İstanbul Barosu’nda 6–7 Kasımda yapılan seçimler sadece kazananlar açısından değil, muhalif gruplar açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Seçimlerde yönetim belirlenmiş ancak muhalefet belirsizleşmiştir.
 
Seçimlerde sağı temsil eden Hukukun Üstünlüğü Grubu istatistiksel olarak durumunu korurken daha önce seçime giren diğer bütün gruplar büyük kayıplara uğramıştır. Bu da Baro’da muhalefeti tartışılır duruma getirmiştir. ÇAG (Çağdaş Avukatlar Grubu) çekirdeğinden ayrılan Önce İlke Grubu (ikiye bölünmüş haliyle bile) oy patlaması yaparak iktidarını korumaktadır. Oysa ÇAG ve yine ÇAG’dan ayrılan KAV (Katılımcı Avukatlar Grubu) büyük kayıplara uğradığına (ve ÇAG’dan bu seçimlerde kopan ÖHP(Özgürlükçü Hukuk Platformu) de seçim sonuçlarına bakıldığında ciddi bir varlık gösteremediğine göre bu grupların geleceğin muhalefeti olmaları da tartışılır duruma gelmiştir. İşte tam bu noktada, İstanbul Barosu’nda son 22 yılını kamuoyunun yıllardır yakından takip ettiği 16 Mart Davası üzerinden 12 Eylül’e ve Kontrgerillaya karşı hukuk mücadelesi ile geçiren ve başta barolar olmak üzere, Türkiye’de hukuk devleti isteyen kesimleri samimiyet sınavına zorlayan ve ayrıca Baro içinde liberal ve statükocu sola, ayrılıkçı ve meslekçi anlayışlara karşı eleştirel duruşuyla dikkat çeken Av. Cem ALPTEKİN, kendisiyle yaptığımız bu söyleşide “ŞİMDİ SOSYALİST SOL ZAMANIDIR” diyerek, “avukatlığın çöküşüne ve çöküşün avukatlığına” ciddi bir reddiyede bulunuyor.
 
Y.T: İstanbul Barosu’nun son 22 yılını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
BARO TARİHİNDE BİR İLK
 
C.A: İstanbul Barosu’nu benim de ilk kez bünyesine katıldığım ÇAG’ın yönetime geldiği 1988 yılından itibaren değerlendirmek isterim. Biliyorsunuz, 12 Eylül birçok kurum gibi İstanbul Barosu’na da büyük darbe indirmiş, Orhan Apaydın başkanlığında 1976’da yönetime gelen ÇAG, seçimle kazandığı yönetimi 12 Eylülcülerin baskısı ve ayak oyunlarıyla yitirmiştir. Ancak ÇAG, kısa zaman içinde 12 Eylül darbesine karşı tüm solu yeniden örgütleyerek 1988 Baro seçimlerini kazandı ve Turgut KAZAN İstanbul Baro Başkanı oldu. Ancak, ÇAG’ın temel ilkeleri ve duruşundan taviz verdiği gerekçesiyle, Baro’nun ve avukatların temel sorunlarına çözüm üretemediği ve özellikle de Baro adına (AVTA ve AVKON gibi inşaat projeleri nedeniyle) girdiği akçalı işlerden dolayı yoğun eleştiriler almış; bu ve benzeri eleştiriler nedeniyle Kazan dönemi Baro tarihinde ilk kez 7 Yönetim Kurulu üyesinin birlikte istifasına da sahne olmuştur. Yönetim anlayışı ve uygulamaları nedeniyle ÇAG dışına düşen Turgut KAZAN’dan sonra, Kazan dönemine alternatif olarak ÇAG’dan Yücel SAYMAN başkan oldu. Devlet içinde çete iddialarına ve soruşturmasına yol açan Susurluk Kazası’nın hemen ardından yönetime gelen Yücel SAYMAN ekibi de, devlet içindeki suç örgütünün ortaya çıkartılması adına, gerek Yönetim Kurulu’yla birlikte Susurluk’a giderek, gerekse Baro bünyesinde Komisyon (Çalışma Grubu) kurarak başlangıçta kamuoyu önünde çok ciddi adımlar atmış; ancak daha sonra devlet içinde Kontrgerilla’nın varlığını saptayan Komisyon’un hazırlayıp kamuoyuna sunduğu raporun gereğini yapmadığı gibi, o raporu hiç sahiplenmemiştir. Sayman döneminde, İstanbul Barosu’nca aydınlatılacağı taahhüt edilen Susurluk sürecinin üstü, anılan Komisyon ve raporuyla birlikte tamamen örtülmüştür. ÇAG, ilkesel ve olgusal düzeyde eksen kaymasına uğradığı ve hiçbir zaman samimiyetle sorgulamadığı Kazan ve Sayman dönemlerinde ciddi biçimde itibar ve oy kaybına da uğramış; nihayet, 2002 yılına gelindiğinde, kendi bünyesinden koparak kurulan Önce İlke Grubu karşısında Baro seçimlerini de kaybederek bir daha iktidar yüzü görememiştir. Üniterci-laikçi söylemi ile öne çıkan. Önce İlke Grubu’nun ilk Baro Başkanı Kazım KOLCUOĞLU’dur. KOLCUOĞLU’dan sonra da Muammer AYDIN Baro Başkanı olmuştur. Ancak her iki başkanın (Kolcuoğlu-Aydın) döneminde de Baro ve avukatların temel sorunlarına çözüm getirilemediği gibi; hukuk devleti yönünde hiç bir kazanıma da imza atılamamıştır. Hepsinden de önemlisi; 1988 tarihi itibariyle, (hangi gruptan olursa olsun) tüm Baro başkanlarımız esas itibariyle maalesef (söylemleri nispeten farklı da olsa) “statüko”nun temsilcisi olmuştur.
 
