Yeşim Turan: Sayın Yaltı, TBB seçim sürecinde aktif bir rol üstlendiğinizi biliyoruz. Süreç hakkında bizi bilgilendirir misiniz?


Türkiye Barolar Birliği Başkanı ve Mevcut Yönetim Değişmelidir.


Av. Başar Yaltı: Bizim başından beri izlediğimiz bir çizgi var. Beklentimiz Türkiye Barolar Birliği’nin mevcut yönetiminin değişmesidir. Olaya bir bütün olarak bakıyor ve TBB nin değişmesi gerek derken, yönetim anlayışının yanlışlığını vurguluyoruz. Mevcut TBB Başkanı sonradan mevcut bir yönetimin başına gelmiştir. Ama mevcut yönetim, Ahsen Coşar’a ayak uydurmakta gecikmedi veya iki taraf birbirine ayak uydurdu. Sonuçta, Türkiye’nin içinde bulunduğu tabloda, sesini çıkartmayan, hatta bize göre sessiz kalarak yapılanları onaylayan bir TBB tablosu var karşımızda. 

İçinde bulunduğumuz süreci 3 ana başlıkta değerlendiriyorum. Cumhuriyet ve devlet bakımından olup bitenler, hukuk ve yargı anlamında olup bitenler ve meslek örgütü olduğumuz için özelde avukatlık hukuku ve meslek sorunları bakımından olup bitenler var.  

Her üçü açısından da başarısız bir tablo var önümüzde. Dolayısıyla bu tablo değişmelidir. 

Geleceğe baktığımızda ise daha vahim bir tablo var. Nedir bu? 2013 yılı özellikle kritiktir. Neden kritiktir? Bir anayasa yapım süreci var önümüzde. Barış süreci adı altında, barışın getirilmesi adı altında veya çözüm adı altında söylenenlerin “Türkiye’nin çözülmesi” şeklinde sonuç doğuracağı endişesi var. Ama görünün o ki, bizim değerlendirmelerimize göre, sürecin sonunda Türkiye çözülecek. Bunu da hukuki bir kılıf altında yani yeni anayasa ile yapacaklar.  

Kamuoyunda da tartışılan nedir? Türkiye Federasyona gidiyor kaygısı. Belki adı tam federasyon olması bile yerel yönetimlerdeki özerklik ki bunu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile karıştırmamak gerekir diye düşünüyorum, burada siyasal bir özerklikten söz ediliyor. Federasyon adının yaratacağı kuşkudan kaçınıldığı için, siyasal özerklikle aslında Türkiye bölünmeye hazır hale getiriliyor. İşte bunun kılıfı anayasa olacak. Dolayısıyla önümüzdeki dönem hukuk süreci daha da önem kazanacak ve Türkiye’nin dönüşümü tamamlanacak diye düşünüyorum. Kimilerine göre şimdiden birinci cumhuriyet bitmiş, yeni bir cumhuriyet, “İslami Cumhuriyet” kurulmuştur. Bundan sonra bizim vereceğimiz mücadele, Fransa’da olduğu gibi, 2.Cumhuriyet 3.Cumhuriyet gibi, gerçekten demokratik ve laik bir cumhuriyetin yeniden kurulmasını sağlamak olmalıdır. Bu söylediğim, özellikle sol ve sosyalist çevrelerde dillendirilen bir talep haline geldi. Öyle veya böyle mevcut cumhuriyet, kuruluş felsefesinden artık uzaklaşmıştır. Şimdi daha vahim bir tablo olarak, daha da otoriterleşen, gericileşen bir Türkiye yaratılıyor. Karışlıklı tavizleşme var ve bu tavizleşmenin de kiminle olduğu belli. Dolayısıyla, siyasal özerklik adı altında bir yapılanmayla ve karşılığında başkanlık sistemi ile Türkiye bir çözülme sürecine giriyor.  

Türkiye’nin en önemli hukuk kurumu, bana göre TBB’dir. En önemli ve en büyük… Çünkü örgütlü başka bir kurum yok. Tamam, yasal olarak sistemi, yargı yasama ve yürütme gibi algılayabiliriz. Ama sonuç olarak, Türkiye’nin hukuk sistemi içerisinde en büyük, en örgütlü kurum TBB’dir. Dolayısıyla TBB bu anayasalaşma sürecinde, içinde bulunduğumuz 2013 ve devam edecek yıllarda olup bitenler karşısında dik duracak, gericileşmeye karşı olacak, laik, demokratik cumhuriyetin, aydınlanma felsefesinin, sol dünya görüşünün gereklerine uygun bir yapının oluşmasına katkı sunması lazım. Yani şimdiye kadar olduğu gibi, saydığım üç alanda, hükümetin veya mevcut siyasal iktidarın yaptıklarına sessiz kalarak onay veren bir yapı yerine, tam tersine dik duracak ve sesini yükseltebilecek bir TBB yapısı oluşturmak gerekiyor. Bizim arzumuz bu. Temel hedefimiz, böyle bir TBB’nin hem başkan düzeyinde, hem yönetim düzeyinde, bütün organlarıyla birlikte bu anlayışa göre şekillenmesidir. Elimizde ve önümüzde de böyle bir imkan var.


İktidarda olan her siyasi aktör diğerlerine göre daha avantajlı ve güçlüdür. Deniyor ki, mevcut başkan Ahsen Coşar, hem güneydoğu barolarının hem de hükümet yanlısı baroların desteğine sahip. Delege yapısından kaynaklanan bir nedenle belli bir sayıya ulaşıyor bu destek. Ayrıca, özellikle bu dönemde TBB elindeki mali olanakları bazı barolara sundu. Barolara binalar yapıldı, araçlar alındı. Dolayısıyla bunun karşılığı olarak ta bir vefa duygusu mu dersiniz veya buna karşılık olarak mı derseniz, Ahsen Beye oy verebilecek barolar da var. İşte bunları yan yana koyduğunuz zaman, potansiyel olarak Ahsen Beyin hazır, ciddi oranda bir delege sayısına ulaşması mümkün gözüküyor. Bu nedenle ona karşı ancak tek bir aday, güçlü bir aday etrafında birleşilirse seçimin kazanılma olasılığı yüksek gözüküyor.  

