Yazının spotundaki bu sözler, elektronik ortamda 9300 civarında üyesi bulunan "Diyarbekir İletişim Grubu"nun duygularını ve talebini dile getiriyor.

Bundan bir süre önce de "Çağdaş Avukatlar Grubu", "Katılımcı Avukatlar Grubu", "Özgürlükçü Hukukçular Derneği" ve "Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi" aynı konudaki taleplerini dile getirmişlerdi. Henüz bilmediğim, bilgisi bana ulaşmamış olan başka kişi ve grupların da bunlara benzer taleplerle konunun takipçisi olması kuvvetle muhtemel.

Ülke ve hukuk sistemimiz olarak bu konudaki geçmişimiz çok "parlak" değil! Cezaevlerinde beden ve ruh sağlığı elvermemesine karşın "ceza" çeken, ya da ceza çektiği sırada "beden ve ruh sağlığını" yitiren, bu nedenle de başkalarından farklı olarak "iki kez" cezaya mahkum olan ve "adalet"in gerçekleşmesi bir yana, bunun tersinin geçerli olduğunu bizlere kanıtlayan çok sayıda örnek var.

Örneğin her cuma akşamı Taksim Tramvay durağında bir araya gelen çoğu kadın, duyarlı insan cezaevindeyken "kanser" olan ve tedavisi gerektiği gibi yapılamadığı için "ölüm"ü bekleyen Hediye Aksoy'un tahliyesini talep ediyor. (1)

Örnekleri çoğaltmak için çok gerilere gitmeye gerek yok; hemen hepsi herkes tarafından biliniyor. Yine de birkaç örnek istenirse, Ergenekon Davası'ndan tutukluyken yaşamını yitiren Kuddusi Okkır var; (2) gereksinimine karşın içinde olduğu koşulları gereği diyet uygulanmayan şeker hastası hükümlü Ufuk Keskin var; (3)11 yıldır hapishanede mesane kanseriyle mücadele eden Odak Dergisi yazı işleri müdürü 42 yaşındaki Erol Zavar var; (4) ancak ölümün kıyısına geldiğinde tahliye edilen ve kısa süre yaşamını yitiren Güler Zere var. (5)

Tek tek  hepsini saymaya kalkmak sayfalarca süren "kara" listeler yapmayı gerektirir.

Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş da "kara" listede

Ama şimdi bunlara bir de halkın seçtiği bir belediye başkanı sevgili Abdullah Demirbaş eklendi.

Halen Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi sınırları içinde yer alan "Sur Belediyesi"nin başkanlık görevini sürdürüyor. Diyarbakır'da hayata geçirdiği "iki dilli" belediyecilik nedeniyle AKP iktidarının İçişleri  Bakanlığı'nca görevden alınmasına karşın 2009 seçiminde yüzde 65.3 oy alarak yeniden başkan seçilen bir "kişi". Demirbaş, henüz başkanlık koltuğuna yeni oturmuşken bu kez KCK operasyonu kapsamında tutuklanmıştı.

Kendisini şahsen de tanıyorum; Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde 1980-84 yılları arasında yaşanan vahşeti ortaya koymaya yönelik çabalarımıza aktif olarak katılan, destek veren bir "insan"dır.

Onu şimdi aramızda olmayan eski bir arkadaşıma, sevgili Dr. Ahmet Kurt'a benzetirim. Ahmet Kurt koca bedenine ve yaşına karşın hiçbir zaman, hiçbir konuda duyarlılığını yitirmeyen, sokaktaki tinerciden, en üst düzey yöneticilere, alışveriş yaptığı bir pazarcı ya da kantinciden, yalnızca ona "merhaba" diyen bir yabancıyla bile hemen arkadaş olup olumlu diyalog kurabilen, arkadaş olabilen, içten, yürekli bir koca "çocuk"tu. Bu özellikler ve daha fazlası sevgili Abdullah Demirbaş'ta da var!

