Birazdan size anlatacağım hikâyeyi bana anlatsalar, “Hadi len ordan, bu kadar da abartılır mı!” der ve sonunu dinlemeden döner arkamı giderdim. Ancak insan kendi başına gelince dönüp gidemiyor işte. Benim gibi aşırı dikkatli olmakla övünen birisinin başına bile bunlar gelebiliyorsa, başkalarını düşünemiyorum bile…

Çalıştığım şirkette bazen inanılmaz bir yoğunluk olur. Bildiğiniz aç, uykusuz, yorgun saatlerce çalışırız. Bir toplantıdan diğerine koşar, evde bile dilekçe yazmaya devam ederiz. Bazen de öyle bir rahatlık olur ki, bütün gün laklakla geçer. Geçenlerde yine çok yoğun bir hafta geçirdik. O yoğun günlerden birinde, hukuk müşavirimiz ile akşamüstü Kavacık tarafında bir toplantımız vardı. Yolda bütün gün hiçbir şey yemediğimizi hatırlayıp, toplantıya gitmeden birer tost almaya karar verdik.

Hukuk müşaviri bir kafenin önünde durdu ama arabayı park edecek yer olmadığı için arabada kaldı. Ben de koştura koştura içeri girdim. Birkaç dakikaya tostları hazırladılar. Aynı hızla koşarak geri döndüm. Arabaya bindim, kapıyı da bir güzel kapattım. Açlığın verdiği o karşı konulmaz saldırganlıkla tostları poşetten çıkarmaya çalışırken, bir yandan da hukuk müşavirine dert anlatıyorum tabii: “Adamlar ne ağır yahu. İki tost hazırlayacaklar altı üstü.  Sen şunu al abi.” Şöyle bir cevap geldi: “Teşekkür ederim ama siz kimsiniz?” Haydaa...

Kafayı bir kaldırdım ki şoför koltuğunda tanımadığım bir adam. Arkadaş önümüzde de bizimkiyle aynı renk beyaz bir araba var. Yanlış arabaya binmenin verdiği utançla özür dileyip, arabadan indim. Arada benim arabaya da bu şekilde oturanlar olduğunu hatırlayıp, gülerek bizim arabaya bindim. Bir yandan tostlarla boğuşurken bir yandan da hukuk müşavirine başıma geleni anlatmaya başladım: “Sen sanıp arkadaki arabaya binmişim abi. Bir de adama tost ikram ediyorum yaa. Hahaha.” Cevap şu oldu: “Sen de kimsin birader?” Len!

Kafayı bir kaldırdım ki yanımda tanımadığım başka bir adam. Matrix’te dalgalanma mı oldu, ajanlar yerimizi mi buldu, ne oldu oğlum? Ben bu sahneyi biraz önce yaşadım diyorum ama ne olduğunu da anlamlandıramıyorum. Dışarı baktım, yolun karşısında bir beyaz araba daha var. Tövbe estağfurullah. Adama yanlış arabaya bindiğimi anlatıp, bir kez daha arabadan indim. Karşıdaki arabaya doğru yürümeye başladım. Dışarıdan bakanlar, “Tinerciye bak, elinde poşet, para için araba araba dolaşıyor” falan diyordur, arabalarının kapılarını kilitliyordur kesin.

Bizim arabanın önüne geldim. Arabanın etrafında bir tur attım. Plakayı kontrol ettim, eğilip camdan hukuk müşavirine baktım. Adamcağız da eliyle ne oldu yapıp, bana bakıyor. Yine de araba bizim araba mı, şoför bizim hukuk müşaviri mi emin olamıyorum artık. Neredeyse ehliyet, ruhsat soracağım. Zaten yine bizim araba çıkmasa, “Uzaylılar tarafından kaçırıldım” diye bağıracağım. Evet, tarafından… Kapıyı açtım, oturdum, aptal aptal adamın suratına bakıyorum ama hala tereddütteyim. Adamcağız diğer yöne gideceğiz, vakit kaybetmeyelim diye arabayı çevirip karşıya park etmiş meğerse. Bendeyse uyku, yorgunluk, açlık falan kalmadı. Adam endişelenip “Ne oldu?” diye soruyor, bir şey de diyemiyorum. Hayır, ne olduğunu anlatsam, “koskoca şirketi bu montofona mı emanet ediyoruz biz” diye düşünüp işten bile atarlar.

Buraya kadar her şey normaldi. Bak, bu olanlara bile normal diyorum; düşün artık nasıl bir gün yaşadığımı! Neyse… Tostlarımızı yiyip toplantıya girdik. Toplantı biraz uzayınca bizim hukuk müşavirinin beni toplantıda bırakıp, başka bir görüşme nedeniyle şirkete dönmesi gerekti. Akşam da Kadıköy’de başka bir toplantımız var. Normalde toplantıdan çıkınca beraber Kadıköy’e geçecektik ama şimdi benim Kadıköy’e kendi imkânlarımla gitmem gerekecek.