Anlaşılıyor ki ne güneydoğu bölgesi baroları bir aday çıkartacak ne de hükümet yanlısı barolar ayrı bir aday çıkartacak. Bunlar Ahsen Beyi destekleyecekler. Geriye kalan, kendilerini cumhuriyetçi ya da ulusalcı olarak tanımlayan veya kamuoyunda öyle bilinen, Ankara, İstanbul gibi baroların bir araya gelerek, mevcut yönetime karşı, oydaşma sağlayıp bir aday etrafında birleşmesi gerekmektedir. Ama süreç böyle işlemedi.  

Yeşim Turan: Kim bozdu süreci? 

Av. Başar Yaltı: Bu süreç, biraz da bizdeki siyaset anlayışından kaynaklı olarak bozuluyor. Ben, bir siyasi hedefin planlanarak, önceden hesaplanarak, mümkün olduğu kadar erkenden projelendirerek yürütülmesi gerektiğine inanıyorum. Ama bazıları her şeyi son dakikaya bırakıp, bu bulanıklıktan fırsat üretebilir miyiz yaratabilir miyiz şeklinde bir politik anlayışa sahipler. Buna kasaba kültürü veya kasaba politikası diyebilirsiniz. Dolayısıyla, dur bakalım ne olacak anlayışı ile bu günlere gelindi. Ben, baro yönetimindeyken önümüzdeki dönemin TBB seçimine denk düşeceğini, dolayısıyla TBB başkanlığını elde etmek gibi uzun zamandan beri hayali olan İstanbul Barosu’nun, eğer hala böyle bir niyet varsa buna şimdiden, yani 1-1,5 yıl öncesinden başlanarak çalışılması gerektiğini söyleyip durdum. Fakat o zaman yönetimdeki arkadaşlarımız, “daha delegeler belli değil, daha kimin aday olacağı belli değil” gibi kişiler üzerinden politika sürdüren bir anlayışla bana karşı çıktılar. Benim önerdiğim yöntemde de elbette en sonunda bir isim bulunacak ve adayımız budur denilecekti. Ama İstanbul Barosunun öncelikle, böyle bir niyetinin olduğunu diğer barolara belirtilmesi, kamuoyunda dile getirmesi ve bunun altyapısının oluşturulması gerekirdi. Siz de kabul edersiniz ki, İstanbul Barosu seçimlerini grup olarak kazanacağımız çok açık olarak belli idi. Bu koşullarda hesap yapabilirlik, plan proje yapabilirlik daha anlamlıydı. Kimin aday olacağı meselesi ikinci planda bir şeydi. Çünkü önce bir fikrin kabul ettirilmesi gerekiyordu. Ama benim baro yönetimindeyken, yeri geldikçe bir defa değil birden çok kez dile getirdiğim bu önerim dikkate alınmadı. Sonra işte seçimler oldu ve bizim grubumuz yüksek bir oy oranıyla seçimi kazandı ve delegeler belirlendi. Delegelerin belirlenme aşamasına geldiği zaman, önümüzdeki tabloda delegenin önemi hatırlandı. Mevcut delege tablosuna bakıldı. Orada “yabancı” unsurlarda vardı. Çünkü biz ilk seçime girdiğimiz zaman bir koalisyon şeklinde girmiştik biliyorsunuz. Önce İlke ikiye bölünmüştü. Muammer Aydın başka bir liste ile girmişti. Biz Ümit Kocasakal başkanlığında başka bir liste oluşturmuştuk. Dolayısıyla bizim oluşturduğumuz listede çok sayıda yeni isim vardı. Yani alışılmışın dışında isimler vardı. Bunlar da 20-25 civarındaydı ve sonra bizim grubumuzun içindeki bazı arkadaşlar, bu “yabancıların” nasıl oy kullanabileceğini tam kestiremedikleri için, bu isimleri silmek istediler. Sonuç olarak, 2010 delege listesi, sınırlı sayıda değişikliğe uğrayarak mevcut halini korudu. Ama 2012 listesine 25 civarında yeni isim girdi. Çünkü hem delege sayısındaki artış dolayısıyla 15 civarında yeni delege girdi listeye, hem de doğal olarak elenen bir takım isimler oldu. Böylece 25 civarında yeni katılımla toplam 98 meslektaşımız İstanbul Barosu delegesi oldu.  

Metin Feyzioğlu’nun Adaylaşması İstanbul Barosu Başkanı İle Görüşerek Olmuştur. 

Seçimden sonra haftalar aylar geçti. Ne grubu ne de delegeyi topladılar. Daha sonra diğer barolarda hareketlenmeler oldu. Metin Feyzioğlu ortaya çıktı ve “Adayım” dedi. Ama onun da adaylaşması bizim başkanla görüştükten sonra oldu. Metin Bey aday olarak ortaya çıkınca, İstanbul Barosunda bu kez “Bize neden danışılmadı” diye bir itiraz yükselmeye başladı. Delege toplantısında denildi ki “Biz TBB’nin mevcut yönetimine karşıyız. Dolayısıyla bunu desteleyemeyiz. Bu yaklaşım zaten bizim grubumuzun varlık nedenidir. Destekliyoruz demek mümkün değil. Ancak Metin Feyzioğlu da bize danışmadan bir oldubitti ile aday olmuştur. Bu durumda, yeni bir aday çıkartıp çıkartmamama kararını vermek durumundayız. Eğer bir aday çıkartırsak, o adayın çekil dediğimiz zaman çekilebilecek bir aday olması gerek.” Sonuç olarak, toplantıda “aday çıkartmalıyız” şeklinde bir sonuca ulaşıldı.  