Yaşı çok genç, daha yıllarca halkına hizmet verecek durumda. Ne var ki başındaki binlerce dertten başka, bir de "yaşamsal sağlık sorunu" var. Bu sorunu onun KCK davasından tutukluyken tahliyesini de sağladı. Ama sağlık nedeniyle "tahliye edilen" Demirbaş, sorununun tedavisi için gereken sağlık hizmetine ulaşamıyor. Bunu yapması "mahkeme kararıyla" engelleniyor. Bu karar "aman  cezaevinde ölmesin de ne olursa olsun" anlamına geliyor.

Toplanan imzalar ve onun tedavisine yönelik "toplu" talepler bu yüzden.

"Herediter Derin Ven Trombozu" öldürür!

Abdullah Demirbaş'ın 2001'den bu yana pençesinde olduğu hastalığın adı: "Herediter Derin Ven Trombozu". Uzun uzun hastalığı burada anlatacak değilim. Ama bu hastalık onda "soy geçmişinden" geliyor. Vücudunun içinde bulunan "derin toplardamarlar"da bir bozukluk var ve buralarda bulunan kan koyulaşıp pıhtılaşarak "tıkaçlar" oluşturuyor. Bunun önlenmesi için sürekli olarak "pıhtılaşma önleyici" ilaçlar kullanmak zorunda. Bu ilaçlar ise yaşamsal bakımdan çok riskli ilaçlar. Gerektiği şekilde kontrol edilmezse insan basit "kanama"lardan dolayı yaşamını yitirebilir.

Demirbaş, kötüye giden sağlığının düzelmesi için önce Diyarbakır Tıp Fakültesi, ardından Ankara'da Yüksek İhtisas ile Kalp ve Damar hastaneleri, son olarak da İstanbul Çapa Tıp Fakültesi'nde çeşitli tedaviler görmüş. 5 Kasım 2010 tarihinde Çapa Tıp Fakültesi'nde hepsi de yakından tanıdığım mesleklerine ve bilimselliğe saygılı, çok değerli hekimlerin, Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şevki Sözen, Prof. Dr. Nevzat Alkan ve Uzm. Dr. Birgül Tüzün'ün oluşturduğu bir heyet tarafından değerlendirilmiş ve bu hastalık için kullanılan bir ilacı kullanabilmesi için ABD'ye gitmesi önerilmiş.

Taraf gazetesinde yayınlanan haberinde de yer alan raporda bu durum şöyle dile getiriliyor: (6) "Eğer Coumadin kullanılacak ise kanda Protrombin Zamanı-INR terapötik aralıkta kalacak şekilde gerekli tetkiklerinin hastalığın klinik seyrine göre belirli zaman aralıklarıyla yapılarak uygulanmasının hayati önem taşıdığı, ülkemizde bulunmayan Pradaxa veya Pradax isimli ilaçların yurtdışından temin edilerek kullanımı söz konusu olacaksa; bu ilaçlar kullanılmadan önce yurtdışı özel merkezlerde ilaç kullanımı ile ilgili ileri genetik tetkiklerin yapılmasının, dolayısıyla kişinin yakın klinik takibinin gerektiği..."

Aynı habere göre bu rapora dayanarak ABD'deki Mayo Klinik ile bağlantı kuran Başkan Demirbaş'a olumlu yanıt verilmiş ve "zaman geçirmeden" Minesota'daki Mayo Klinik Rochester'deki genel dahiliye bölümüne yatışı önerilmiş.

Sağlık Hakkı, Hasta Hakları ve Yaşama Hakkı İhlâli

Süren KCK davası nedeniyle "tutuksuz yargılanan" Demirbaş'ın hakkında yurtdışına çıkış yasağı var. Bu yüzden vize alamadığı için söz konusu tedaviyi uygulama olanağından, dolayısıyla "tedaviye ulaşma hakkı"nın gereğinden yoksun.

Başka bir deyişle "mahkeme kararıyla bir hasta hakkı ihlâli ile karşı karşıya.

Haklar bir bütün; sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakkı bir "hasta hakkı" ama aynı zamanda "yaşama hakkı"nın da ihlâli anlamına geliyor.