Y.T: Son 22 yıldır 16 Mart Katliamının aktif takipçisi olduğunuzu biliyoruz. Bize bu süreç hakkında ve Baro yönetimlerinin size karşı tutumu konusunda neler söyleyebilirsiniz?
 
16 MART KONTRGERİLLA’NIN İŞİDİR.
 
C.A: 16 Mart Katliamının sorumlularının ortaya çıkartılması amacıyla, kapatılmış dava dosyası üzerinde 1988 yılında başlattığımız çalışma ve kamuoyuna (tanık ve bilgi toplama yönünde) yaptığımız çağrılar 1992 yılında sonuç vermeye başladı. O tarihlerde hiç kimse adını ağzına alamazken biz 16 Mart Katliamının bir Kontrgerilla eylemi olduğu tespitini yargı önünde yaptık. Ancak bu hukuk mücadelemizde KAZAN yönetiminden hiçbir destek alamadık. SAYMAN yönetiminden ise, başlangıçta ciddi destek aldık. Bu sırada Susurluk olayı patlak verdi ve İstanbul Barosu’nda bu olayı araştırmak amacıyla içinde benim de yer aldığım 7 kişilik bir komisyon (Çalışma Grubu) oluşturuldu.
 
Komisyon çalışmalarını tamamlayıp, hazırladığı raporu kamuoyuna sunmak amacıyla, 27 Mayıs 1997 tarihinde, Baro Merkezi’nin altındaki Orhan Adli APAYDIN salonunda bir basın toplantısı yaptı. Devlet içindeki suç örgütü olarak, Türkiye’deki siyasi cinayet ve katliamların baş sorumlusu Kontrgerilla’nın ABD ve NATO ile illiyet bağını ortaya koyan bu rapor hukuk camiasında hiç ses getirmezken basında ve kamuoyunda büyük bir ilgi gördü. Biz o gün 13 sayfalık Susurluk Raporunu basına dağıttık, 500 sayfalık eklerini ise çoğaltamadığımız için, isteyen basın mensuplarının bu ekleri Baro yönetiminden alabileceğini duyurduk. Ancak, daha sonra, Yönetime başvuran basın mensuplarına bu eklerin verilmediğini öğrendik. Ertesi gün, bizzat Baro Başkanı’nın telefonuyla, bu eklerin basın mensuplarına bilinçli olarak verilmediğini, Basın toplantımızdan sonra Emniyet Müdürlüğü’nden başkana gelen telefonda, anılan rapor hakkında bilgi sorulmasının kendilerinde tedirginlik yarattığı için bu yola gidildiğini de öğrenmiş olduk. Ayrıca bu rapor, 1998 yılı Genel Kurulu’na sunulan Yönetim Kurulu Çalışma Raporu’nda da yer almadığı gibi, Susurluk Komisyonu’nun adından da (Çalışma Grubu olarak dahi) hiç söz edilmiyordu. Kaldı ki; Genel Kurul’da ne Susurluk olayından, ne Baro’nun bu konuda üstlendiği görevden ve ne de anılan rapordan söz eden tek bir grup dahi bulunmuyordu. İstanbul Barosu için Susurluk mevzuu o gün itibariyle, adeta buharlaşıp yok olmuştur.
 
Y.T: Komisyon raporunun ve Susurluk sürecinin üstünün diğer baro yönetimlerince de örtüldüğünü söylüyorsunuz. Bu süreci diğer Baro başkanları bazında da açıklayabilir misiniz?
 
