Kavili’nin Türkiye’nin 2000’li yılları ile birlikte başlayan “hukuk krizi”ne cevabını duruşma strateji ve taktiklerinin genişletilmesine dair somut teklifleri ile anlayabiliriz. Onun yaptığı şey, hâkim ve savcı karşısında avukatı ve misyonunu yeniden inşa etmektir aslında. Bunun için geleneksel uyumu bozar, oyunu ve kurallarını kurcalar, duruşmaya ortak olur ve yeni bir yerleşme ve konuşma düzeni yaratır. Kavili’nin duruşma strateji ve taktikleri, avukatlık mesleğinin kendine has özerklik alanlarının genişlemesine ve orada özel bir itibar alanı edinmesine yol açmıştır.

Av. Ömer Kavili

Orhan Gazi Ertekin*

Av. Ömer Kavili “Duruşma zaptını vermemekten” dolayı halen yargılanıyor. Evet alenen ve kasten duruşma zaptını almış! Dahası zapta nasıl sımsıkı yapışmış ki vermemiş! Kavili’yi biraz tanıyan herkes onun bu türdeki “suç”lara karşı özel bir temayülünün olduğunu ve suç eylemlerinin koca bir ansiklopedinin tüm maddelerini içerecek kadar geniş bir yer tutacağını tahmin edecektir kuşkusuz. Eğer yargılamalar ansiklopedik sırayla gidiyorlarsa Kavili’nin “yarim yardan at beni in aşağı tut beni!” sözleri nedeniyle yargılanmasına gelene kadar sanırım bir yüz yıl kadar geçmiş olacaktır. Adalet hızlı işlemeli oysa değil mi?

HADİ CİDDİYET İLAN EDELİM!

Kavili’ye açılan davanın ilk anda bir şaka olduğunu düşünebiliriz kuşkusuz. Ya da yönetilemeyen bir duruşmadan kalan geçici bir “evham” hatırası? Ya da duruşmada iletişim kurmaktaki yetersizlik hissinin tepeden aşağıya doğru önü alınamayan hepimizi utandırıcı bir serbest yuvarlanış hali? Ya da düpedüz bir anlık “gıcık olma” halinden doğan bir rövanş? Hepsi de birlikte düşünülebilir tabii ki! Ya da hiç biridir! Oysa bana Kavili’nin atılı “suç fiilleri” ile Türkiye’nin hukuk ve yargı kültürü arasında derin kesiklerden kalan bir yara gibi geliyor bu durum. Kavili’nin avukatlık ısrarının mevcut yargı kültürüne çarpmasından doğan bir enerji boşalması gibi sanki? Şunu demeye çalışıyorum: Kavili, Türkiye’de yargıda hâkim kılınan hukuk dışı sükun ve huzuru alenen ve kasten bozduğu için bir anlık, geçici ve kişisel bir meseleyi aşan “yapısal bir çatışma” hali ile karşı karşıya bulunuyoruz sanki? Aslında Türkiye’nin “duruşma kültürü” veya Türkiye’de avukatlık yapma hali ile alakalı. Ve dahi Türkiye’de hakimlik ve savcılık yapma hali ile ilgili, yani yapısal bir mesele ile karşı karşıyayız…

Tam da bundan dolayı bence ilgiyi Türkiye’de yurttaşlığa, kamuya, tartışma kültürü ve geleneğine ve tüm bunların toplam hikâyesi olan Türkiye avukatlık tarihi ve hikâyesine yöneltmekte fayda var ki meseleyi oradan anlamak kolaylaşacaktır mutlaka…

AVUKATLIĞIN KISA TARİHİ

Ömer Kavili, Türkiye’de avukatlığın hafızası, tekniği ve özgüvenine yönelen çabalarıyla yeni yüzyılda yeniden ve yeni kapasiteyle kurulmasının öncülerinden birisi olmuştur öncelikle. Avukatlığın Türkiye’de geçirdiği evreler bakımından Kavili, 4. büyük tarihsel dalganın üzerinden yükselmektedir. Avukatlığı Selçuk Kozağaçlı, Tahir Elçi, Noyan Özkan, Aynur Tuncel Yazgan, Muhittin Köylüoğlu, Şanal Saruhan vb. gibi geç 20’nci yüzyıl ile 21’inci yüzyıla uzanan bir tarihsel dönemin imkanlarını kendi özgün vurgu, teknik ve stratejileriyle özel bir tarzda yoğurarak yeniden kurmuştur. Kavili’de asıl somutlaşan şey ise Duruşma öznelerinin kurulduğu ve çarpıştığı duruşma stratejileri alanı ve bunun popüler bir yeniden inşasıdır. Yani Kavili’nin “duruşma zaptını almaktan” yargılanması boşuna değildir ve orada hakim, savcı ve avukat öznelerin yönetilemeyen duygu dünyaları karşı karşıya gelir ve dahası ifşa olur.

