Son darbe girişimi, devlet yapısındaki çözülüşü ve krizi çok daha net bir biçimde ortaya çıkardı. Sadece TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) ve emniyet güçlerinde değil; yargı, bürokrasi, üniversiteler dahil devletin tüm yapısında siyasal İslam’ın her iki fraksiyonunun (AKP ve Gülen Cemaati) kadrolaşması ve nihayetinde çatışması, böyle bir kriz ortamının doğmasına neden oldu.

AKP ve Gülen Cemaati “koalisyonu”, 2012’ye kadar TSK ve bürokrasideki Kemalist kadroların temizlenip üniversitelerin kontrol altına alındığı, yargının ele geçirildiği, medyada yüzde 90’lık bir egemenlik sağlandığı, toplumun diğer yüzde 50’lik kesimi üzerinde baskı ve korku havasının yaratıldığı bir süreci inşa etti.

Çıkar çatışması

2012 sonrasında siyasal İslam’ın ya da ekonomik anlamıyla İslami sermayenin bu iki fraksiyonu arasında, çıkar ve egemenlik ilişkileri bağlamında bir çatışma yaşandı. AKP ve Cemaat’in, eski rejimin kadrolarını tasfiye edip devlet aygıtını ele geçirdikten sonra bu aygıtı ve rant sistemini nasıl bölüşeceklerine dair bir kavgaya giriştikleri görüldü.

Sonuçta; Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP, Fethullah Cemaati’ni koalisyondan dışlayıp tamamen tasfiye etmek istedi. Ardından da TSK’deki Fethullahçı cunta, can havliyle kanlı bir darbe girişimine başvurdu ve başarısız oldu…

Devletin işlevi

Aslında devlet denilen organizmanın yapısına bakıldığında şöyle bir manzara söz konusudur: Kapitalist bir toplumda devlet, egemen sınıflarla doğrudan doğruya özdeş olmasa da sonuçta o sınıfların genel çıkarlarını korumak için vardır. Devletin bu görece (nispi) bağımsızlığı, çeşitli hâkim sınıfların çıkarlarını bir arada tutabilmek için zorunlu sayılır; ancak kapitalist bir toplumun devleti hiçbir zaman emekçi sınıfların çıkarlarını korumaz. Zaman zaman öyle gözükse de aslında hâkim sınıfların uzun vadeli çıkarlarını gözetir.

Normal burjuva demokratik toplumlarındaki bu işleyiş, egemen sınıfların kendi içlerindeki çelişki ve çatışmalar ya da emekçi sınıfların mücadelesinin kapitalist sistem için bir tehlike haline gelmesi karşısında başka biçimlere evrilir. Bu kez zor faktörü devreye girer, süreç askeri ya da sivil diktatörlüklere, faşizm uygulamalarına kadar gider.

Darbe süreci

Ülkemizde de 1970’lerde gelişmeye başlayan bir işçi hareketi, 15-16 Haziran 1970 olayları ve öğrenci gençliğinin mücadelesi, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın deyişiyle “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” şeklinde değerlendirildi. Tüm egemen sınıfları bünyesinde toplayan Adalet Partisi’nde (AP) çatlama oldu, AP’nin içinden Demokratik Parti çıktı, hükümet bütçe görüşmelerinde güven oyu alamadı ve düşürüldü.

Ordu içerisinde cuntalar hareketlendi, nihayet 12 Mart 1971’de sermaye sınıfının genel çıkarlarını koruma adına TSK muhtıra verdi, yarım bir darbe gerçekleşti.

Tam askeri darbe ise 12 Eylül 1980’de oldu. Bu kez daha güçlü bir işçi sınıfı hareketi ve toplumsal muhalefet karşısında ekonomik olarak da krize giren sermaye sınıfı, yeni bir sermaye brikim modeli, yani emeğin bastırılıp düşük maliyetle ihracata dönük bir sanayileşme modeli için askeri darbeye olanak sağladı. Bütün egemen sınıfların çıkarlarını koruyan askeri darbe, 1980 sonrası dünyadaki neoliberal programa da uygun olarak gerçekleştirildi.

