‘Ben Salvador Değilim’ (BSD), İslam’ın katı kurallarına riayet etmeye çalışan bir adamın karısı ve küçük kızıyla gittiği Brezilya'da düştüğü komik durumları anlatan bir film.
Naser, ülkesi İran'da para dolu bir çanta bulur ve bunu sahibine teslim eder. Üstelik paranın sahibinin verdiği para ödülünü de almayınca, televizyon programlarına örnek vatandaş olarak davet edilir. Televizyon programlarında, Naser'ın aslında bir gizli kamera şakasıyla karşılaştığını sandığını öğreniriz. Acaba, Naser şaka olmadığını bilse parayı alacak mıydı? Karısı da verilen ödülü az bulduğunu neredeyse ağzından kaçıracakken lafı son anda çevirmeyi başarır. Acaba para ödülü daha fazla olsaydı, para ödülünü alacaklar mıydı?

Film, kahramanlarının ahlakı hakkında soru işaretleri oluşturarak başlar. Televizyon programının ardından bir seyahat şirketi, Naser ve ailesine bir Brezilya tatili hediye eder ve aile Brezilya'ya gider. Naser'ın, dinin emirlerine riayet etme konusunda aşırı titiz biri olduğu ortaya çıkar. Ya meşrubatın içinde alkol varsa, ya yemek domuz eti içeriyorsa, ya bir kadın bana değerse, ya uygunsuz bir manzarayla karşılaşırsak gibi kaygılarla komik durumlara düşer. Brezilyalı güzel bir kadının Naser'ı kayıp nişanlısı sanması, işleri daha da karmaşık hale getirir. Kadın, Naser'dan kısa bir süreliğine nişanlısı gibi davranmasını istemesi ve Naser'ın bu ricayı reddedemesi üzerine, aile kendisini tuhaf bir durumun içinde bulur.

Doğrudan muhalefet yapmayan bir film
BSD, İran'da seyirci rekorları kırmış, 3 milyon bilet satmış bir film. Sinemalarımızda, İran sinemasının popüler örnekleriyle karşılaşmıyoruz. Bizde vizyona girenler Kiarostami, Panahi ve Makhmalbaf gibi yönetmenlerin festivallerde gösterilen, sanat sineması örnekleri oldu bugüne kadar. Bu açıdan ilginç bir film BSD. Katı İslami rejimden ve dinsel kurallardan bıkmış insanlara nefes alma ve kendi hallerine gülme imkânı veriyor. Film, hiçbir şekilde doğrudan muhalefet yapmıyor ve nihayetinde ahlaklı insanlar olmanın önemine vurgu yapıyor. Ama yine de katı ve biçimci ahlaki kurallara uymanın insanı ne kadar komik durumlara düşürebileceğini göstererek çaktırmadan bir eleştirme getirmeye de çalışıyor. Ne olur yani, bir kadının eli bir erkeğin eline değse, ne olur yani daha önce içinde alkol bulunmuş bir bardaktan su içilse, ne olur yani yemeğin içinde domuz eti bulunsa ya da etin kesimi İslami kurallara uygun yapılmamış olsa dedirtiyor. Kimsenin bu yüzden ölmediğini, daha da ötesi kimsenin bu kurallara uymayarak daha ahlaksız olmadığını, Brezilyalıların da paradan öte insani kaygılarla hareket edebildiğini gösteriyor. Hatta bizim katı dindar Naser'ımızın para bulduğundaki ikircikli tutumu göz önüne alınırsa, herhangi bir dinle bir alakasını görmediğimiz Brezilyalı kadının daha ahlaklı olduğu ortaya çıkıyor.

Filmin sınırları var ama. Muhalifliğinin mülayimliğinin ötesinde, popüler sinemanın abartılı basitliği filmin asıl sorunu. Komik durumların altının kalın çizgilerle çekilmesi ve sık sık benzer durumlarla karşılaşılması filmin asıl sorunu. Ama kitlelerin aradığı da tam da böyle bir şey.

***

Aşk Uğruna: Distopyada aşk
Aşk Uğruna, benzerini çokça gördüğümüz distopik bir dünya resmi çiziyor. İnsanlar duygularından arındırılmışlar ve son derece steril ortamlarda, beyaz üniformalar içinde yaşıyorlar. Büyük Savaş'ın ardından dünya yok olmuş. Geriye bir tek filmin geçtiği Collective denilen steril bölge ile Peninsula (Yarımada) denilen ilkel bölge kalmış.

Collective'de (birlik diye çevrilebilir) insanların birbirlerine dokunmaları, aşık olmaları ve tabii ki cinsel ilişkiye girmeleri yasak. SOS denilen bir hastalığa karşı uyarılar yapılıyor. Bu hastalık aslında sağlıklı insan duygularına sahip olmak demek. Hastalığın dördüncü aşamasına gelenler, DEN denilen bir kliniğe gönderiliyor ve intihar etmeye teşvik ediliyorlar. Hastalık bir başladıktan sonra yavaşlatılsa da, durdurulamıyor.

Bu dünyayı kimler kurmuş? Kimler yönetiyor ve insanları robota çevirmekten ne çıkar umuyorlar? Yönetenlerin kendileri duygularını yaşayabiliyor mu? Büyük bir refah içindeler mi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Filmin orijinal adı The Equals "eşitler" demek. Bu adın da nerden geldiğini bilmiyoruz aslında. İnsanların üniformalar içinde dolaşmalarından dolayı mı bu ad konulmuş filme? Eşitlik bir zamanlar burjuva devriminin sloganıydı. Kapitalizm eşitlik idealini terk edeli çok oldu, hatta aksine eşitliği istenmeyecek bir şey olarak tanımladı. Eşitlik idealini çarpıtarak anlamını değiştirdi. Kapitalist sistem, eşitlik eşittir komünizm o da insanların eşit imkânlara sahip olmaları değil, birbirlerinden hiçbir farklarının olmamasıdır, demeye başladı.

Filmin ve filmdeki bölgenin adları, yani Eşitler (The Equals) ve Birlik (Collective) açıkçası artık komünist düşünceyi çağrıştırıyor. Filmde egemen sınıf görünmediği için bu konuda daha fazla bir şey söylemek mümkün değil.

İşte bu ortamda yasak bir aşk yeşeriyor. Fakat karakterler sığ, Nicholas Hoult berbat bir oyuncu ve film zaten genelde klişelerden başka bir şey sunmuyor. Bu donuk ve ruhsuz filme Kristen Stewart bir parça ruh katıyor ama onun da elinden gelen sınırlı.

Kaynak: Birgun.net