Bir toplumda yaşanan hukuksuzluk karşısında ilk önce ve en çok konuşması gerekenlerse hukuk insanlarıdır. Onlar da susarsa, sonsuza değin hukuk susar, vicdan susar.

Çok uzun bir dönem devleti ele geçirmek için devlet içinde (sözde gizli) örgütlenen “Gülen cemaati”, Cumhuriyet’i ve ulus devleti ortadan kaldırma projesinin bir gereği olarak, (Ergenekon, Balyoz, Casusluk vb.) kumpas davalarında yargıyı hiç tereddütsüz bir silah olarak kullanmıştır. “Hukuk devletini” ve onun hukukunu tamamen araçsallaştıran kumpas davaları ile Türkiye’nin “derin devlet” ve “askeri vesayet”le hesaplaştığına, bağırsaklarını temizlediğine inanmamızı isteyen “devlet aklı” ve bir kısım neoliberal “solcu” zevatın etkili propagandasına rağmen, başta hukukçular olmak üzere, toplumsal muhalefetin yaşanan hukuksuzluğa karşı eleştirel duruşu ve tepkisi sayesinde bu davalar kamuoyunda umulan desteği bulamadığı gibi kamu vicdanında meşruiyet de kazanamamıştır. Bu durum kumpas davaların yargı önündeki çöküşünün nedeni olmasa da, o çöküşü büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.
Ancak çok ilginçtir ki; aynı eleştirel duruşu, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile başlayan “Fetulahçı Terör Örgütü” (FETÖ) soruşturmaları ve davalarında kesinlikle göremiyoruz. Başta barolar ve hukuk kurumları olmak üzere, toplumsal muhalefet bu davalarda yaşanan hukuksuzluk karşısında adeta üç maymunu oynamaktadır.

Suç örgütü
Oysa anılan suç örgütünün devlet içindeki faaliyeti ve darbe teşebbüsü ile işlenen bu suçun şu an tutuklu yargılan veya hüküm giyen birçok failinin varlığı somut bir vakıa olsa da; bu davalarda tutuklu yargılananların veya hüküm giyenlerin birçoğunun da darbeci veya örgüt üyesi olmadığı; şu an tutuklu olan birçok şüpheli veya sanık hakkında kuvvetli suç şüphesinin dahi bulunmadığı da, maalesef ayrı bir vakıadır. Diğer yandan, (darbe teşebbüsünün hemen ardından gözaltına alınanlara uygulanan işkence ve insan haklarına aykırı muamele furyası bir yana) bu soruşturma ve davaların adil yargılanma ilkelerine uygun olarak sürdürüldüğünü söylemek de kesinlikle mümkün değildir.
Örneğin; yalnızca (darbe günü dolaşıma sokulan) sözde sıkıyönetim görevlendirme listeleri, Bylock ve kontörlü telefon aramaları baz alınarak Emniyet Genel Müdürlüklerince başlatılan soruşturmalar ve açılan davalara dayanak yapılan deliller ve bu delillere göre gerçekleşen tutuklamalar, tutukluluk incelemeleri, yargılama usulü ve verilen cezalar, başta Ceza Muhakemeleri Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Yargıtay içtihatları bakımından da ciddi anlamda sorunlu olup; bu yargılamalar ve tutuklamalar (yaratıkları mağduriyetler ve hak ihlalleri bir yana) yakın bir süreçte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde Türkiye’nin başını ciddi biçimde ağrıtacaktır.

