerin niteliği! Doğru ya, kimdi bu insanlar? Nasıl oluyordu da bu karanlık iş adamına böylesine güvenebiliyorlardı? Ne ki burası Amerika, ünlü üniversiteler ülkesi, elbette bunu araştıranlar da vardı. Hatta The Economist dergisinden (3-9 Eylül, 2016) öğrendiğimize göre, Kaliforniya Üniversitesi (Irvine) programına bu konuda bir ders bile koymuş ve Eylül ayında “Trump siyaset bilimi” adı altında öğretime başlamıştı.

The Economist, 2016 seçim kampanyasının ABD’de başkanlık seçimleri hakkındaki eski görüşü çürüttüğünü ve “Trumpology” bağlamında yeni bir analiz çerçevesi kurulmaya çalışıldığını yazıyordu. Eski görüşe göre, başkan adayının saptanmasında, esas itibariyle parti rol oynuyor, partinin güç odaklarının sıcak bakmadığı adaylar elimine oluyordu. Bu konuda bir siyaset bilimcinin yazdığı “Parti karar verir!” (“The Party Decides”) adlı standart bir kitap da vardı. Oysa Trump’ın adaylığıyla bu görüş çökmüştü. Şimdi “otorite”ler bu durumu da açıklayacak yeni bir kuram için Gallup’a 87 bin seçmen üzerinden bir anket yaptırmışlardı.

Anket bulguları, ekonominin “küreselleşmediği” (ileri teknoloji yüzünden fazla iş kaybı olmayan, fazla göçmen bulunmayan) bölgelerde Trump’a ilginin büyük olduğunu ortaya koymuştu. Yani Trump’ın, esas itibariyle, iş kaybı yaşayan ve bol göçmen barındıran mekânlarda halkı peşinden sürüklediği tezi yetersizdi. Yorumcular “derin Amerika” kültüründeki “otoritaryanizm” zaafına ve özellikle “renkli halka” karşı duyulan ırksal önyargılara da işaret ediyorlardı.

***

Gerçek şu ki son yıllarda sınıfsal analizler, hatta “sınıf kavgası” kavramı yeniden Amerikan siyaset jargonuna girdi. Ve onunla beraber paranoyak korkular da! Geçenlerde Washington Post’ta (8 Eylül) bir siyaset bilimci şunları yazıyordu: “Amerikan siyasetinde dini ve etnik çatışmalar hep önemli bir faktör oldu; fakat sınıf çatışmaları da enerjileri seferber edebilir. Belki de paranoya eğiliminin yayılmasına götüren temel neden, birbirlerine tamamen zıt olan ve bu nedenle de doğal olarak pazarlık ve uzlaşma gibi normal siyasi süreçlere uygun düşmeyen çıkar çatışmaları olabilir”. İşte aslında Trump’ı yükselten de bu “çıkar çatışmaları” olmuştu. Wharton’da okumuş New York’lu milyarder, “seçkin”lere karşıydı ve adına “sınıf kavgası” demese de, “tüm ezilenlerin” hakları için savaştığını söylüyordu. Üstelik anketler de Amerikalı beyaz işçilerin büyük çoğunluğunun onu desteklediğini gösteriyordu.

Trump’ın, esas itibariyle, iş kaybı yaşayan ve bol göçmen barındıran mekânlarda halkı peşinden sürüklediği tezi yetersizdi. Yorumcular “derin Amerika” kültüründeki “otoritaryanizm” zaafına ve özellikle “renkli halka” karşı duyulan ırksal önyargılara da işaret ediyorlardı

***

Yine de Trump’ın “mağdur edebiyatı”nda garip ve paradoksal bir durum vardı. Amerika’da gerçek “mağdurlar” Trump’ın savunur göründüğü “beyaz işçiler” değildi; asıl mağdurlar, göçmenler, siyahlar ve iş arayan diğer “renkli halk” mensuplarından oluşuyordu. Oysa Trump bunlara düşmandı. Konuşmaları daima Müslümanları, Arapları, Latinoları, Çinlileri, kadınları aşağılayan cümlelerle doluydu. On milyondan fazla kayıt-dışı Meksikalı işçiyi derhal ülkelerine süreceğini ve Meksika sınırına da, Meksikalıların parasıyla, bir duvar ördüreceğini söylüyordu. Ayrıca Filadelfiya’da yaptığı konuşmada “göreve gelir gelmez, ilk işinin yeni bir askeri bütçe hazırlamak” olacağını da ilan etmişti. “Büyük Amerika”yı yeniden kurmanın yolu buydu ve Trump, Putin’i biraz da bu alandaki başarısı yüzünden takdir ediyordu. Pentagon da bu kanıdaydı ve bir NBC anketi Trump’ın savunma görevlileri arasındaki taraftar oranının Clinton’unkinden çok daha yüksek (% 36’ya karşı % 55) olduğunu ortaya koymuştu. Bütün bunların “mağdurlara” yararlı olacağı hiç de söylenemezdi.

