Nasıl ki resmi tarih için “bütünüyle yalandan ibarettir” denemezse, gayri resmi tarih de her zaman gerçeğin tüm çıplaklığıyla yansıtıldığı bir ayna olarak görülemez; tıpkı resmi tarih gibi o da gerçekliği eğer, büker, çarpıtır, kendi “dünya görüşü”ne uygun bir hale getirir ve öyle sunar.

Resmi tarih, 6-7 Eylül olaylarını “Selanik’te Atatürk’ün evine bombalı saldırı düzenlenmesine milletin verdiği doğal refleks” olarak anlatır ve bu gerçeğin bütünüyle çarpıtılması demektir. Ancak liberal ya da muhafazakâr tarih yazımı da başka bir çarpıtmaya başvurarak şöyle der: “6-7 Eylül, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan devlet geleneğinin ve vesayet rejiminin bir yansımasıdır.”

Oysa olan biteni “bir siyasi geleneğin tezahürü” ya da aynı anlama gelmek üzere “devletin değişmez özü” üzerinden açıklayan bu yaklaşım açıkça “metafizik” bir nitelik taşımaktadır; çünkü olayları maddi bağlamlarından, gerçekleştirdikleri dönemin sınıfsal ilişkilerinden ve emperyalist dünya sistemi içerisindeki güç mücadelelerinden bağımsız olarak değerlendirmektedir. Bu ise az önce söylediğimiz üzere gerçekliğin eğilip bükülmesinden ve çarpıtılmasından başka bir şey değildir.

Peki o halde 6-7 Eylül nedir, 6-7 Eylül’de ne olmuştur? Öncelikle şunun bilinmesi gerekmektedir, Türk dış politikasının 1950’lere kadar “Kıbrıs sorunu” diye bir gündemi hiç olmamıştır, Kıbrıs diye bir başlık yoktur. Ancak ne zaman ki Ada’da İngiliz emperyalizminin egemenliğine karşı Rumların merkezinde durduğu ve Kıbrıslı solcuların, komünistlerin de desteklediği bir ulusal direniş filizlenmeye başlar, Türkiye yönetici sınıfı da emperyalizmle işbirliği içerisinde meseleye dâhil olur ve ortaya bir “milli dava” çıkar.

Kıbrıs’ın Türkler ve Rumlar arasında bölünmesi talebini dile getiren “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı bu dönemi sembolize etmesi bakımından önemlidir ve aslında doğrudan İngiltere’nin Ada’ya dair planlarını yansıtır. Çünkü Ada’da Türklerle Rumlar arasındaki ihtilaflar büyüdükçe İngiliz egemenliğinin devamı kolaylaşacak, Ada halkının “self-determinasyon” talebi Birleşmiş Milletler gündemine gelemeyecektir.

6-7 Eylül bu perspektifle hayata geçirilir, İngiliz ve Türk istihbaratının işbirliğiyle, Atatürk’ün Selanik’teki evine yönelik düzmece bir saldırı tertiplenir ve sonrasında yine bu işbirliğinin ürünü olan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” (KTC) aracılığıyla İstanbul’da halk sokağa dökülerek Rumlara yönelik iki gün süren bir yağmaya girişilir. Geriye dönüp bakıldığında plan başarılı olmuştur denilebilir; çünkü o zamandan bu zamana Ada’daki iki halk arasındaki ihtilaf da, İngilizlerin imtiyazlı konumu da devam etmektedir.

Demek ki mesele basitçe “İttihatçı geleneğin azınlıklara düşmanlığı” ya da “Kemalistlerin homojen bir ulus yaratmak için Rumları Türkiye’den kovması” değildir. 6-7 Eylül, emperyalizmden, emperyalizmle ilişkilerden ve Soğuk Savaş’ın ruhundan, yani anti-komünizmden azade bir şekilde okunamaz, aksi bir okuma bize gerçeğin ancak küçük bir kısmını verir ve geri kalanını ise tahrif eder, çarpıtır.

6-7 Eylül’ün üzerinden elli yılı aşkın bir zaman geçti, 6-7 Eylül bu ülkenin azınlıklarına dair utanç tarihimizin bir parçası olmaya devam ediyor; benzer bir şekilde, bundan dokuz yıl önce gerçekleşen Hrant Dink cinayeti de alnımızdaki bir kara leke olarak yerini koruyor. Elimizdeki tek teselli ise 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası ortalığa saçılan belgeler sayesinde cinayetin iç yüzünün ve arkasındaki güçlerin açığa çıkması.

Dink cinayetinin de tıpkı 6-7 Eylül gibi bir siyasal dizayn operasyonu olduğunu ve birden fazla failin işbirliğiyle gerçekleştiğini artık çok daha net bir şekilde görebiliyoruz. Dink cinayetini yeni rejim inşasından ve bu inşa için yürürlüğe konulan emperyalizm destekli tasfiye operasyonlarından, yani Ergenekon ve Balyoz’dan ayrı bir şekilde anlamak mümkün görünmüyor, Dink’in katledilmesini mutlaka ve mutlaka yeni rejim inşası bağlamına oturtmak gerekiyor.

Trajik olan ise tıpkı 6-7 Eylül gibi Dink cinayetinin de liberal çarpıtmadan nasibini almış olması. Cinayetteki emperyalizm destekli Cemaat parmağını ve cinayetin yeni rejimin toplumsal mühendislik projesinin bir parçası olarak işlendiğini bilinçli bir şekilde gizleyen bu akıl, suçu “İttihatçı devlet geleneği”ne ya da “Kemalist vesayet rejimi”ne atmakta en ufak bir tereddüt göstermemiş, sonrasındaki süreci de “devlet bağırsaklarını temizliyor” diye desteklemişti, gelinen nokta ise burası oldu.

O halde yazıyı şöyle bitirelim: İlla ki 6-7 Eylül’den Dink cinayetine uzanan bir gelenekten söz edeceksek, asıl olarak emperyalizmle Türkiye yönetici sınıfı ve Türk sağı arasındaki ilişkiye bakmamız gerekiyor. Bu gelenek halen sürüyor, memleketi de beladan belaya sürüklemeye devam ediyor.

Kaynak: Birgun.net