16 MART VE SUSURLUK BARO YÖNETİMLERİ İÇİN BİR SINAVDI
 
C.A: Bizzat İstanbul Barosu’nca kurulan Susurluk Komisyonu kamuoyunun önünde faaliyet gösterdiğine ve Susurluk Raporu da aynı şekilde açıklandığına göre; bu konu Yücel SAYMAN’dan sonra gelen yönetimlerin zihinlerinden de buharlaşıp uçmadıysa eğer (!) bu süreci ve karartma nedenlerini tüm Baro yönetimleri, gruplar ve tek tek avukatlar sorgulamak zorundadırlar. Kaldı ki; bu süreç Kolcuoğlu, Aydın yönetimleriyle de (başkanlar düzeyinde) ayrıca paylaşılmış ve bugüne kadar bir sonuç alınamamıştır. Muammer AYDIN’la yapılan görüşme ise, şu anki baro başkanımız Ümit KOCASAKAL aracılığı ve katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Bu son görüşmede; Sayman yönetimince üstü örtülen Susurluk raporu ve sürecinin yanı sıra; o gün Yargıtay aşamasında olan 16 Mart Davası için, Kontrgerilla’nın yargılanabilmesi için, Yargıtay’da zamanaşımını bekleyen (savunmayı ayağa kaldıracak) hakkımdaki beraat kararının ivedilikle onanması ve emsal olarak kullanılabilmesi için, 16 Mart davasında zamanaşımı kararı veren hâkimlerle ilgili Adalet Bakanlığı’nca başlatılan idari soruşturmanın takibi için bizlerin ve Baro’nun yapabilecekleri (bazı somut ve pratik önerilerle birlikte) tarafımızdan ortaya konulmuştur. Ancak her iki Önce İlke Grubundan da şu ana kadar bize ya da kamuoyuna bu konuda her hangi bir dönüş olmamıştır. Sayman döneminde Susurluk sürecine komisyon kurarak müdahil olan İstanbul Barosu’nun (komisyonun bu konudaki raporuna rağmen) süreçle ilgili bu güne kadar hiçbir şey söylememiş ya da söyleyememiş olması ve hukuk camiasının da bu süreci hiç sorgulamamış olmaları oldukça manidardır.
 
Y.T: Baro’nun Susurluk Komisyonu’na ulaşan ve 16 Mart Davasında delil olarak kullandığınız bir belgeden dolayı size dava açıldığını biliyoruz. Bize bu davadan ve Baronun bu davanıza ilişkin tutumundan da söz eder misiniz?
 
BANA KARŞI AÇILAN DAVANIN ZAMAN AŞIMINDAN DÜŞÜRÜLMESİ YARGI VE SAVUNMA MESLEĞİ İÇİN BİR KAYIPTIR.
 
C.A: Susurluk Komisyonu’na gelen, 16 Mart Davasında delil olarak kullanmış olduğumuz belge nedeniyle, MİT’in (belgenin kendi arşivinden alındığı ve kullanıldığı; ayrıca belge altında isim ve imzası bulunan MİT görevlisinin de deşifre edildiği iddiası ile) ihbarının ardından; Adalet Bakanlığı’nın izni, Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesi’nin son soruşturma kararıyla, şahsım hakkında; önce MİT Yasası 13 ve 27.maddeleri ile Terörle Mücadele Yasası’nın 6.maddesinin ihlali iddiasıyla, 1998 yılında, İstanbul 5.Ağır Ceza Mahkemesi’nde kamu davası açılmıştır. Daha sonra, alınan beraat kararının usul yönünden bozulması üzerine Terörle Mücadele Yasası’nın ihlali gerekçesiyle, bir dava da DGM’de açılmıştır. 2001 yılına kadar süren ana dava sonunda (duruşma savcısının lehte mütalaasıyla), hakkımda beraat kararı verilmiş iken; İstanbul C.Başsavcısı Ferzan Çitici’nin gerekçe göstermeden yaptığı temyiz itirazı sonucunda, karar usulen bozulmuştur. Esas mahkemesi bozmaya uygun olarak, MİT Yasası’nın ihlaline ilişkin yargılamayı sürdürürken, Terörle Mücadele Yasası’nın ihlaline ilişkin yargılamayı da görev yönünden İstanbul DGM’ye göndermiştir.
 
Her iki mahkemede yapılan yargılama da (DGM’deki ilk celse de olmak üzere) beraatla sonuçlanmıştır. 2002 yılında aynı gerekçeyle 2.kez beraat kararı veren İstanbul 5.Ağır Ceza Mahkemesi’nin “gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayacak her türlü belge ve bilginin mahkemeye sunulması herkes için bir görevdir.” diyerek yargının önünü açan ve savunmayı ayağa kaldıran önemli kararı, Başsavcı tarafından bir kez daha temyiz edilerek Yargıtay’a gönderilmiştir. Bu karar Yargıtay’da yıllarca bekletildikten sonra bu yılın başlarında zaman aşımından düşürülmüştür. Sonuç olarak; sistem, yargının önünü açan ve savunmayı ayağa kaldıran mahkeme kararının kesinleşip içtihat haline gelmesini bilinçli olarak engellemiş; savunma mesleğinin temsilcileri ise bu konuda hiç bir şey yapamamıştır.
 