***

Trump, işsizliğe karşı himayeci bir politikayla savaşacak, emekçilere bu yolla yardımcı olacaktı. Bu konuda da en büyük düşmanı Çin’di; Çin’le ticaret, Amerikan ekonomisine zarar veriyordu. 1999-2011 arasında ABD imalat sanayisi altı milyon iş gücü kaybetmiş, bunun önemli bir kısmı bu ticaret yüzünden meydana gelmişti. (The Economist, 2-8 Nisan 2016). Trump Başkan olunca bunu önleyecek, bu ülkeye caydırıcı gümrükler koyacaktı. Himayeci aday bununla da kalmıyor Dünya Ticaret Örgütü’nden ayrılmaktan söz ediyordu. Bu da sadece Cumhuriyetçi Parti’nin değil, tüm Amerika’nın geleneksel siyasetine aykırıydı.

Yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı, mizojini, himayeci politika, militarizm.. Elbette ki bütün bunların, mağdurların kavgasıyla bir ilgisi olamaz. Bunlar, olsa olsa Amerikan tipi bir faşizmin işaretleri sayılabilir. Zaten son bir yıl içinde ülkelerinde böyle bir tehlikenin doğduğu kaygısına kapılan Amerikalılar da az değil.

***

Faşist rejimler, ulusal kültür ve gelişme düzeylerine göre değişen renklere bürünseler de, bazı genel özellikler taşırlar. En genel hatlarıyla, faşizm, demagog ve karizmatik liderlerle sürü psikolojisi içindeki yığınların buluşmasına dayanır. Faşizmin tutarlı bir dünya görüşüne ihtiyacı yoktur; onun sadece düşmanları bulunur ve en büyük silahı da yalandır. “Führer”ler, “Duçe”ler, “Caudillo”lar, yığınları hep “düşmanları”na karşı kışkırttılar. Ne var ki yığınların bünyelerinde anti-kapitalist eğilimler de bulunur ve bu da sık sık bir takım iç hesaplaşmalara yol açar. Alman Nazizminde bu hesaplaşma, SA lumpen alayları ile düzenli ordu mensubu SS subayları arasında olmuş ve bu kavgada partiye “sosyalist” sıfatının eklenmesinde rol oynayan SA aktivistleri feci bir şekilde ezilmişti. Benzer çelişkiler İtalya’da “Kara Gömlekliler”, Şili’de de “Patria y Libertad” partisi ile yaşandı ve farklı şekilde çözüldü. Bizde ise, 1970’lerde, tek dertleri “komünistleri ezmek” olan paramiliter ülkücü komandolar, 12 Eylül darbesiyle “düzenin legal güçleri” tarafından balyoz hareketiyle hizaya getirildiler.

Peki ya Amerika? Ya Trump ve hayranları?

Amerika gibi liberalizmin bir din şeklinde yaşandığı bir ülkede elbette ki durum farklıdır. Ne var ki, seçimlerde ilk kez kendisini açıkça “sosyalist” ilan eden bir adayın yarışa katılması ve epeyce de başarılı olması, belli ki “Amerikan paranoyası”nı depreştiren başka bir faktör oluyor. Nitekim Brookings Institution’dan Robert Kagan gibi ciddi bir faşizm tehlikesinden söz edenler de var. Washington Post’ta yayınlanan (18 Mayıs) “Amerika’ya faşizm nasıl gelir?” başlıklı yazısında, yazar bu tehlikeyi çözümlüyor.