Ben buna başından beri anlattığım nedenlerle karşı çıktım. Yani, “Metin Bey bize danışmadan adaylığını açıkladı. Biz de bu durumda Metin Feyzioğlu’na karşı bir davranış sergilemeli ve kendisine tabiri caizse haddini bildirmeliyiz. Ama sonuçta, belki mutabakata varırız ve amaç TBB yönetimini değiştirmek olduğu için geri de çekilebiliriz.” Ben bu düşünceye karşı çıktım. Ama çok büyük çoğunlukla, İstanbul’un saygınlığı ve “tam elimize fırsat geçmiş”, “biz büyük baroyuz”, “şu kadar oyumuz var”, hatta daha ileri gidip “birilerine haddini bildirmeliyiz” türünden, bana anlamsız gelen, bir bakıma feodal, şoven duygularla “biz kendi adayımızı belirleyelim” dendi. Benim gibi 2 ya da 3 muhalif oya karşın, salonun büyük çoğunluğunun zımni kabulü ile kendi adayımızı çıkarma kararı alındı.  

Bakın siyasette bir kural vardır. Seçtiğin yöntem sonucu belirler. Ya da tersinden söylersek, kimi seçtirmek istiyorsan ona göre yöntem uygularsın.  

Kendi adayımızı çıkarma kararı aldık. Ama nasıl çıkartacağız hangi yöntemle? Bugüne kadar ki geleneğimiz sandık kurmaktı. Delegeler gidip oy veriyor ve o oyun sonucunda kim çok oy aldıysa o oyun sonucuna razı olunuyordu. Nitekim Muammer Aydın ve Kazım Kolcuoğlu daha önceki seçimlerde aday olmuşlardı. Muammer Aydın çok oy aldığı için baronun adayı o olmuştu. Ama süreç bakın nasıl işliyor. Dediğim gibi, kimi seçtirmek istiyorsan yöntemi ona göre belirlersin. Böyle bir sandığın kırgınlıklara, grubun bölünmesine neden olacağı ileri sürülerek eğilim yoklaması adı altından bir yöntem benimsendi. 

Eğilim Yoklaması Demokratik Değildir.

Eğilim yoklaması demokratik bir yol ve yöntem değildir. Sandık ta her koşulda demokrasiyi yansıtmaz. Ama eğilim yoklaması sandığa göre hiç demokratik bir yöntem değildir. Dolayısıyla biz fark ettik ki bu eğilim yoklamasının sonucunda Kazım Kolcuoğlu adaylaştırılacak. Kazım Kolcuoğlu’nun karşısında da Berra Besler’in aday olduğunu biliyorduk. Berra Hanım, Anadolu barolarından kendisine büyük destek olduğu söylemiyle yola çıkmıştı. Hatta bir saray darbesiyle Kazım Kolcuoğlu’nun adaylığı daha önce ilan edilecekti nerdeyse. Ancak Berra Hanım  “Bende adayım” deyince Başkan müdahale etti ve “eğilim yoklaması yapacağız” dendi. Hatta başka adaylar varsa onlar da şu tarihe kadar ortaya çıksın denildi.

İki kişi ortaya çıkıyor. Bu kişiler arasından eğilim yoklaması yapılacak. Başkan herkesi arayıp görüşünü soracak ve sonunda da diyecek ki “Aldığım izlenime göre şu aday daha çok benimseniyor”. Ancak bence sonuç o anda belliydi. Amaç Kazım Kolcuoğlu’nun adaylaştırılmasıydı. Şimdi bu sonucu da yorumlayacağım.

Nihayet başkan malum sonucu tam bir buçuk ay sonra açıkladı. Sonuçtan emin olan Kazım Kolcuoğlu ve ekibi açıklamanın gecikmesi karşısında söylenmeye başladı. Haklıydılar da. Çünkü açıklamanın geciktirilmesi açıklanacak adayın bundan sonra çalışacak zamanını kısıtlıyordu. Gecikme nedeni olarak ise büyük bir iki baronun “İstanbul Barosu ile ortak hareket edeceğiz” şeklinde bir deklarasyon yayınlanmasını bekliyoruz, şeklinde izah ediliyordu. Özellikle, İzmir barosunun… Tabii böyle bir şey olmadı. Sonuçta başkan, sonucun açıklanacağı bilindiği halde 70 - 75 civarında zayıf bir katılımın olduğu bir toplantıda, başka konulara değinen uzun bir konuşma yaptı ve konuşmasının sonunda bir cümle olarak “Yaptığım eğilim yoklaması sonucunda adayımız Sayın Kazım Kolcuoğlu’dur” dedi.

Şimdi siz İstanbul Barosunun adayını açıklıyorsunuz. Salondan büyük bir destek ve heyecan beklersiniz değil mi? Tam tersine, herkesin beklediği isim olmasına rağmen, salona büyük bir sessizlik çöktü. Cılız 3-5 alkış duyuldu sadece. Bu konuda mübalağa yapmıyorum. Herkesle konuşabilirsiniz. Başkan, sanki elinde bir ateş topu vardı da Kazım Beyi açıklayarak ateş topunu elinden atarak kurtuldu gibi bir izlenim verdi. Hatta daha da ileri gitti. Adayımızı özel olarak ayrıca basına duyurmaya da gerek görmüyorum dedi. İlginç değil mi?

Şu anda da Kazım Bey delegeleri arayarak görüşmeler yapıyor. Beni de aradı. Ben böyle bir konuda telefonla görüşmenin doğru olmadığını, gerekirse yüz yüze, baş başa bir konuşma yapabileceğimizi söyledim. Geçtiğimiz cumartesi de bir araya gelerek görüştük.  

Şimdi tablo nedir?

Aday olarak, Metin Feyzioğlu var, Kazım Kolcuoğlu var, Ahsen Coşar var ve bir de Cemal İnci (Yalova Barosu’ndan bir meslektaşımız.) var.

Seçim Sonucu Şuan Belirsizdir.