Toplantı bitti, dışarı çıktım. Ana caddeye yürüdüm, karşılıklı iki otobüs durağının olduğu bir yere geldim. Sabah yaşadığım olaydan sonra inanılmaz şüpheciyim. Kadıköy solumda kalıyor, biliyorum ama yine de tam emin olmak istiyorum. Duraktaki yaşlı teyzeye sordum Kadıköy’ün ne tarafta olduğunu, solu gösterdi. Ne olur ne olmaz diye gidip bir de arkadaki esnaf amcada sağlamasını yaptım. Kadıköy için sola doğru gitmem gerekiyor, artık kesin. Durağa yanaşan “15BK Beykoz-Kadıköy” otobüsünü görünce atladım hemen.

Böyle yeşillik alanların arasından otobüs kıvrıla kıvrıla gitmeye başladı. Ben de en sevdiğim şeyi yapıp, kafamı cama dayayarak biraz kestirmeye karar verdim. Nasıl olsa son durağa gidiyorum, gideceğim yeri kaçırma ihtimali de yok zaten. Şoförün “Son durak” sesine uyandım. Kafayı kaldırıp baktım ki tanımadığım bir yerdeyim. Şoföre sordum, Dereseki’ymiş orası. Hatta “Dereseki, Deniz Seki’nin küçüğüdür” diye gereksiz bir espri bile yapıp, kendi kendisine güldü. Ben meğerse Kadıköy yerine tam ters istikamete giden otobüse binmişim. Yahu hem sordum hem sağlamasını yaptım, nasıl olup da yanlış taraftan otobüse binebildim anlayamıyorum. Hadi teyze neyse de, içimde o esnafa karşı inanılmaz bir öfke oluştu. İrlandalı boksör az dövmüş bu esnafı!

Bunların üzerine bir de Kadıköy’e giden otobüsün biraz önce kalktığını, bir sonrakininse iki saat sonra hareket edeceğini öğrendim. Taksi falan hak getire. Şoföre durumu anlatınca halime acıyıp, çare aramaya çalıştı. Beni biraz sonra kalkacak Üsküdar otobüsüne bindirdi. Plana göre otobüsle ilk bindiğim yere gidip, bu sefer yolun karşısından geçen Kadıköy otobüse bineceğim. Dediklerini de yaptım. İnince biraz yürüyüp ilk durağın karşısına geçtim ve beklemeye başladım. Yine “15BK Beykoz-Kadıköy” otobüsü geldi. Ulan hani iki saat sonraydı bir sonraki sefer? Herkes yalancı olmuş kardeşim.

Otobüs yine kıvrıla kıvrıla yeşillik alanlardan geçmeye başladı. Bu sefer sinirden uyuyamıyorum tabii. Açtım telefondan toplantıda konuşacağımız sözleşmeleri okumaya başladım. Ta ki, şoförün “Son durak, kimse kalmasın” sözünü duyana kadar! Olmaz böyle şey, yoksa rüya mı, tam mutlu oldum derken, yıktın bütün dünyamı… Yine Dereseki son duraktayım. Nasıl olur kardeşim? Lost adası gibi bir yer miymiş bu Dereseki, ayrılmana izin vermiyor muymuş? İndim, otobüsün üzerindeki numarayı okuyorum: 15BK. Sonra istemsizce başka numaraları tekrarlıyorum: 4, 8, 15, 16, 23, 42…

Arkamı dönünce bir kez daha ilk şoförle karşılaştım. Geleceğe Dönüş filminde profesörün Marty’yi geleceğe gönderdiği için sevinirken Marty’nin arkasından tekrar koşarak geldiği bir sahne var. Hani Marty, anlamsızca kendisine bakan profesöre “I am back from the future!” diyor, profesör de bayılıyor bunun üzerine. Aynı öyleyiz işte. Şoför daha otobüse binip yeni sefere çıkmadan ben gönderdiği yerden geri dönüyorum. Adamcağız ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Ben gayet sıradan bir şey yaşıyormuşuz gibi bir kez daha Kadıköy’e gitmek istediğimi anlatıyorum. Bu arada hukuk müşaviri arayıp “Nerdesin?” diye soruyor. Ne nerdeyim ya, ne nerdeyim!

Hayır arkadaş, aklım mantığım almıyor; tam ters taraftan otobüse bindiğime yemin edebilirim. Sonradan öğrendim ki, meğer benim otobüse bindiğin durağın hemen aşağısında bir ada varmış. Dereseki’ye giden otobüs oradan dönüp geldiği için yolun karşılıklı iki tarafı da Kadıköy’e gitmiyormuş. Kadıköy’e giden otobüs bir üst yoldan geçiyormuş.

Baktım Kadıköy otobüsünün kalkmasına bir saatten az zaman kalmış, hiç yeni bir fantaziye atılmadım. Paşa paşa bekledim otobüsün kalkmasını. Kadıköy’e varana kadar da ne gözümü kırptım ne de başka bir şeyle uğraştım. Ulan belli mi olur. Bende bu şans varken, Kadıköy’e bir gelmişsin, kutup ayıları sıra olmuş...


(Bu yazı, Hukukta Sol Tavır Derneği’ne ait #DirenTerazi blogu için kaleme alınmıştır)

Av. Ozan Gülhan


http://haber.sol.org.tr/blog/diren-terazi/av-ozan-gulhan/son-durak-dereseki-159855