Kavili’nin de içinde bulunduğu Avukatlığın 4. büyük dalgasına gelene kadar uzun bir kavgalar, çatışmalar ve davalar süreci yaşanmıştır tabii ki. Avukatlık 19’uncu yüzyılın ilk yarısından itibaren ilk büyük başlangıcını yapmıştı Osmanlı-Türk geleneğinde. 1821’de İstanbul’u ziyaret eden bir gözlemciye, zamanın naip hakimlerinden bir zat “bizde avukatlık yok. Çünkü tartışma yok…” mealinde bir söz sarf etmişti. Tartışma, gerçeği yarışan taraflar arasındaki oyunun konusu yapmak, demektir ki avukatı var eden şey işte tam da burası; gerçeği taraflar arasındaki çatışmanın bir konusu haline getirmektir.

Aradan geçen iki yüz yıllık uzun bir tarih bile geçmiş zamanın naip hakiminin sözlerinin hala taze bir yankıyla dönüp durmasını engelleyememiştir. Türkiye avukatlık tarihini hızla özetlemek gerekirse; Avukatlığın Türkiye’deki bu ilk büyük dalgasında Ermeni, Rum ve Yahudi avukatların yoğun olarak etkisini gösterdiği bir süreç yaşandı ve merkez İstanbul olmak üzere Selanik, İzmir vb. gibi sınırlı bazı yerlerde somut bir pratik olarak yaşanabiliyordu. Çevrenin şikâyetleri ve fermanlardan kaynaklanan özellikle arazi davaları ise yine Meşihata ve İstanbul’a ulaştırılıyordu. Örneğin Ahmet Samim Anadolu’da Tanin gazetesinde 1908’de Nallıhan Köylülerinin para toplayıp İstanbul’da bir dava vekilini nasıl tuttuklarını ayrıntılı biçimde anlatır.

Avukatlığın bu ilk büyük tarihsel hikâyesi 1926 İstanbul Barosu baskınına kadar sürecek ve bu tarih ile birlikte Türkiye’de avukatlığın ikinci büyük tarihsel dalgası başlayacaktır. Bir yandan yerelin merkeze bağlanması çabaları, diğer yandan da özellikle toprağın 1940’lı yıllarla beraber kıymetli hale gelmesi ve kadastro çalışmaları ile beraber avukatlık giderek yerelde güçlü bir ekonomik ve siyasi önem kazanmaya başlamıştır.

Üçüncü dalga 1960’larla birlikte yaşanır ve para, insan ve mal dolaşımının giderek genişlemesinin yarattığı toplumsal ve siyasal kaos ile taşranın şehre akan dinamizmi avukatlığın yeniden yaratılmasının da yolunu açmıştır. Bu dönemde avukatlık merkez ile yerel arasındaki siyasal ve ekonomik ilişkilerin sıkı bağlarla örülmesinde aracılık rolü ile öne çıkmış, böylece yerel nüfuz güçleri, merkez kurumlar ve parlamento ilişkilerinden oluşan bir “siyaset endüstrisi”nin girişimcilerinden birisi haline gelmiştir.

Ve Gelelim Av. Ömer Kavili’nin de içinde bulunduğu 4. büyük dalgaya ki 2000’lerle beraber Türkiye’de avukatlık artık kapsamlı bir dönüşüm geçirmiş, giderek hukuksallaşan hayat, biyopolitik söylem ve araçların güçlenmesine paralel olarak yüzbinlere ulaşan yargı profesyonelleri, uzlaşma ve arabuluculuk gibi paralel yargı ve yargıda işletmecilik eğilimlerinin artışı ile birlikte endüstriyel bir yargı alanı doğmuş, böylece artık geçmiş gelenek ve söylemlerle başa çıkılamayacak bir “hukuk dünyası” yükselmeye başlamıştır. Aynı dönemin “anayasal-yasal bir kriz”e denk düşmesini de unutmayalım. Ömer Kavili, işte bu krize, tıpkı diğer avukatlık hareket ve ekolleri gibi kendine has teknik ve hafıza araçlarıyla özel bir cevap vermiştir.