Sayman döneminde aleyhimde açılan bu davalara TBB(Türkiye Barolar Birliği), Marmara bölge baroları ve İstanbul Barosu, “savunmayı savunuyoruz” şiarıyla vekaletimi üstlenerek sahip çıkmışlar, duruşmalara da katılmışlardır. Ancak; ana davanın savcılıkça temyizi aşamasıyla ilgilenmedikleri gibi, beraat kararının akbeti ve içeriği ile de hiç ilgilenmemişlerdir. Üstüne üstlük; İstanbul Barosu da bir yandan beni savunurken, diğer yandan hakkımda bir de disiplin soruşturması başlatmış; TBB’nin de itiraz makamı sıfatıyla dâhil olduğu bu süreci (tüm yazılı uyarılarımıza rağmen) savunma örgütüne yakışır onurlu bir kararla sonlandıramamışlardır.
 
Y.T : Sırf savunma görevi yaptığınız için size karşı açılan davalarda Türkiye Barolar Birliği’ni, Marmara Bölge Barolarını ve İstanbul Barosu’nu kimler temsil etti.?
 
C.A: Tarafıma karşı açılan ceza davasında beni, TBB adına Başkan Eralp ÖZGEN, Hüseyin ERKENCİ ve Kazım KOLCUOĞLU, Marmara Bölge Baroları adına, SAKARYA Barosu Başkanları Behice ERDOST, Bekri ERKUL, Tekirdağ Barosu Başkanı Bekir GÜNGÖR, Yalova Barosu Başkanı Özdeniz AKINCI, Kocaeli Barosu Başkanı Bora ULUÇ, İstanbul Barosu adına da başkan Yücel SAYMAN ile birlikte tüm Yönetim Kurulu üyeleri vekil sıfatıyla temsil etti.
 
Y.T: Barolar, hakkınızda açılıp beraatla sonuçlanan yargı ve savunma mesleği için önemli olan bu kararın Zamanaşımından düşmesini engellemek için ne yapabilirlerdi, neyi yapmadılar?
 
TBB, BAROLAR VE İSTANBUL BAROSU YÖNETİMLERİ DAHA AKTİF VE DİK DURABİLİRLERDİ
 
C.A: Baro (ve bu davanın tarafı olan TBB ve diğer barolar) bir dosyanın Yargıtay’da bunca yıl bekletilmesini kamuoyu önünde eleştirir; Beraat Kararının içeriğine (bu içeriğin savunma ve yargı bakımından önemine) sürekli vurgu yaparak, Yargıtay’ın bu dosyayı bekletmekteki amacını sorgulayıp tartışmaya açabilirlerdi. Bu gecikme nedeniyle Adalet Bakanlığı’na ve HSYK’ya şikâyette bulunulabilirdi. Ayrıca bu beraat kararının (kesinleşmemiş haliyle dahi) benzeri davalarda emsal olabilmesi için kamuoyu yaratılabilirdi (ve bu halen yapılabilir)
 
Y.T: Size Karşı Açılan Davayla İlgili İstanbul Barosu’nca Aleyhinize Başlatılan Disiplin Soruşturması sürecini özetler misiniz?
 
"SAVUNMAYI SAVUNMAK"ADINA BENİ SAVUNMAYA SOYUNAN BARO'NUN HAKKIMDA BAŞLATTIĞI DİSİPLİN SORUŞTURMASI, TBB’NİN DE BU GARABETE ORTAK OLMASI BU KURUMLAR İÇİN BÜYÜK TALİHSİZLİKTİR.
 
C.A: Disiplin Soruşturması (daha doğrusu dosyası) SAYMAN döneminde yönetim kurulundan Osman ERGİN’e raportör sıfatıyla devredilmiş (oysa Yönetim Kurulu bu soruşturmayı doğrudan reddetme yetkisine sahiptir) Garabete bakınız ki; dönemin İstanbul Barosu yönetimi (TBB ve Marmara bölge barolarıyla birlikte) disiplin soruşturmasına konu olan davada bir yandan beni (daha doğrusu savunmayı) savunuyorlar; diğer yandan da hakkımda disiplin soruşturması başlatıyorlar; üstelik, soruşturma konusunda bize hiç renk de vermiyorlar. Sayman yönetimi, (2002 yılında görevi Kolcuoğlu’na devredene kadar) hangi akla hizmetse, hakkımdaki disiplin dosyasını 5 yıl boyunca hiçbir karar vermeden raportör elinde tutmayı başarmıştır!.. Bu şekilde Kolcuoğlu yönetimine devredilen dosya hakkında, bu yönetim de; 3 yıl oyalandıktan sonra dosyayı, “bu da neyin nesidir?” diye hiç sormadan, etmeden, kovuşturma kararı vererek, olduğu gibi Disiplin Kurulu’na gönderiyor. Ben bu dosyadan, Baro Disiplin Kurulu’nca tarafıma savunmam için 2005 yılında yapılan tebligat sonucu haberdar oldum. Tabii savunmamızı yaptık. “Savunmayı Savunan” Baronun bu kovuşturma kararı ile kendi ayağına nasıl kurşun sıktığını, Şüyuu vukuundan beter olan bu kovuşturmada verilecek kararın şahsımı değil, Baro’nun onurunu ve geleceğini ilgilendirdiğini etraflıca anlattık. Disiplin Kurulu, 1 yıl kıvrandıktan sonra, hakkımda “disiplin cezası verilmesine yer olmadığı” kararı veriyor; ancak bu karara tarafımızdan (yetersiz gerekçesi nedeniyle) ve İst. C.B.savcılığı tarafından (ceza davasının sonucunun beklenmemesi nedeniyle) TBB nezdinde itiraz ediliyor. TBB Disiplin Kurulu ise; 2007 yılında bizi değil, İst. C.B.savcılığı’nın itirazını haklı bularak bu kararı bozuyor. Bozma kararı Adalet Bakanlığı’nca onandıktan sonra, İstanbul Barosu Disiplin Kurulu da bozmaya uyarak, hakkımdaki ceza davası sonuçlanıncaya kadar tatil kararı veriyor. Nitekim yine bu yılın başında ceza davasının zamanaşımı nedeniyle düşmesi üzerine, İstanbul Barosu Disiplin Kurulu, disiplin soruşturmasının ortadan kaldırılmasına karar veriyor. Tabii biz bu karara da gerçek bir aklanma kararı olmadığı noktasından itiraz ettik.
 