Tabi bu tablo herkeste şöyle bir kuşku yarattı Ankara ve İstanbul baroları bölündü. Dolayısıyla cumhuriyetçi ve ulusalcı geçinenler ikiye bölüneceklerinden karşı taraf, yani Ahsen Bey artık seçimi kazanacak gibi bir anlayış kendiliğinden ortaya çıktı. Ama ortada bir seçim olduğu sürece sonucun ne olacağı belli değildir. Yapılan tahlilde, güneydoğu barolarının şu anda Ahsen Beyi destekleyeceği, hükümet yanlısı baroların keza Ahsen Beyi destekleyeceği, dolayısıyla potansiyel olarak 70-80 civarında hazır oyu olduğu anlaşılıyor. Yaptığı yatırımlar nedeniyle de 100 civarında bir oy alabileceği şeklinde bir değerlendirme yapılsa da, seçim seçimdir ve sonuç şu an itibariyle belirsizdir. Ama mevcut TBB yönetim anlayışına karşı olan grup iki adaya bölününce, görünen o ki Ahsen Bey bu ikisi karşısında daha da güçlü olduğu izlenimi veriyor.

O zaman ne yapılması gerekiyor?

İstanbul Barosu delegasyonunu oluşturan arkadaşlarımızın ortaya koyduğu tespit ve strateji şöyleydi:

1- Barolar birliği değişmelidir,

2- Mevcut TBB başkanı iktidar avantajını da kullandığı için onun karşısına ancak tek bir adayla çıkarılırsa güçlü ve başarılı olunabilir. Eğer bu olmazsa seçimi kazanma ihtimalimiz zayıftır.

3- Dolayısıyla önümüzdeki hedef, birden çok aday çıkması halinde bunu teke düşürmek olmalıdır. Bu başarılırsa ne ala… Başarılamazsa, bizim ön gördüğümüz stratejiye uygun aday desteklenmelidir.

Demokratik Yolla Seçilmeyen Kimse Etik Değerden Bahsedemez.

Burada ortaya konulan anlayış şöyle; “İstanbul Barosu bir aday çıkardığı zaman herkes bunun arkasında, yani İstanbul delegeleri bunun arkasında durmalıdır. Etik olarak bu gerekir.”

Kazım Kolcuoğlu bunu bana da bizzat söyledi. Bir kere, etik olarak böyle bir değerlendirme yapmak yanlıştır. Çünkü ancak demokratik yolla seçilen bir kimse etik değerlerden söz edebilir. Demokratik olmayan bir yöntemle yapılan seçimin sonucunda ortaya çıkan adayın, etik değerlendirme yapması kabul edilebilir bir şey değil. Ben bunu kişisel olarak söylemiyorum. Çünkü ben kişisel olarak kabul etmeyeceğimi deklare ettiğim için benim kişisel bir sıkıntım yok. Ama İstanbul Barosunda en azından yaptığım görüşmelerde yaklaşımlarını bildiğim 40 ila 60 kadar delege içinde, kimsenin etik olarak böyle bir zorunluluk hissetmediğini biliyorum. Zaten bunu ileri sürmek doğru ve mantıklı da değil. Dediğim gibi, aday belirleme yönetimi etik değil. Demokratik olmayan bir yol ve yöntemle belirlenen bir adayı, etik değerlerden söz edemez.

Bazı arkadaşlarımız, “İstanbul’un bir adayı olduğuna göre, bütün eksiklerine rağmen desteklemeliyiz” anlayışında olabilir. Nitekim görüştüğüm 5-10 kişinin böyle bir görüş taşıdığını gördüm. Ama zaman içerisinde bunun da değişeceğini değerlendiriyorum. Çünkü önümüzdeki tablo, ortaya koyduğum 3 başlıkta, her birimizin yani her bir delegenin, (Sadece İstanbul’u değil 446 civarında olan tüm delegeleri kastediyorum) vicdani sorumluluğunu gerektiren bir durumla baş başa olduğunu gösteriyor.

Nedir bu sorumluluk?

Önce, cumhuriyet değerlerine sahip çıkacak mıyız çıkmayacak mıyız?

Sonra, hukuk ve yargı alanında ki bu otoriterleşmeye, polisleşmeye karşı duracak mıyız durmayacak mıyız? Bana göre artık polisleşen bir hukuk sistemi var. Ülkeyi bölmeye kadar gidilecek Anayasa yapım süreci karşısında hangi pozisyonu alacağız?

Son olarak ta, gittikçe itibarsızlaşan, maddi ve manevi zarar gören avukatlık, bu durumdan kurtarılacak mı? Giderek ticarileşen, adeta holdingleşen TBB yönetim anlayışı değişecek mi? Değişmeyecek mi? Çünkü TBB’nin elinde çok büyük miktarda fonlar oluştu. Bu paraların nerde ve nasıl kullanılacağı son derece önem taşımaktadır. Artı, Meclisten yasalar çıkartılırken, yapılacaklar veya yapılamayacaklar konusunda bir çözüm önerisi var mıdır? Yoksa bugünkü gibi baro başkanlarının altına minibüsler göndererek, belli yerlerde baro binaları yaparak adalet sağlanmasına yardımcı olunduğu mu sanılacak? Şimdi soru budur.

Türkiye’nin sorunu biraz da soldan uzaklaşmış olmasındadır.

Türkiye’de adalet saraylarının en çok yapıldığı dönem bu dönemdir. Ama adaletsizliğin de doruğa ulaştığı dönem bu dönemdir. Her bakımdan adaletsizlik… Şimdi paralel düşünelim. Baro binaları yenilenebilir, adliyeler yenilenebilir. Ama içine adaleti, bağımsız yargıyı koyamazsan, hukuku koyamazsan, kapitalist sistemin istediği olur. Herkes aldığını götürür. Türkiye’nin sorunu biraz da soldan uzaklaşmış olmasındadır. Maalesef, barolar da sol düşünceden ve anlayışlıktan gittikçe uzaklaşan bir çizgiye kaymışlardır. Tabii Cumhuriyet’e sahip çıkalım diyen anlayış, bu kez de “ulusalcılık” adı altında, Türk-İslam sentezinin devamı olan bir anlayışa dönüşmüştür. Bugün o anlayış, belki Kürt-İslam sentezine evriliyor Türkiye bakımından. Ama içerde de Türk-İslam sentezinin hukuka, barolara yansımasını görüyoruz.

Bizi Kurtaracak Olan Devrimci Anlayıştır.