Başkan Demirbaş, Avukatı Sertaç Eke aracılığıyla hastane raporlarıyla birlikte 4 kez başvurduğu Diyarbakır 4 ve 6. Ağır Ceza mahkemelerinden olumsuz yanıt almış.

Söz konusu haberde kendisinin bu konudaki sözleri de yer alıyor: "ABD'nin dışında Belçika'da da tedavi için umut ışığı var. Kullandığım ilaç çok hassas. Yani az alınınca pıhtılaşma, çok alınınca da kanamaya neden oluyor. ABD'de sözü edilen ilaç için genetik testler yapılması gerekiyor. Yani her iki durumda da sonuç ölüm. Mahkemeler tedavi olmama izin vermiyor. Ortada raporlar var. İnsan sağlığı önemlidir. Bu sağlık problemi dikkate alınmalıdır. Bütün ilgileri duyarlılığa davet ediyorum. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e de çözüm için devreye girmesini rica ediyorum" diyor Başkan. Başka bir deyişle çok açık bir hak ihlâline maruz kalmamak için "cumhurbaşkanı"na ulaşmaktan başka çaresi kalmamış durumda. Bu insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayalı hiçbir demokraside yaşanabilir, yaşanması kabul edilebilir bir durum değildir.

Tüm evrensel belge ve sözleşmeler "yaşama hakkı"nı her şeyin üzerinde tutar. İdam cezası dahil hiçbir cezai yaptırım, bu hakkı ortadan kaldıramaz. Bizde de idam cezası kaldırıldı ama bu cezanın uygulandığı dönemlerde bile bu cezaya mahkum edilen kişinin sağlığının bu cezanın uygulanmasına elverecek durumda olduğu bir doktor raporuyla kesinleşmeden ceza uygulanamıyordu.  Yani idam cezasında bile bir hekimin mahkumun "sağlıklı olduğunu teyit etmesi" gerekiyordu.

Abdullah Demirbaş'ın henüz yargı tarafından kesinleşmiş bir cezası yok. Masumiyet karinesi gereği, o bu yönde bir yargı kararı kesinleşene kadar suçsuz! Tutukluluk hali yine yargı kararıyla ve tedavisinin uygulanabilmesi için kaldırılmış. Kendisi bir belediye başkanı. Halk tarafından seçilen bir göreve iki kez talip olmuş ve iki defasında da seçilmiş. O halkına hizmet etmek istiyor. Yurt dışına gitme talebinin tedavisi davadan ve o dava sonunda verilecek cezadan kurtulmak için olmadığı çok açık. Hastalığının eğer gerektiği gibi tedavi edilmezse ölümüne yol açma olasılığı var. devlet tüm yurttaşlarının yaşama hakkını korumak onun gereğini yerine getirmek zorunda.

Toplumla devlet arasındaki sözleşmenin en temel gereklerinden birisi bu. Bu gerçekleşmezse, telafisi ve geri dönüşümü mümkün olmayan sonuçların ortaya çıkma olasılığı çok açık. Yaşam ortadan kalktığında bunun tazmin edilmesinin hukukun üstünlüğü ve adaletin sağlandığı anlamına gelmeyeceği ortada.

Yazılarımda sıkça dillendirdiğim bir noktayı burada bir kez daha vurgulamama gerekiyor; hekimlerin mesleklerini kötü uygulamaları, yani "mal praktis" için yapılan tanımlardan birisi de şudur: "Başka türlü yapma koşul ve olanağı olduğu halde, ve bu seçenek bilindiği halde, somut durumda olduğu gibi davranılması ve bu davranış sonucunda bir olumsuzluk ve zarar doğması 'kötü uygulama'dır."