Y.T: Siz bu davalar ile ilgili dönemlerine göre İstanbul Barosu başkanlarından ne istediniz? Bu davalarla ilgili taleplerinizi nasıl yaptınız: doğrudan, yazılı başvuru ile basın açıklamaları ile bunların hangisiyle ya da hepsi ile mi?
 
C.A: Her şeyden önce; 16 Mart Katliamında ölenlerin ve yaralananların çoğu hukuk fakültesi öğrencileriydi, Yani bu gençler müstakbel meslektaşlarımız ve baro üyeleri idiler. Ardından 16 Mart Katliamı, 12 Eylül’ün işaret fişeği sayılacak konum ve önemde bir katliam olup; İstanbul Barosu bu katliama büyük tepki göstermiş; dönemin Baro Başkanı Orhan APAYDIN’da 1978’de açılan ilk davaya müdahil olmuştur. Kaldı ki; 1995 yılında, bizim gayretimizle yeniden açılan 16 Mart davası, yine bizim gayretimizle bir Kontrgerilla davasına dönüşmüştür. 12 Eylül kurumları ve hukukuyla hesaplaşma iddiası ile yönetime gelen tüm baro başkanlarına biz, davanın bu özelliklerini ve haliyle bu davanın mağdur/müdahil taraflarından birinin de Baro olduğunu hatırlattık. Kısacası; öncelikle baronun bu davayı her daim asli görevleri arasında görmesi gerektiğini ortaya koyduk. Bu süreci gerek Baro başkanları ve yönetimiyle yaptığımız ikili görüşmeler ve/veya toplantılarla, gerek dilekçelerle, gerek genel kurul konuşmalarıyla, gerekse gazete ve dergilerde yayınlanan makale haber ve röportajlarımızla defaten dile getirdik.
 
 
Y.T: 16 Mart ve Susurluk Komisyonundaki çalışmalarınız ile ilgili bugün bir değerlendirme yapacak olsanız neler söylerdiniz?
 
16 MART VE SUSURLUK OLAYINDA BARO YÖNETİMLERİ TARİHİ BİR FIRSAT KAÇIRMIŞLARDIR.
 
C.A: Biz bütün bu süreçlerde, her platformda bir hukuk ve hakikat savaşı verdik; bu savaşı yargı önünde de verdik. Türkiye’deki Kontrgerilla gerçeğini, bu suç örgütünün ABD ve NATO bağlantısını gerek raporlarımızla, gerekse yargı önünde belgeledik. Bu mücadeleyi yaparken hiçbir gruba veya siyasete angaje olmadık. Hiçbir grup ve siyasetin de yönlendirmesi altına girmedik. Avrupa’dan, Soros vakıflarından da fonlanmadık. Bu işlerle uğraşırken çok dikkatli olmamız gerektiği konusundaki dost uyarılarını ise hep dikkate aldık. Ancak bu işleri fazla kurcalamamamız gerektiğine ilişkin uyarılarını (!) ise elimizin tersiyle bir kenara ittik. Aramızda “dost yüzlü” dolaşan provokatörlere de hak ettikleri yanıtı doğrudan verdik. Dolaylı-dolaysız üstümüze gelen hiçbir tehdit ve baskıdan da yılmadık.
 