Oysa bizi kurtaracak olan bu değil, devrimci bir anlayıştır. Devrimci anlayışın ana karakteri, her şeyden önce bağımsızlıktır. Antiemperyalist dünya görüşüdür. Sol felsefenin gereği olan ve onu da besleyen, aydınlanma felsefesidir. Bizim cumhuriyete ve cumhuriyetin değerlerine, Atatürk’e sahip çıkmamızın altında yatan da içerdiği aydınlanma felsefesidir. Çünkü cumhuriyet, Türkiye’nin aydınlanma felsefesidir. Aydınlanma felsefesi olmadan, laik düzen olmadan, ne demokrasi olabilir, ne hukukun üstünlüğü gerçekleşebilir, ne de sol yeşerebilir. Onun için biz, cumhuriyetin kurucu değerlerine özenle sahip çıkıyoruz ve çıkmaya da devam edeceğiz. Ama TBB’nde bu anlayışı göremiyoruz.

Durum şu:

Baro başkanlarının kişisel tercihleri arasına sıkıştırılmış bir TBB seçimi var önümüzde. Seçimi bu derecede basitleştiren, şahsileştiren bir sürecin içinde biz ve arkadaşlarımız olmayacağız.

Yeşim Turan: Oturacak bir koltuk bulanın bir daha kalkmadığı bir ülkede, ezber bozan bir davranışla ve bütün ısrarlara karşın İstanbul Barosu yönetim kurulu üyeliğinden ayrılış nedeniniz nedir?

İstanbul Barosu Yönetiminde Sıradanlaştığımı Hissettim.

Av. Başar Yaltı: İstanbul Barosu yönetiminden ayrılırken, ayrılış nedeni mi açıklayan bir konuşma yapmıştım. Bu konuşma, seçimden önceki grup toplantısında oldu. Benim bir hayat felsefem var. Hayat felsefemin temelinde de sıradanlığı aşmak diye bir olgu vardır. Ben baro yönetiminde sıradanlaştığımı hissettim. Dolayısıyla, bunu hissettiğim bir yerde de duramayacağımda, “ayrılıyorum” dedim.

Biraz önce çizdiğim tablodan da anlayacağınız gibi, bizim hayata bakışımız biraz farklıdır. Bunun için biraz daha gerilere gitmek gerekiyor. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda, Önce İlke Grubu ikiye bölünürken, yani Muammer Aydın’dan grup ayrılırken, biz bir takım değerler uğruna ayrıldık o gruptan. Ama bizi farklı tutan bir özelliğimiz var. Bizim ayrıca Yeni Yaklaşımlar adı altında sürdürdüğümüz ve sizin de bildiğiniz bir çalışma ve yapılaşmamız da var. Hayata nasıl baktığımız Yeni Yaklaşımlar çalışmaları ve deklarasyonlarında net olarak açıklanmıştır. Ama baro politikaları bakımından, Önce İlke tercihi bilinçli olarak yapılmıştır. Ama ayrılık noktasına gelindiğinde, Muammer Aydın’ın ortaya koyduğu yönetim anlayışı ve felsefesine karşı olduğumuzdan onun yanında olmadık. Sonuçta ona muhalif olanlarla koalisyon yaptık bir bakıma.

Büyüyen her grubun içerisinde, bazı kanatlar oluşur. Burada antidemokratik bir durum yoktur. Hatta bunun olması gerekir de... Önemli olan, demokratik işleyişin sürmesidir. O aşamada biz oturduk ve bana göre 3 grup bir araya geldik. Ümit Kocasakal’ı da başkan adayı göstererek seçime girdik ve kazandık. Ancak daha sonra, bizim anlayışımıza tam olarak uyan bir yönetim anlayışı çok fazla gerçekleşmedi. Baronun yönetim kurulunda olmayı kendi adıma, bir avantaj gibi gören birisi olmadığım için ayrılmayı uygun gördüm. Ben yönetimde yenilenmenin, değişikliğin gruplara güç katacağını savunan birisi olduğum için, bir dönem yaptım bitti. Yeter dedim ve ayrıldım. Bu ayrılışa arkadaşlarımız itiraz da bulundular. “İçinde bulunduğumuz koşullar da anca beraber, kanca beraber olmalıyız” dediler. Bence böyle bir düşünce anlamsızdı. Ancak dışarıdan bakıldığında, yanlış anlaşılma gibi bir kaygı oluşacaksa, isterseniz, “İçimizden bir arkadaşı da TBB’ne gönderiyoruz, o yüzden ayrılıyor, dersiniz.” demiştim. Nitekim bu düşüncemi, bu önerimi başkan da grubun önünde, “Başar Beyle siyasi görüş ayrılıklarımız olmasına rağmen kendisi TBB dahil her göreve layıktır.” diyerek görüşünü açıklamıştı. Ama şimdi ben muhalif bir tavır takındığım için Baro Yönetiminden böyle bir desteğin olup olmayacağı belli değil. Ama ben olmayacağını düşünüyorum. Böyle bir talebim de yok zaten. Birisinin kanatları altına girerek bir yere gelmeyi bekleyecek bir kişilikte olmadığım için ve bana yakışanı yaparak ayrılmamı “sıradanlaşmadan kurtulma” olarak gerekçelendirdim.

Yeşim Turan: Peki, siz barolar birliği seçim sürecinde Metin Feyzioğlu’nun yönetiminde mi olacaksınız?

Av. Başar Yaltı: Biz daha bu konuları konuşmadık. Bu arada Metin Feyzioğlu’na ben ulaşmadım. O bana ulaştı. Metin Bey araştırmasını yaparken bizim delege grubu içerisinde, sanırım sözü dinlenebilir kimlerdir diye düşündü, araştırdı. Belki birileri de önermiş olabilir. Kendisi bana ulaştı ve benimle görüştü. O görüşmede ben ona şunu söyledim: Eğer bizim baro başkanımız Ümit Kocasakal aday olursa biz, arkadaşlarımızla birlikte başkanı destekleriz. Eğer karşıma, “Kazım Kolcuoğlu mu, Metin Feyzioğlu mu” diye bir seçecek çıkarsa ben kendisini destekleyeceğimi söyledim.