***

Aslında Cumhuriyetçi Parti’den olan R. Kagan’ın kendisi de faşizmin gerçek ayracını, karizmatik ve demagog liderlerle yığınların “sürü psikolojisi” içinde buluşmalarında görüyor ve bu rejimleri “yığın yönetimi” (Mobocracy) olarak niteliyor. Peki, Amerika’da Trump’ın arkasında da böyle bilinçsiz kitleler var mı? Elbette ki var. Trump da Amerikalıları, hayranları ile kendisinden nefret edenler arasında ikiye bölmüş bulunuyor. Fakat hayranları Hitler’in ya da Mussolini’nin peşine takılan fanatikler ordusuna benzemiyor. Şimdilik, diyor Kagan, böyle gözü kara sürülerin oranı, ona oy verenlerin % 5’inden de az. Ne var ki, yazara göre, bu demagog bir kez Başkanlık koltuğuna oturunca her şey değişmeye başlayacak ve “Trump, kitle lideri olma gücüne, başkanlıktan gelecek devasa yetkileri de katacak: Adalet Bakanlığı, FBI, istihbarat örgütleri, ordu. O zaman ona muhalefet etmeye kim cesaret edebilir?”. Ve sözlerini şöyle noktalıyor Kagan: “Bakınız faşizm Amerika’ya nasıl gelecek: Faşizm Amerika’ya, (bir ölçüde bunlar şimdi de görülse de) çizmelerle, özel selamlarla gelmeyecek; bir televizyon madrabazı, bir sahte milyarder ve ders kitaplarına geçecek bir ‘ego-manyak’ın halktaki nefret ve güvensizlik duygularını kışkırtmasıyla ve kör parti yandaşlığı, dava yokluğu ya da sadece basit bir korku gibi nedenlerle koca bir ulusal partiyi peşine takmasıyla gelecek”.

Trump karşıtları eylemlerinde Trump ve destekçilerinin kullandığı nefret diline sıkça işaret ediyor

***

Doğrusu Kagan’ın kehanetleri, bizlere biraz da Stanley Kubrick’in “Dr. Strangelove”da çizdiği uğursuz tabloyu anımsatıyor. Oysa Dr. Strangelove çılgındı; Trump ise daha hesaplı görünüyor ve şimdilik işine yarayacak herkesi idare etmeye çalışıyor. Örneğin onun bir yandan Müslümanları aşağılarken, öte yandan da Erdoğan’ı öven sözlerini dinleyenler hangisine inanacaklar? Yoksa Trump, Erdoğan’ın İslamcılığını yeterince ciddiye almıyor mu? Ya da onun gayrimenkulcü ve inşaatçı (TOKİ, vakıflar vb) yönünü kutsal davasından daha önemli mi görüyor? Putin’i övmelerinin ardında da, Azeri kökenli gayrimenkulcü Aras Agalarov sayesinde Rusya ile kurduğu ilişkilerin ve Moskova’nın göbeğinde dikeceği “Trump Tower”ın etkilerinin olduğu yazılmadı mı? Her şey mümkündür; belki de Trump, Erdoğan’ı Amerika’daki bir kısım Müslümanları (FETÖ’cüleri) temizlemeye çalışıyor diye seviyor? Öyle ya da böyle, tüm olasılıklar ürkütücü ve herhalde Cumhuriyetçi Amerikalılar bile “faşizm geliyor!” diye çığlıklar atarken, bizde de aklı başında hiç kimse, örneğin Serdar Turgut gibi, “Erdoğan’ın tarihte bir ilk olarak yıllar önce başardığı işi (çevrenin merkeze zaferi kastediliyor, T.T.), bugün de Donald Trump sanki o deneyimi izleyip öğrenmiş gibi ABD’de yapmaktadır” diyemez; dememeli! Özünde faşizan bir gelişmeyi, “devrim” diye övmemeli! Yoksa bu bedaheti anlamak için bizim de “Tayyipoloji” enstitüleri mi kurmamız gerekecek?

***

Kısaca Amerika kendine özgü bir faşizm tehlikesi içinde; Amerikalılar korkuyor! Bugünlerde hararetle Trump’ı tartışıyorlar ve bu demagog seçimi kaybetse dahi, daha uzun süre de tartışacaklar. Ve bizler de, onlarla beraber! Nedeni açık: ABD’nin sorunları, büyük ölçüde küresel sorunlar haline geliyor ve bütün dünyayı etkiliyor. Gerçi 1990’larda değiliz; Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günlerde yaşamıyoruz. O tarihte Amerika tek “süper-güç” haline gelmişti ve bayram havası içindeydi. Fukuyama “Tarih bitti!” diyor; Yale profesörü Thomas Molnar da “21. yüzyılın Amerikan yüzyılı olacağını” ilan ederek tüm dünyayı “Amerikanoloji” enstitüleri kurmaya davet ediyordu. Oysa son otuz yılda köprünün altından çok sular aktı ve şu günlerde de “Amerikanoloji”nin yerini “Trumpoloji” alıyor. Hazin bir tablo! Gerçek şu ki, Trump’ın macerasını AB ve diğer ülkelerdeki faşizan gelişmelerden bağımsız olarak da düşünemiyoruz. 2008 krizinin etkileri, aradan geçen sekiz yıla rağmen, yoğunlaşarak sürüyor ve Berthold Brecht’in dediği gibi, kapitalizmin “iğrenç mahlûklarla dolu karnı, hala doğurgan!”...

Kaynak: Birgun.net