Susurluk kazasından sonra İstanbul DGM’de Çete Davası açıldığında, biz Susurluk Komisyonu olarak, 12 Eylül’ün faili meçhul cinayet ve katliamlarıyla bu olay arasında illiyet bağı kurmuş olduğumuzdan İstanbul Barosu’nun bu davada müdahil olmasını istedik, bu isteğimize (yazılı talebimiz olduğu halde) yazılı veya sözlü hiçbir yanıt alamadık. Çete Davasının duruşma günü geldiğinde ise; DGM’de Komisyon’u müdahil sıralarında, yönetimi izleyici sıralarında bir İstanbul Barosu’yla karşılaştık ki; manzara, doğrusu evlere şenlikti. Bu arada (Çete davasından çok önce) komisyon üyeleri içinde de bazı çözülmeler baş gösterdi. Biz bunlara rağmen Kontrgerilla raporunu ortaya koyduğumuzda, Komisyon üyelerinden bazıları bu görevini tamamen unutup (!) Susurluk’ta ortaya çıkan “çetelere” karşı ışık kapama eylemi örgütlemeye soyunmuşlardır. Komisyonda tamamen işlevsiz kalan bu arkadaşlar, Komisyondan istifa etmedikleri gibi, rapora imza da atmadılar, ihtirazi kayıt da koymadılar. Bugüne kadar alternatif bir rapor da ortaya koyamadılar. Diğer taraftan, Komisyon olarak biz bir de, Kontrgerilla tarafından katledilenlerin (nam-ı diğer faili meçhullerin) yakınlarına (ki; içlerinde Abdi İpekçi, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil ve Doğan Öz’ün aileleri de bulunmaktaydı) Çete Davasına (isterlerse avukatlarıyla birlikte) müdahale etmeyi önerdik. Aileler bu teklifimizi önce sevinçle karşıladılar. Ancak, daha sonra, bize, avukatlarının bu teklife sıcak bakmadıklarını üzülerek bildirdiler. Tabii hal böyle olunca, Komisyon olarak bizim elimizde yalnızca 16 Mart mağdurlarının vekâletleri kaldı; biz de Çete Davasına yalnızca onlar adına müdahale etmiş olduk. Biz o gün orada gücümüzü ve güçsüzlüğümüz apaçık gördük. O gün müdahale talebimiz ve bu davanın da Kontrgerilla davasına dönüşme ihtimali birilerini çok korkuttu. O gün o davada da bizi yarı yolda bırakanların sayesinde, maalesef tarihi bir fırsat daha kaçmış oldu.
 
Y.T: Baro seçimlerini Ümit KOCASAKAL’ın kazanmasını ve ÇAG’ın büyük kaybını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
ŞİMDİ SOSYALİST SOL ZAMANI!!!
 
C.A: Baro’da seçim kaybedenler “korku kazandı” diye ortak bir dil tutturmuş gidiyor. Aslında bu söylemleriyle kendilerinin de kaybetmediklerini söylemek istiyor olmalılar. Bunlara göre avukatlar korkutulmasaydı (yani iradeleri fesada uğratılmasaydı), sandığa böylesine koşmayacaklar; geri kalanlarsa tıpış tıpış gidip, minareye kılıf arayan bu gruplara oy atacaklardı… Her nedense, avukatların özgür iradeleriyle rasyonel düşünerek oy vermeye koşmuş olabilecekleri ihtimali hiç düşünülmüyor. Pekiyi, bu seçimlerde sandıkta oy patlaması yapan avukatlar, referandumdan çıkan evet oyları nedeniyle laikliğin tehlikede olmasından ziyade, demokrasinin ve “hukuk devleti”nin tehlikede olmasından korkarak sandığa koşmuş olamazlar mı? Diyelim ki, din devleti korkusu haksız bir korku; Pekiyi, dikta devleti korkusu da haksız bir korku mudur? Bunun dışında, solun ideolojik savrulması nedeniyle, antifaşist, antiemperyalist mücadele alanlarını boş bırakmasından doğan bir korku da olamaz mı meslektaşlarımızda? (Üstelik Türkiye'de bölünme ve şeriat korkusu yeni bir korku olmadığı gibi, en azından solun bir kısmı tarafından çoktan aşılmış veya sindirilmiş bir korkudur da.)
 
Burada soldaki savrulmayı yaratan esas sorun; Türkiye’de siyasi iktidarın solun tarihsel "hukuk ve demokrasi" söylemini elinden almış olmasıdır. Dünyada “reel sosyalizmin” çöküşü nedeniyle enternasyonal ve sınıfsal argümanlarının önemli bir kısmını yitiren ve bu yüzden büyük bir ideolojik kriz yaşayan solun Türkiye’de bundan daha da önemli diğer bir sorunuysa; siyasi iktidarın "ezber bozan" pratiği ve “ileri demokrasi” söylemiyle solun önemli bir kısmını kendi yanına çekmiş (veya etkisizleştirmiş) olmasıdır. İşte asıl savrulma budur ve bu savrulma da tamamen ideolojik bir savrulmadır. İşte esas bu savrulmalardır avukatların sandığa koşmalarına ve en azından siyasi iktidar ve onun hukuk anlayışıyla arasına net mesafe koymayı beceren Önce İlke’lerden birine oy vermelerine neden olan.
 