Bunu da şuna dayanarak söyledim. Bizim TBB başkanlığına yüklediğimiz bir anlam vardı. Orada bulunacak figürün, biraz önce bahsettiğim tabloya uygun tepki verebilecek nitelikler taşıması gerek. Metin Feyzioğlu’nun gençliği başlı başına bir avantaj diye düşünüyorum. Kendisi kamuoyuna, hatta dış basına tanıtılmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar tanınır bir isimdir. Çünkü son dönemlerde ortaya çıkan iki isimden biri Ümit Kocasakal ise diğeri de Metin Feyzioğlu’dur.

Diğer yandan kendisi bir hukuk profesörüdür, Ankara Barosu başkanıdır, yabancı dil bilmektedir vb… Yani artıları çok olan birisidir.

Ama ben her görüşmemde şunu da birlikte söyledim. “Biz sadece TBB Başkanını seçmiyoruz. Biz TBB organlarını seçiyoruz. TBB yönetimini seçiyoruz. Her şeyi başkanın kimliğinde başlayıp bitiren, o kimlikte simgeleştiren, yönetimi silikleştiren bir anlayışın içinde ben olamam. Dolayısıyla en az başkan kadar, TBB yönetimi de önemlidir.”

“Kazım Kolcuoğlu mu, Metin Feyzioğlu mu” Tabiki Feyzioğlu

Bir yanda temsil yeteneği yüksek olan bir TBB Başkanı, ki iki adaydan hangisi diye bana sorarsanız; yani Kazım Kolcuoğlu mu Metin Feyzioğlu mu diye, ben tereddütsüz Feyzioğlu derim. Ama bu yetmez diyorum ben. Metin Feyzioğlu’nun da başkanın eksikliklerini, yetersizliklerini giderecek ve heyecanını dizginleyecek olgunlukta ve dirençte bir yönetim kurulu oluşturması gerekiyor. Biz ikisini aynı anda ve birlikte istiyoruz. Başkan bir şey söylediği zaman, “Baş üstüne.” diyen kapı kulu anlayışı asla olmamalıdır. Bu hiç kimseye yakışmaz zaten. Bu ikisi bir araya gelirse çok önemli işler yapılabileceğine inanıyorum ben. Yani TBB’nin karşı çıkacağı Anayasanın en azından toplum nezdindeki meşruiyeti tartışılır ki, TBB ile ortak hareket eden çok sayıda büyük baro olduğunu da biliyoruz.  Yönetim değiştiği zaman daha da büyük bir sinerji ortaya çıkacağı kesindir. Burada İstanbul Barosu, orada Ankara Barosu… Bursa, İzmir, Antalya, Adana, Muğla vd. birlikte davrandığı zaman Türkiye’nin hukuk çevreleri bu işin içinde demektir. Hukukun onaylamadığı bir anayasayı, bilmiyorum nasıl onaylatırlar veya hukuki meşruiyeti ne derece olur. Onun için TBB’ni bu bakımdan da önemsemek gerekiyor. TBB’ni temsil edecek yapının da, öyle arkadaşlık, dostluk hemşerilik ya da İstanbulluluk gibi yıpranmış kavramlarla oluşturulmaması gerekiyor.

Kazım Kolcuoğlu Büyük Çoğunlukla Seçilmedi

Yeşim Turan: İstanbul Barosu delegasyonunun Av. Kazım Kolcuoğlu’nu büyük çoğunlukla seçtiği söyleniyor. Bu seçim konusunda ne düşünüyorsunuz?

Av. Başar Yaltı: Büyük çoğunlukla seçilmedi. Benim tahminlerime göre Kazım Bey’in oy desteği 50’yi bulmaz. Muhalif oyların sayısı daha fazladır. Hatta bizde örtülen bir konu var. Oybirliği ile karar alınmasına bakmayın siz. Bana göre mevcut İstanbul Barosu delegeleri arasında Ahsen Beye bile oy verecek, 10 civarında isim bulunuyor. Hatta onun listesinde yer alacak isimler mutlaka olacaktır. Zaten anlaşma sağlanamazsa, İstanbul Barosundan 3 ayrı listede, 3 başkanın listesinde de yer alanlar olacaktır diye düşünüyorum ben. Dolayısıyla, Kazım Kolcuoğlu’na verilen destek söylenildiği kadar değildir. Görüştüğünüzde sessiz kalan bir çoğunluk olduğunu biliyorum. Açıktan karşı çıkanların sayısı belki 20-25 civarındadır. Ama bu sayının 50 civarında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir de buna 5-10 civarındaki Ahsen Beye çıkabilecek destek eklenebilir. Hatta birlik sağlanamaz ise, yani Ahsen Beye karşı olanların adayı teke indirilemezse, Ahsen Beye gidecek oylar artar bile. Kazım Beye vermektense Ahsen Bey’e oy verip onun listesinde yer almak gibi bir düşünce de olabilir. Her zaman kazananın yanında yer alma eğilimi vardır. 

“Ulusalcılık” terimine karşı çıkıyorum, ihtiyacımız olan terim “Devrimcilik” tir.