‘CIA altımızı oydu’

12 Mart muhtırasına maruz kalan AP iktidarının Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in “12 Mart’ta CIA bizim altımızı oydu” sözüyle 12 Eylül 1980’de CIA Ankara Büro Şefi Paul Henze’nin ABD Başkanı’na “Bizim çocuklar başardı” sözünü iletmesiyle ABD’nin bu darbelerdeki rolü tartışılmaz.

27 Mayıs 1960 darbesi de bir anlamda, ithal ikamesi denilen yeni bir sermaye birikim modeline geçişi sağlamak için uygulamaya kondu, denebilir. Darbe bildirisinde, “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” ibaresi de dikkat çekicidir. 27 Mayıs, doğrudan doğruya ABD’nin yönlendirdiği bir darbe olmasa da onun bilgisi dahilinde, onayladığı bir darbe şeklinde değerlendirilebilir.

Yine her üç askeri darbe öncesinde, yani 1958, 1970 ve 1980’deki devalüasyonlar, darbelerle ekonomik kriz arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor.

Darbelerin gerekçesi

Sonuç olarak bizim gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin darbeler tarihinde, ekonominin krize girmesi ve yeni bir sermaye birikim modeline geçiş, emekçi sınıfların kapitalist sistemin sınırlarını zorlayan mücadelesi, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmalar, emperyalist ABD ile ordunun hiyerarşik yapısının onayı, önemli rol oynuyor.

TSK içindeki Fethullahçı cuntanın darbe girişiminin başarısız olmasında, ordunun hiyerarşik yapısının onay vermemesi, ABD’nin açık ve kesin bir desteğinin bulunmaması, ülke içerisinde 12 Mart ve 12 Eylül’e benzer şekilde bir darbe ikliminin olmayışı gibi faktörler sayılabilir.

AKP’nin tam egemenliği

AKP, Cemaat’in tüm unsurlarını başta TSK olmak üzere devlet organlarından temizlemek üzere harekete geçti. Bu arada OHAL kararnameleriyle Fethullahçı gruba dahil olmayan muhalif kişilerin de tasfiye edildiği görülüyor.

Erdoğan ve AKP’nin devlet aygıtında tam bir egemenlik sağlamak istediği, İslamcı burjuvazi dışında kalan sermaye kesimini de sindirerek kısmen yanına aldığı, kısmen de etkisiz hale getirdiği dikkati çekiyor.

Devletin, egemen sınıfların sadece bir fraksiyonunun tam denetiminde olması, belli bir vadede ciddi sorunlara da yol açabilir. Türkiye’de ekonominin yabancı sıcak paraya bağlı kırılgan yapısı, dış borç yükü, büyüme hızının düşüklüğü, yüzde 10’un üstündeki kronik işsizlik oranı, önemli sorunları oluşturmaktadır.

CHP ve toplumsal muhalefet

Tüm bu oluşum ve gelişmelere karşın CHP’nin ve toplumsal muhalefet hareketinin tavrı son derece önemlidir. 24 Temmuz’daki Taksim mitingi demokrasi güçleri açısından bir moral ve umut kaynağı olmuştur. Bu ülkede AKP’ye biat etmeyen milyonlar vardır.

Emek ve meslek örgütleri, Birleşik Haziran Hareketi, sol kuruluşlar ve sosyalist partiler, niceliksel olmasa da niteliksel olarak önemli bir güçtür, CHP’nin bu güçlerle eylem düzeyinde de ittifakı, otoriter ve faşizan bir rejimin inşasında ciddi bir engel olacaktır. Yeter ki bunun bilincine varılıp birleşik bir muhalefet örgütlenebilsin…

Kaynak: Birgun.net