Nitekim bu savrulmanın en çarpıcı yansıması da ÇAG'ın söylem ve pratiğinde tezahür etmiş bulunmaktadır: Örneğin, ÇAG'ın seçim broşürlerinde, bir yandan siyasi iktidarın hukuk dışı cemaatçi ve baskıcı uygulamalarına itiraz edilirken; diğer yandan bu uygulamalarından (sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi) vazgeçmesi umulmakta ve/veya beklenmektedir (Bkz. ÇAG 2010 Seçim Programı, Sf.1, 2). Böylece ortaya ideolojik bir duruş ve eleştiri konulmuş olmuyor; siyasi iktidardın yalnızca uygulamaları eleştirilmiş (!) oluyor. Kaldı ki; mesele eğer mevcut "korku"dan nemalanmaksa, ÇAG’ın 2010 Seçim Programında (Sf.3) "Laiklikten Yana Bir Baro İçin Adayız" başlığı altında bu yara da yeterince kaşınmakta ve bu noktada mevcut yönetim anlayışı/pratiğinden her hangi bir kopuş da ortaya konmamaktadır. Diğer taraftan, ÇAG'daki ideolojik savrulma bünyesindeki kadro ve adaylardan da açıkça gözlemlenmektedir. Örneğin ÇAG'ın bir ucu AKP’nin siyaset anlayışına açılırken; diğer bir ucu da Muammer Aydın yönetiminden (sorgusuz-sualsiz) devşirilen adaylarla "Statükocu" siyaset anlayışına açılabilmektedir. ÇAG'ın bir diğer ucu ise, KAV'la ittifak arayışı üzerinden, liberal "serbest piyasacı" siyaset anlayışına açılırken; bir başka ucu da, PKK'ya özgürlük peşinde koşan bir siyaset anlayışına kadar açılabilmektedir.
 
İstanbul Barosu’nda 1970'lerde ÇAG adı altında örgütlenerek antifaşist cephenin başını çeken antiemperyalist, antikapitalist eksendeki sosyalist sol, 12 Eylül sonrasında da aynı ekseni nispeten koruyarak “sol”daki önderliğini sürdürmüştür. Ancak bu kez grup yüzünü 12 Eylül’e ve onun kurumlarına karşı mücadeleye çevirmiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde ise; gerek dış (Sovyetler Birliği’nin dağılışı, ABD öncülüğündeki tek kutuplu dünyaya geçiş, küreselleşme, Afganistan ve Irak’ın işgali vb.), gerekse iç (Merkez siyasetin sandıkta çökmesi ve AKP’nin siyaset sahnesine iktidar olarak çıkışı, sivil-asker bürokrasisinin siyasete doğrudan müdahalesi, Kürt sorununun bölgesel olmaktan çıkıp, Türk solunu da etkileyen yeni bir evreye girmesi vb.) dinamiklerdeki savrulmalar nedeniyle “sol”un bir ucu öncelikle; üniterci-laikçi eksende “Cumhuriyetçi sol”a evrilmiş (bir anlamda CHP'lileşmiş); diğer bir ucu ise; demokrasi, insan hakları ve hukuk ekseninde "özgürlükçü sol”a evrilmiş; ("özgürlükçü sol"la aralarındaki fikirsel ve organik geçirgenlik her daim varlığını korumak kaydıyla) diğer bir uç da, kısmen serbest piyasacı, "neo-liberal sol"a avdet ederken, bir başka uç da, "statüko yıkıcı" siyasi iktidarın "ileri demokrasi" söyleminin büyüsüyle (bir zamanlar CHP'yi demokrat sandığı gibi) bugün de AKP'yi demokrat sanıp, alenen "AKP sever sol" olmuştur. Tabii şimdi bir de, emperyalizmin açık desteğiyle, sosyalizmden şoven-milliyetçiliğe evrilen bir siyaset anlayışının yarattığı nur topu gibi bir ‘Ayrılıkçı Sol’umuz da vardır artık.
 