Yeşim Turan: Kolcuoğlu’nun barolarda ve STK’nda 40 yıllık bir deneyimi olduğu, 40 yıldır değişmeyen Kemalist bir çizgisi olduğu ve bu nitelikleri nedeniyle ulusalcıların tek adayı olması gerektiği yönünde görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Av. Başar Yatlı: Ben öncelikle “ulusalcı” söylemine karşı çıkıyorum. Yani bizi niteleyen tek terim “ulusalcılık” olamaz. Eğer bir terim arıyorsak kendimize, bugün ihtiyacımız olan terim devrimciliktir. Çünkü üniter devletten yana olmak veya laik milliyetçilik anlamında ulusalcılıktan söz ediyorsak, biz de ulusalcıyız. Ama ulusalcılığı biraz kurcaladığın zaman, söylediğim Türk-İslam sentezine varıyorsun. Bugün ulusalcılığın içine MHP de giriyor. Ben orada yokum… Biz orada olmayız. Bizim ihtiyacımız devrimciliktir. Hele, “Cumhuriyet bitmiş, cumhuriyet devrilmiş onu yeniden kurmak gerekir.” diyorsak, o zaman ihtiyacımız ulusalcılık değil. İhtiyacımız devrimciliktir. Devrimci olmanın nitelikleri arasında zaten “yurtseverlik diye bir kavram var. Yurtseverlik, ulusalcılığı fazlasıyla içine alıyor. Yurtsever olmayanlar, devrimci olamazlar. Bağımsız düşünemeyenler, devrimci olamazlar. Bağımsızlık devrimciliğin birinci karakteridir. Atatürk de, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyor. Atatürk’ü devrimci yapan budur zaten. Antiemperyalist dünya görüşü ve tabii ki seküler, laik toplum düzeni, aydınlanma felsefesi… Aydınlanma felsefesi, solun yeşermesinin temel taşıdır diyebilirim. Yani sizde, toplum ve halk düşüncesi yoksa halkçılık düşüncesi gelişmemişse, hiçbir yere varamazsınız. Bizde gelişmesi gereken, ulusalcılıktan çok, halkçılık fikridir. Oysa şimdilerde ulusalcılık kavramı her şeyin üstünü örter hale geldi. Türkiye’nin ihtiyacı devrimciliktir, soldur, sol felsefedir. Bunun içerisinde Atatürkçülük de vardır. Çünkü Atatürk devrimcidir. Atatürk’ü statükocu yaparsanız, yani Kenan Evren Atatürkçülüğüne dönüştürürseniz, tabii ki biz orada yokuz. Bizim anladığımız Mustafa Kemal anlayışı, devrimcilikle beslenmiştir. Kurucudur, yaratıcıdır ve yenilikçidir. Değişimden, dönüşümden yanadır.

Türkiye gittikçe gericileşen bir sürecin içerisindedir.

Türkiye gittikçe gericileşen bir sürecin içerisindedir. Bu süreçte din belirleyici hale gelmiştir. Bu şartlar altında ulusalcı olarak ne yapacaksın, diye sormak lazım. Ülke bölünmesin de, varsın gericileşsin. Biz ikisine birden karşı çıkıyoruz. Yani bir tercih yapmak zorunda değiliz. İkisine birden karşı çıkacağız. Hem ülke bölünmesin, hem de gericileşmesin. Bunun için de, ulusalcılık terimi beni tarif etmiyor. Çünkü dediğim gibi, devrimciliğin içerisindeki yurtseverlik bunu fazlasıyla karşılıyor. Halkçılık kavramı fazlasıyla karşılıyor. Devrimler zaten halk içindir.

Kazım Kolcuoğlu mu bu mücadeleyi verebilir, yoksa Metin Feyzioğlu mu ?

Ulusalcılar bölünmüş diye bir şey yok. Ben kişiler üzerinden tartışmayı sevmediğim için, doğru bulmadığım için, Kazım Kolcuoğlu geçmişte şöyleydi, Metin Feyzioğlu böyleydi, diye bir tartışmanın içerisine girmek istemem. Bunu doğru da bulmam. Bu yanlıştır. Bizim yapmamız gereken, kendimizi sorgulamaktır. Hepimizin vicdani bir sorumluluğu var. Önümüzde de bir tablo var. O halde, Kazım Kolcuoğlu mu bu mücadeleyi verebilir, yoksa Metin Feyzioğlu mu diye bakıp karar vermemiz gerekiyor. Ama tekrar söylemeliyim ki, yanında, kimlikli, birikimli, deneyimli ve aynı karakterde bir yönetim kurulu olması şartıyla…

Yeşim Turan: Kazım Kolcuoğlu; “Şimdiye kadar TBB Başkanları hep Ankara’dan seçildi. İstanbul Barosu’nun yoğun saldırılara maruz kaldığı bu süreçte, TBB Başkanı İstanbul’dan olmalı” diyor. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

İstanbul Barosu TBB Sürecini İyi Yönetemedi. Cesaret Edip Sandık Koyamadılar.

Av. Başar Yaltı: İstanbul Barosu maalesef şu ana kadar TBB seçim sürecini iyi yönetemedi. Konuştuğum herkes bunu kabul ediyor. İstanbul Barosu benim söylediğim gibi, bu çalışmayı seçim sürecinin 1-1,5 yıl öncesinden başlatmalıydı. Önce politikalar ve projeler üretilmeli, son aşamada da isimler belirlenmeliydi. Biz tersini yaptık. Önce ismi belirledik. Ardından çalışma başlattık. Üstelik te çok gecikmiş olarak. Seçtiğimiz yöntem de böyle. Kimi seçmek istiyorsak, ona uygun yöntem belirledik. Bakın cesaret edip sandık koyamadılar. Berra Besler ile Kazım Kolcuoğlu arasında sandık koysalardı, belki başka adaylar da çıkabilirdi. Bundan korkulduğu için, eğilim yoklaması adı altında ne olduğu belirsiz, tamamen başkanın takdirinde bir durum oldu. “Efendim bana güvenmiyor musunuz?” deniliyor. Bu durum, sana bana güvenme meselesi değildir. O zaman, insanlar ne diye demokrasi diye bir şey bulmuşlar? Ne diye oy kullanıyorlar? Dolayısıyla, adayımız bizce antidemokratik bir yöntemle belirlenmiştir. Bu belirlemeyi kim yapmışsa, onlar bunun arkasında durabilirler. Ama ben durmam. Biz ülkenin arkasında duruyoruz.

Yeşim Turan: TBB seçimleri konusunda birlikte hareket etmekte olduğunuz delegeler var mı?

Av. Başar Yaltı: Elbette var. Ortak hareket ettiğimiz, ortaya çıkan durumları müzakere ettiğimiz arkadaşlarımız var. Çünkü bu süreçte en çok şikâyet ettiğimiz konu, demokratik tartışma ortamının yaratılamamasıdır. Baro bu süreci iyi yönetemedi, dememizin nedenlerinden biri delegelerin görüşünün alınmamasıdır.

Biz Birilerine Muhalefet Etmek İçin Toplanmıyoruz.

