Yascha Mounk

Almanya’nın, Michel Houllebecq’in Teslim Olma başlıklı romanında betimlenen karanlık gelecek senaryosuna istisna olması gerekiyordu. Fransa’da 2022’de geçen romanda köklü partilerin oy kaybettiği, aşırı sağcı partilerin Elysee Sarayını ele geçirmek üzere olduğu bir seçim dönemi hayal ediliyor. Sokaklar terör saldırıları yüzünden kanlı, faşistler selefilerle çatışıyor ve nihayetinde otoriter yönetim tehlikesine karşı İslamcı bir siyasetçi yükseliyor. Teslim Olma, basımından kısa süre öncesine kadar gerçeklerden kopuk, absürt bir provokasyon gibi görünüyordu. Charlie Hebdo’daki kanlı saldırının gerçekleştiği gün satışa sunulan kitap o günden sonra hiç de absürt görünmemeye başladı.

Günümüzde Avrupa ekonomisi kriz yaşıyor, sağcı popülistler Atina’dan Oslo’ya kadar her yerde yükselişte ve İngiltere AB’yi terk etmeye doğru son sürat yol alıyor. Tüm bunlar olurken, Almanya kıtanın istikrar adası gibiydi. Ülkenin ithalat odaklı ekonomisi güçlü, merkeziyetçi siyasiler devleti yönetiyor ve çoğu seçmen “siyasi deneylerden” kaçınma lüksünü tercih ediyor gibi görünüyordu.

Ülke aynı zamanda “yeni gelenleri” topluma entegre etme konusunda da iyi iş beceriyor gibi görünüyordu. Alman yerlileri ve Türk göçmenler arasında gerginlik olsa da, Paris’in, Londra’nın ve Malmo’nun banliyölerindeki gibi aşırı gerilimli olaylar yaşanmıyor. Teröristler Fransa, Belçika ve Danimarka’ya saldırmış olsa da, arada kalan bu büyük toprak parçasını es geçmişlerdi. Neticede, göçmenlerin entegrasyonu başarılı olsa olsa Almanya’da olurdu; sıradan vatandaşlar yavaş yavaş tamamen çok kültürlü bir kimlik benimseyebilir, Houllebecq’in çizdiği felaket senaryosu romanların dünyasında kalırdı.
Fakat geçen aylar içinde, göçmen krizi Almanya’nın “tehlikeli sulardaki güvenli liman” görüntüsünü bozmaya başladı. Angela Merkel’in ülkenin kapılarını Irak ve Suriye’den kaçan göçmenlere açık tutma sözü rağbet görmedi. Çoğu göçmen olan bir grup adam Hamburg ve Köln’de yılbaşı zamanı kadınlara saldırdığında ve onları taciz ettiğinde, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin oy oranı anketlerde tavan yaptı, önemli yerel seçimlerde rekor başarı elde etti. Savaş sonrası tarihi boyunca Almanya ilk defa en büyük iki partinin oylarının toplamının %50’nin altına düştüğünü gördü. Siyasi iklimin çirkin yüzü görülmeye başlandı – yoğun göçmen korkusu, merkez siyasetin zayıflaması ve otoriter sağcıların yükselişi. Fakat Almanya yine de sütliman bir istisna olmasa da krizden en kolay çıkabilecek ülke görünümü vermeyi sürdürdü.


Sonrasında ise kanlı, kaotik ve kafa karıştırıcı saldırılar geldi. Geçtiğimiz Pazartesi Afganistan kökenli bir adam Würzburg şehri yakınlarında trenle yolculuk eden insanlara baltayla saldırdı, 5 kişiyi yaraladı. Geçen Cuma, İran kökenli bir Alman Münih’te bir alışveriş merkezine daldı ve 5 kişiyi vurarak öldürdü, 35 kişiyi yaraladı. Geçtiğimiz Pazar sabahı, Suriyeli bir sığınmacı Reutlingen şehrinde yoldan geçenlere saldırdı, hamile bir kadını öldürdü ve iki kişiyi yaraladı. Son olarak, Pazar akşamı başka bir Suriyeli sığınmacı Ansbach’daki bir barda kendini havaya uçurdu ve on beş kişiyi yaraladı. Bu, Alman topraklarındaki ilk İslamcı intihar eylemiydi.

Saldırıların popülist sağcıların elini güçlendireceğine şüphe yok. Göçmen krizinin başından beri, Merkel’in açık kapı politikasına karşı çıkan popülist görüşün merkezinde, sıradan Alman vatandaşlarının can güvenliği konusu oldu. Şansölyeye karşı en ağır suçlama, kendi vatandaşlarının can güvenliğinden çok yabancıları umursadığı iması oldu. Göçmenlerin cinsel saldırı suçlarına karıştığı söylentileri –kimisi doğru, kimisi asılsızdı– yayıldı ve AfD bu yüzden bu kadar destek kazandı. AfD’nin, göçmenleri ülkeye kabul etmenin Almanya’yı kolay bir terör hedefi haline getirdiği tezini doğrulayan vakalara işaret edebiliyor olmaktan memnun olmasının sebebi de bu.