1970'lerdeki antifaşist cephenin başını çeken antiemperyalist, antikapitalist ideolojik ekseni yitiren ÇAG ise, bugünkü pragmatik haliyle, hem bunların hepsi hem de hiç birisidir. Çünkü ÇAG, başta da söylediğimiz gibi, bir zamanlar "sosyalist sol"un önderliğindeki sol cepheyi temsil etmekteydi. Ama şimdi bu eksen iyiden iyiye kaymış olduğundan, “sosyalist sol”un değerleri ortada kalmıştır. Bu nedenle bir zamanlar 6000’lere kadar ulaşan ÇAG tabanının oyları da artık sahipsizdir. Hal böyleyken; ÇAG'ın "âkil adamları" ÇAG'ı ÇAG yapan bu değerlerden (neredeyse utanarak) ideolojik boyutta da uzaklaştıklarından (ve de yerine yeni bir ideoloji de koyamadıklarından), ÇAG'ı, kişisel ihtirasları yönetime taşıyacak bir seçim otobüsüne (veya gemisine) çevirmişlerdir. Bu nedenle bu otobüs (veya gemi) her durakta (her limanda) durmakta, her türden her boydan düşünce ve kadroyu (Örneğin, çoktan ÇAG'ın ilkelerinden kopmuş, Baro yönetimlerinde akçalı işlere bulaşmış, Susurluk süreçlerini karartmış, raporları hasıraltı etmiş, Kontrgerilla’yla yargı önünde hesaplaşan, savunma görevi yapan meslektaşlarını disiplin sandalyesine oturtmuş olanları; katliamcıların, işkencecilerin, faşistlerin, mafya mensuplarının savunmanlarını, tekelleşen hukuk bürolarının temsilcilerini) bünyesine almaktan ve de; “bindirilmiş kıtalarla” etik dışı seçim ittifakları yapmaktan da hiç kaçınmamıştır. Böylece “Sosyalist sol” ideolojinin önderliğinden kopan ÇAG’ın “peynir gemisi” son limana varmıştır artık.
 
Bugün kapitalizmin geldiği son aşamada, baro genel kurullarından oy birliğiyle geçirilen “Tip Sözleşme”lere razı olmaları beklenen emekçi avukatların oyları, kapitalizmin ekmeğine yağ süren bu “çağdaş” anlayışa tepki olarak, üniterci-laikçi söylemiyle de olsa, “hukuk devleti”nden yana net bir ideolojik duruş sergileyen ‘statükocu sol’un bağımsızlıkçı 68’li ruhuna gitmiş olmalıdır.
 
KOCASAKAL,yargının yürütmeye bağlanarak siyasallaşmasına ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tamamen ortadan kaldırılmasına karşı kamuoyu önünde verdiği samimi mücadele ile net ideolojik duruşunun yanı sıra bir de solun sahipsiz kalmış emanet oylarını da alarak bir seçim kazandı. Bu başarıyı kutlamak gerek. Ama onun ve ekibinin sınavı da (tabii önceki yönetim dönemindeki kötü pratiklerini saymazsak) daha yeni başladı. Türkiye’nin ulusal güvenliği bugün her zamankinden daha çok tehdit altındadır. Bugün Ülkemize NATO” vasıtası ile dayatılan ABD’nin füze kalkanı projesi gerçekte ulusal çıkarlarımıza mı, yoksa emperyalizmin çıkarlarına mı kalkan olacaktır? Yasa, yargı ve çevre tanımayan HES’ler Ülkemizde kendi gerçeğini ve hukukunu dayatırken; doğal zenginliklerimizi uluslar arası kartellere devreden Petrol Yasaları, Maden Yasaları TBMM’den itirazsız geçerken; ticaret hayatımızı kapitalizmin insafsız çarklarına teslim eden Ticaret Yasa Taslağı sırasını beklerken; Holding şirketlerin ortakları şirket borçlarından sermayeleri oranında, gerçek kişilerse tüm mal varlıklarıyla sorumlu tutulurken; Terörle Mücadele Yasası ve eski DGM statüsündeki özel yetkili mahkemeler uygulaması ceza yargılamasını çok başlı hale sokarken; “hayata dönüş operasyonları” ile hayatlar söndürülüp, 10 yıl sonra göstermelik davalar açılırken; Kontrgerilla gerçeği tüm çıplaklığıyla orta yerde dururken; Devletin denetimi ve sorumluluğu altındaki İmralı’dan terör örgütü yönetilirken Baro’nun söyleyecek bir çift sözü mutlaka olmalıdır. İşte biz dün (bu arkadaşlarca) söylenmeyen o sözün bugün de söyleneceğinden haklı olarak kuşkudayız.
 
Bir insanlık sorunu olan küresel kapitalizmin, egemen olduğu dünyamızda tüm meslekler gibi avukatlık mesleği de çökerken, şimdilerde birileri de bu çöküşün avukatlığına soyunuyor. Emperyalizmin dünya jandarmalığını yapan NATO’nun ve onun küresel kalkanının, mutlu azınlığın elinde tekelleşen mesleklerin dayanılmaz ağırlığı ile eriyen insanlığımızın çığlığını ‘sosyalist sol’dan başka kimse duyamaz. İşte bu nedenle; Türk’üyle, Kürt’üyle, tüm kültürel, dinsel, etnik zenginlikleriyle; ulusal çıkarların da, üniter yapının da, demokrasi ve laikliğin de, bağımsız ve özgür geleceğimizin ve evrensel hukuk değerlerinin ve de baroların gerçek teminatı “sosyalist sol”dur. İşte bu nedenle “şimdi sosyalist sol zamanıdır” diyoruz.