Önemli bir süreç içerisindeyiz. Mayıs ayında TBB seçimleri var. Son derece önemli bir seçim… Buna hazırlanmak lazım. Dolayısıyla her delegenin büyük önemi var ve her bir delege önemlidir. Biz böyle ortamlar hazırladık. Oturup konuşmak ve değerlendirmek için. 20-25 kişilik bir delege grubu olarak zaman zaman bir araya geliyoruz. Sadece görüş alışverişinde bulunuyor, konuyu müzakere ediyoruz. Demokrasinin alt yapısı müzakeredir, tartışmadır, fikirlerin ortaya çıkmasıdır. Çünkü fikirlerin ortaya konulması, başka fikirlerin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Ona göre de arkadaşlarımızın kendilerine olan güveni artıyor. Yoksa biz birilerine muhalefet etmek için toplanmıyoruz. Biz durumu, olguyu ve olayları kavramak, anlamak ve müzakere etmek için toplanıyoruz. Oradan çıkan sonuca göre de tutum belirliyoruz.

Yeşim Turan: Sizce, Baroların seçkinlerin yargılandığı Silivri davalarında seslerini yükseltmelerine karşın, sıradan davalarda sessiz kalmaları bir çelişki yaratmıyor mu?

Av. Başar Yaltı: Görünürde bir çelişki yok. Ama şöyle de düşünmek gerekiyor. Baro kamuoyunda yankı bulan davalarla ilgilenir. Her davaya baronun yetişmesi olanaksızdır. Bu somut gerçeği görmek lazım… Ama kamuoyuna mal olmuş davaları baronun, baro yönetiminin daha büyük bir ilgi ile izlemesinde bir yanlış ben görmüyorum. Orada sadece şu var. Özel olarak mı sadece bir dava ile ilgileniliyor? Kamuoyuna mal olmuş bütün davalara, benzer tepkileri veriyor mu, vermiyor mu? Buna bakmak lazım… Zaten biliyorsunuz, bu dönemde özel yetkili mahkemeleri bir bütün olarak eleştiriyoruz. Ben onları birbirinden ayırmıyorum. Bu mahkemeler nerde olursa olsun, ister Ergenekon, ister KCK davasına baksın, nerede olursa olsun, kendileri yok hükmündedir. Zaten TBB’ni, bu mahkemelere ve bu mahkemelerin tutumuna karşı, buralarda avukatlara karşı yapılan saldırılara en üst organ olarak bir tepki veremiyor veya cılız bir tepki veriyor veya bir demeçle geçiştiriyor diye eleştirmiyor muyuz? İstanbul Barosu yapılan hukuksuzluklar karşısında daha dik durduğu için de karşısına büyük riskler çıkıyor. Kısacası topluma, kamuoyuna mal olmuş davalarla daha fazla ilgileniliyor görüntüsünde bir yanlışlık görmüyorum. Burada bir yanlış yok. Ama o tür davalar arasında tercih yapılması yanlıştır. 

Yeşim Turan: Türkiye’de sıklıkla, adil yargılanma hakkı ihlallerinin gerçekleştiği AHİM kararları ile sabittir. Bu konuda Baroların herhangi bir sorumluluğu var mıdır?

Av. Başar Yaltı: Yargılamanın bir tarafı, hatta iki tarafı da avukattır. Yani diyalektik olarak işe baktığınız zaman tez, antitez ve sentezden oluşan yargılamada Avukat hem tez, hem de antitezdir. Avukatın görevi, hem iddia, hem de savunma tarafında bulunarak adil yargılamanın, adaletin gerçekleştirilmesine çalışmaktır. Avukatlık Kanunu’nun 2. maddesi de bunu söylüyor. Adil yargılama avukatsız olmaz.

Avukatın olmadığı yerde yapılan yargılama, yargılama değildir. Kadı hükmüdür. Bizler, savunmanın, avukatın yetkilerine sahip çıkarken, meslek şovenizmi ile hareket etmiyoruz. Halkın haklarına sahip çıkıyoruz. Halkın yargılamada tek bir temsilcisi vardır. O da avukattır. Avukatın önemi buradan geliyor. Eğer demokratik bir yargı istiyorsak, adil filan demiyorum. En azından görüntüde demokrasi olmasını istiyorsak, avukatın yetkisini tanımak zorundasın.

Dünyada da, savcı ve kamu avukatı ile avukatın hiçbir zaman tam bir eşitlik içerisinde olmadığını biliyoruz. Ama temel noktalarda, yani yargılama sırasında, avukatla savcının eşitlik içerisinde olması gerekiyor. Bizde yapılmayan o. Hadi hazırlık aşamasında savcının avukata göre daha fazla yetkileri olduğu biliniyor. Bu bütün dünyada böyle... Ama bizdeki kadar değil. Bizde bırakın savcıyı, artık polis her şeyi yönlendiriyor. Hatta iddianameleri polis yazıyor iddiası var. Yazılan o iddianamelere göre de davalar yürüyor. Ona göre kararlar çıkıyor. Onun için, adil yargılamada avukatın sorumluluğu açıktır. Barolar meslek örgütü olarak avukatın bu sorumluluğuna sahip çıkmak, onu geliştirmek zorundadır. Varlık nedeni budur. Yasa ile de zaten böyle bir görev verilmiştir. Bütün bu sorunlar karşısında pasif kalan bütün barolar, hem adil yargılanma hakkı bakımından hem de vicdanen ve hukuken sorumludurlar. Hiç kimse, hele hele bir savunma örgütü olan baronun adil yargılama hakkının ihlali karşısında sessiz kalması kabul edilemez. Çünkü o durumda baro, haksızlığa hukuksuzluğa adaletsizliğe paydaş oluyor demektir.

Baroların Konya Barosu gibi olmaması gerekiyor.

Maalesef Türkiye’de böyle barolarda var… Gücü yetmediği için değil… Bir baronun haksızlık hukuksuzluk karşısında sesini çıkarması için ille de büyük olması gerekmiyor. Ama cesur olması gerekiyor. Önemli olan budur. Avukatların ve baroların cesaretini kaybetmemesi gerekiyor. Konya Barosu gibi olmaması gerekiyor. 

Yeşim Turan: Teşekkürler.

Adaletbiz / Yeşim TURAN