KAVİLİ’NİN MİSYONU

'Adliyede rüşvet alınıyor' diyen avukata soruşturma 'Adliyede rüşvet alınıyor' diyen avukata soruşturma

Kavili’nin Türkiye’nin 2000’li yılları ile birlikte başlayan “hukuk krizi”ne cevabını duruşma strateji ve taktiklerinin genişletilmesine dair somut teklifleri ile anlayabiliriz. Onun yaptığı şey, hâkim ve savcı karşısında avukatı ve misyonunu yeniden inşa etmektir aslında. Bunun için geleneksel uyumu bozar, oyunu ve kurallarını kurcalar, duruşmaya ortak olur ve yeni bir yerleşme ve konuşma düzeni yaratır. Kavili’nin duruşma strateji ve taktikleri, avukatlık mesleğinin kendine has özerklik alanlarının genişlemesine ve orada özel bir itibar alanı edinmesine yol açmıştır. Kavili Cumhuriyetçi, Devrimci, Ülkücü ve Muhafazakâr gelenek ve taraflara avukatlığın kendi özgün gündemleri içinde yerleşebilecekleri geniş bir “politika” sahası olduğunu göstermiş, tam da bu nedenle özellikle genç ve geleneksel örgüt ve kitle hareketlerine karşı tahammülsüzleşen önemli bir avukat kesimine bir başka biçimde ve kendi bireysel varlıklarını da koruyarak var olma alanı olduğunu göstermiştir. Siyasi hareket ve ideolojilerin yarattığı bıkkınlık ve verimsiz ve yeniliksiz dünyanın içine oyun ve eğlenceyi katarken aynı zamanda meslekte kimlik arayan genç avukatlara, hâkim ve savcılar karşısında bir özgüven aşılamıştır. Horlanma, aşağılanma ve azarlanma yöntemleri ile tedip edilmeye alıştırılmış bir avukat topluluğuna yargıç ve savcılara karşı haklı meydan okuyacakları bir saha, buna ilişkin bir teknik araç ve bir spor desteği de tedarik etmiştir. Belki de bundan dolayı, hukuk politikasını, her cemiyetin kendi sesinin yankısıyla kendinden geçtiği bir dönemde Kavili kendinden farklı siyasi kulvarlara uzanarak bir “siyaset hukuku” inşasının da pratik adımlarını atmıştır. Adli strateji ve kamuoyu stratejileri konusunda yoğun mesai harcamadığı düşünülebilirse de o kendisini duruşma stratejileri ile inşa etme kararında gibi görünmektedir. Ki bir yargıyı yargı yapan ilk temel koşul da burada saklıdır…

Türkiye yargısının en ciddi meselesinin “duruşma kültürü” olduğu düşünüldüğünde kavilinin duruşmadaki çabalarının nasıl olup da bir “hakaret” olarak algılandığını ve şaşkınlıkla karşılandığını anlamak kolaylaşacaktır. Pederşahi bir kültür olarak inşa edilen Türkiye’nin yargısı ve duruşma pratikleri eşitlik teklifi ve ortak hakikat arayışı karşısında duruşunu derhal bozmakta ve adeta dağılmaktadır. Bu aslında Türkiye’de yurttaşın iktidar ve nüfuz güçleri karşısındaki eşitsiz ve hiyerarşik konumlanmasının su yüzüne çıkmış bir örneğinden başka bir şey değildir. Kavili, kendi avukatlık pratikleri ile işte bu hukuk karşıtı kültürü ifşa etmiş olmaktadır.

Nihayetinde artık şunu söyleyebiliriz; 15638 sicil no’lu Ömer Kavili’nin elindeki duruşma zaptı gerçekte yurttaşın haklarının bir özetidir. Bu hikâyeyi siz Av. Ömer Kavili’nin hikâyesi gibi okumuş olabilirsiniz. Ama gerçekte bu hikâye Türkiye’de hukukun, yurttaşlığın, tartışma kültürü ve kamunun ve dahi avukatlığın hikâyesidir. İşte bundan dolayı halkın ve yurttaşların bundan sonraki tüm toplumsal ve siyasal gelişmeleri davalar ve davalardaki hak ve hürriyet savunuları üzerinden anlamaya ve haklarını çoğaltmaya ihtiyaçları daha da açık hale gelmektedir…

*Yargıç, Demokrat Yargı Eşbaşkanı


* Forum kategorimiz çok çeşitli türde içeriğe açıktır. Gazete Duvar'ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.

https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/12/12/orgut-nosu-15638/