Bu tanım her alandaki eylem ve etkinlikler için geçerli olabilecek bir tanımdır. Söz konusu örnekte eğer sonuç Başkan Demirbaş'ın açıkça dile getirdiği gibi sonunda yaşamını yitirirse, bunun  nedeni yakalandığı "Herediter Derin Ven Trombozu" olmayacaktır. Gerçek neden onun tanı ve tedavi hakkını kullanmasını engellenmesine yol açan "yurt dışına çıkış yasağı" olacaktır. Kim olursa olsun bir yurttaşının yaşama hakkını savunmayan ve korumayan bir devlet yetkilisi bir "mesleki kötü uygulama"nın failidir, dolayısıyla görev ve yetkisini "kötüye kullanmış"tır. Devlet hizmetinde her görev bir üst görevlinin denetim ve sorumluluğunda gerçekleşir. Bir mahkeme heyetinin görevini kötüye kullanmasını eğer aynı devlet yapısı içinde, onan daha yukarıda yetki ve sorumluluğa sahip olanlar düzeltmiyorlarsa, o "kötü uygulamaya" onlar da katılmış olurlar.

Sağlık en başta ve en önce gelir!

Bu hükümetin Sağlık Bakanı son yaşanan bir olayla ilgili olarak "sağlığın ve sağlıkçının ne kadar önemli olduğunu belirten bir ifadede bulunmuş ve "Savaş şartlarında bile sağlık kurumları ve çalışanlarına dokunulmazken insanımıza hizmet etmekten başka hiçbir gayesi olmayan bir sağlık çalışanımızın terör örgütünün elinde bulunmasını kabul etmek mümkün değildir" demiştir. (7)

Bu sözler salt bir "sağlıkçının" önemi ve onun üstünlüğünü göstermenin ötesinde sağlığın anlam ve önemini gösterir. Gerçekten de mevcut hükümetin sağlık bakanının kastettiği gibi "sağlık her şeyin başında ve üzerinde"dir.

Bu yaklaşımın bu ülkede "sözde" kaldığını ortaya koyan bir araştırma ve değerlendirme Sevgili Abdullah Demirbaş'ın karşı karşıya olduğu riskin büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Bu değerlendirmeyi yapan "Dünya Adalet Projesi"dur. (8)

Bu yapının hazırladığı uluslararası "Hukuk Devleti İndeksi" 2011 raporuna göre toplam 66 ülkenin 8 değişken üzerinden değerlendirildiği raporda Türkiye'de son sıralarda yer almış.

Raporda incelenen değerlendirmede ölçüt olarak kullanılan temel unsurlar şunlar: "Hükümetin gücünün sınırlandırılması", "Yolsuzlukla mücadele", "Asayiş ve güvenlik", "Temel haklar", "Şeffaf yönetim", "Yargı kararlarının uygulanması", "Yargı yolunun açıklığı", "Suçla mücadele". Raporda "Doğu Avrupa ve Asya" bölgesinde değerlendirilen Türkiye en düşük notu "Temel Haklar" bölümünden almış. Bu bölgede 66 ülke arasından 58. sırada yer alan Türkiye, bölgesinde yer alan 12 ülke arasında sonuncu olmuş. En iyi notunu "Yargı yolunun açıklığı" kriterinde alan Türkiye'nin bu alanda da 66 ülke arasında 27.  sırada olması dikkâti çeken önemli bir nokta.

İşte bu yüzden Abdullah Demirbaş'ın yaşama hakkına dokunulmaması ve onun sağlık hakkı ve hasta haklarına sahip çıkılıp savunulması için herkesin elbirliği etmesi gereklidir. Bu tutum yalnız onu değil, ama belki de onun durumunda olan çok sayıda tutuklu ve hükümlünün bu hakların gereği olan hizmetlere ulaşması anlamına gelecektir.

Not: Demirbaş'ın yurt dışında tedavi edilebilmesi için başlatılan imza kampanyasında toplanan imzalar Çağdaş Avukatlar Grubu,Katılımcı Avukatlar Grubu ve Özgürlükçü Hukukçular Derneği olarak ortaklaştırdığımız bir platform çerçevesinde, 19 Temmuz 2011 tarihinde Sevgili Abdullah Demirbaş'a ve yurt dışı çıkma yasağını koyan ilgili mahkemeye ve yasağın kalkmasına aktif desteği olabilecek kurumlara ve kişilere iletilecektir. (MS)