Son zamanlarda gerçekleşen olaylar Merkel’i ikinci bir yönden daha zayıflattı. Bu yönün, Alman parti sisteminin incelikleriyle ilgisi var. Geleneksel olarak muhafazakar bir parti olan Hristiyan Demokratlar Birliği’ne liderlik ettiği dönem boyunca Merkel, partiyi merkez siyasetin içine sapasağlam yerleştirdi. Bu da tabandaki aktivistlerin büyük bölümünü rahatsız etti. Merkel’e karşı çıkanların sesinin en yüksek perdeden duyulduğu yer Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) idi. CSU birçok yönden partinin Bavarya’daki destekçisi işlevi görse de, resmiyette bağımsız bir oluşum. Son birkaç aydır bazı yorumcular, CSU’nun Merkel’den tamamen kopması ihtimalini, bunun parti içi ayrışma anlamına geleceğini tartışmaya dahi başladılar. Bu ihtimal küçük. Ancak yine de gerçekleşen dört saldırıdan üçünün Bavarya sınırları içerisinde olması, ülkede göçmen karşıtlarının başını çeken ve CSU içinde Merkel’e karşı en etkin muhalif olan Horst Seehofer’in sesini kuvvetlendirecek.

Merkel’in bu kadar baskıya nasıl dayanacağını tahmin etmek gittikçe zorlaşıyor. An itibariyle iki ihtimal var: Partisini memnun etmek için direksiyonu sağa kıracak, ya da yön değiştirmeyecek ve kendi müritleri tarafından devre dışı bırakılmayı göze alacak. Alman siyasetini kolaylıkla domine ettiği günler her halükarda geçmiş görünüyor. Elde ettiği momentumla siyasi ölümden şimdilik kaçabilen, eski günlerden kalma bir siyasetçi gibi görünmeye başlıyor. Kaçınılmaz kaderiyle yüzleştiğinde, arkasından ne geleceği ise meçhul.

Bu gelişmelere bakılırsa, gerçekte işlerin ilk bakışta göründüğü gibi olmamasının bir önemi kalmıyor. Münih’te insanlara ateş açan David Sonboly’nin İslamcı değil, AfD destekçisi olduğu anlaşıldı. İranlı ebeveynlerden Münih’te dünyaya gelen Sonboly, Müslümanlardan ve “Kavruklardan” nefret ediyordu. Kendi saldırısını gerçekleştirdiği günden beş sene bir gün önce Norveç’te gerçekleştirdiği saldırıda 77 kişiyi öldüren Anders Breivik’ten ilham almıştı. Saldırıyı gerçekleştirdiği o anlarda Bavarya aksanlı bir inşaat işçisi olan Thomas Salbey, Sonboly’nin dikkatini dağıtmak için balkondan ona bağırmıştı. “Senin de kafanı kessinler, pezevenk!”

Silahlı adam, “Lanet Türkler” demişti.

Balkondaki adam, “Lanet Kavruklar” diye yanıt verdi.

Silahlı Adam “Ben Almanım” diye üstelemişti.

Bu şekilde karşı çıktıysa da ölümü onursuz oldu. Yabancılara yönelik aşırı-sağcı bir saldırı gerçekleştirmeye çalıştıysa da ülke onu Almanlara saldıran bir yabancı olarak algıladı. Dolayısıyla asıl amacı, yaptığı şeyin siyasi sonucunu pek değiştirmedi. Saldırıdan birkaç gün sonra ona ulaşan bir gazeteye konuşan o meşhur “atışmanın” kahramanı Salbey, saldırı için kimi suçlayacağını bulmuştu: “Merkel herkesi ülkemize kabul ediyor. Tek söylediği şey, “Yapabiliriz, yapabiliriz.”

Teslim Olma kitabının bir noktasında anlatıcımız, Avrupa’nın yaşadığı krizinin derinliğini anlatmaya çalışanları Kassandra’ya benzeten iyi niyetli bilgelerle dalga geçiyor. İfade ettiği üzere Kassandra, Helen’in kaçırılmasından Truva’nın yağmalanmasına her felaketi önceden tahmin ediyor. “Kassandra, kötümser tahminlerin adım adım gerçekleşmesinin bir örneğiydi, dolayısıyla merkez solun gazetecileri, gözlerini Truvalılar diğer yöne çeviriyormuş gibi geliyordu.”

Houllebecq belli ki kendini Avrupa’nın Kassandra’sı olarak görüyor. Gelinen noktada, adına hürmet gösterdiği antik kahramanla aşık atabilecek kapasitede görünüyor. Fakat öngördüğü nihai çözülüm pek olası görünmüyor. Müslüman göçmenler ile ilgili ne yapılacağı sorusu Almanya’da ve Avrupa’da bir dönüm noktasına geliyor. Kazanması muhtemel görünen taraf “oluruna bırakmayı” savunanlar değil, kontrolü ele almayı savunanlar olacak gibi görünüyor. Son günlerde artan gerilimler neticesinde kazanan yalnızca aşırı sağ olacaktır.

Foreign Policy, atfp.co/2aQfMtr’den çeviren Fatih Kıyman

Kaynak: Birgun.net