Üst akıl
Diğer yandan, anılan soruşturmaları (sözde) savcılık talimatıyla yapan ve esasen bu davaların “hukuki” temelini de atan Emniyet’e hâkim olan “üst aklın” tamamen düz bir mantıkla işleyen kurgusuna göre; anılan bu listelere, uygulamalara ve aramalara giren/takılan her kişi darbeci veya terör örgütü üyesidir. Bu kişiler hakkında gereken “delil”e ulaşıldıktan sonra, o “delilin” hukuki olup olmadığına, kumpas olup olmadığına hiç bakılmadan (bu arada anılan Görevlendirme Listeleri ve Bylock’daki kumpas deşifre edilmiş, bunlar tek başına delil olma niteliğini kaybetmiş ne gam!) o kişinin lehine olan başkaca hiçbir delilin araştırılmasına (bu yasal bir zorunluluk da olsa) hiç gerek yoktur. Duruma uygun fezleke (farazi tutuklama gerekçesi) hazırlanıp, şüpheli sıfatı ile yaftalanan o kişi artık “mevcutlu” bir şekilde ve tutuklanma garantisi ile yargının önündedir. Yasaya göre, bir hukuk insanı ve iddia makamı olarak, kolluğun topladığı deliller ve hazırladığı fezlekedeki “suç örgütü üyeliği” tanımı ile bağlı olmaması gereken Cumhuriyet savcısı, önüne gelen fezlekeyi hiçbir hukuk süzgecinden geçirmeden, doğrudan bir iddianameye dönüştürürken, önüne “mevcutlu” gelen şüpheliyi de usulen dinleyip (çoğu zaman da hiç dinlemeden) tutuklama istemiyle Sulh Ceza Hâkimliğinin önüne gönderir. Bundan sonraki süreç de adeta otomatik işler: “Suçların ve cezaların şahsiliği” ilkesine göre öncelikle şüphelinin somut durumuna bakılması gerekirken buna dahi bakılmadan, topluca gelen diğer şüphelilerle birlikte o şüpheli de CMK’ya göre “kataloğ suç” kapsamında sorgusuz sualsiz tutuklanır; hiçbir delili karartma ve/veya kaçma ihtimali olmasa da yıllarca tutuklu kalır, usulsuz yargılanır; delilsiz, dayanaksız mahkûm olur; beraat etse bile hükmen verilmeyen cezasını tutuklu kaldığı sürede fiilen zaten çekmiş olur.
Bu hukuksuz sürecin mağduru da genellikle meslekten ihraç edilen memurlar, tutuklu yargılanan muvazzaf askerler, giderek zayıflayan devlet bürokrasisi, ordu, sair devlet kurumları; hızla kaybolan adalet inancı ve dolayısı ile varlığı yine tehdit altında olan “ulus devlet” olur.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte yargının da yasama gibi tamamen siyasi iktidarın tasarrufu altına girmesi; tek elde toplanan yürütmenin açık anayasa ihlalleri ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile birlikte; yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin (somut uygulamalı örneklerle) ortadan kalkmış olduğu yeni sistemde ise; artık suçun değil suçsuzluğun ispatının zorunlu olduğu, bu ispatın takdirinin ise kanun yerine keyfiyete bırakıldığı, mahkemelerin nerdeyse yargıçlar tarafından değil, devlet kurumları adına davaları takip eden müştekiler ve vekillerince yürütüldüğü; bu davalarda savunmayı temsil eden avukatın ise kendisine zoraki tahammül gösteren yargının (siz devlet diye de düşünebilirsiniz tabii) bir nevi süsü olduğu, bu süsten de rahatsız olunduğunda savunmanın hâkim kararıyla çabucak göz önünden uzaklaştırılabildiği günümüzde, hukuk devleti’nin ve hukukun “devlet aklı” tarafından bir kez daha araçsallaştırıldığı apaçık ortadadır.

Barolar ve hukuk kurumları tehdit altında
Hal böyleyken, başta varlıkları en büyük tehdit altında olan barolar ve hukuk kurumları olmak üzere, sair toplumsal muhalefetin yeni kumpas davalarını bir anlamda meşrulaştıran derin sessizliği ne anlama gelmektedir?
Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla ya hukuk devletine, yargıya, dolayısı ile adalete olan güven tavan yapmış olmalıdır; ya da korku artık son kaleleri de teslim almış; geriye kalan vicdanları da karartmış olmalıdır. Bu derin sessizliğin mantıkla açıklanabilir üçüncü bir nedeni bulunmadığına göre; bu iki ihtimalden hangisini seçersek seçelim, toplumsal durumumuzun ne kadar vahim olduğu apaçık ortadadır. Bir toplumda yaşanan hukuksuzluk karşısında ilk önce ve en çok konuşması gerekenlerse hukuk insanlarıdır, avukatlardır. Onlar da susarsa, sonsuza değin hukuk susar, vicdan susar.

Av. Cem Alptekin

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1096229/Hukuk_susarsa....html