İKİNCİ BÖLÜM

KARAR 

Başkan : Alparslan ALTAN

Üyeler : Engin YILDIRIM

Celal Mümtaz AKINCI

Muammer TOPAL

M. Emin KUZ

Raportör : Muharrem İlhan KOÇ

Başvurucu : Mehmet İlker BAŞBUĞ

Vekilleri : Av...


I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvurucu, hakkında yürütülen soruşturma ve kovuşturma sürecinde 6/1/2012 tarihinden itibaren tutuklu olması nedeniyle Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliğinin ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru, başvurucu vekili tarafından 22/1/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir.

3. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 22/1/2014 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.

4. Başvuru konusu olay ve olgular 24/1/2013 tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı başvuruya ilişkin görüşlerini 24/2/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

5. Adalet Bakanlığı görüşü 25/2/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 26/2/2014 tarihinde Adalet Bakanlığı görüşüne karşı beyanlarını Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

A. Olaylar

6. Başvurucu 2008-2010 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetlerinde Genelkurmay Başkanlığı görevini yerine getirdikten sonra orgeneral rütbesiyle emekli olmuştur.

7. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 2010/106 Esas sayılı dosyasında görülen ve kamuoyunda “internet andıcı davası” adıyla bilinen dava kapsamında Mahkeme 30/12/2011 tarihli duruşmada, sanıkların savunmayla ilgili beyanlarında ve belgelerde adı geçen Genelkurmay eski Başkanı başvurucu hakkında gereğinin takdir ve ifası için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına karar vermiştir.

8. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturma kapsamında başvurucu vekiline yapılan bildirim üzerine 5/1/2012 tarihinde 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 312. ve 314. maddelerinde düzenlenen “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” ve “Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme” suçlarından başvurucunun ifadesi alınmıştır. Cumhuriyet savcısı başvurucuyu anılan suçlar nedeniyle tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk etmiştir.

9. Başvurucu, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin 6/1/2012 tarih ve 2012/10 Sorgu sayılı kararıyla “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” ve “Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme” suçlarından tutuklanmıştır.

10. Başvurucu hakkında isnat edilen suçlarla ilgili olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 2/2/2012 tarihli iddianame, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilmiş ve 2012/14 Esas sayılı dosyada kamu davası açılmıştır. İddianamede Mahkemenin 2010/106 Esas sayılı dosyasında davanın birleştirilmesi talep edildiğinden dava aynı Mahkemenin 2010/106 Esas sayılı dosyasında birleştirilmiştir.

11. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 2010/106 Esas sayılı dosyasında yargılanan başvurucu ilk kez 26/3/2012 tarihli duruşmaya katılmıştır. Başvurucu yargılama kapsamında mahkemenin görevine itiraz etmiş, bu itiraz Mahkemece reddedilmiştir.

12. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi başvurucunun da yargılandığı davayı (2010/106 Esas sayılı dosya) kamuoyunda “Ergenekon davası” olarak adlandırılan 2009/191 Esas sayılı dosyada birleştirmiştir. Başvurucu birleştirme kararlarından dönülerek dosyaların tefrik edilmesine karar verilmesini talep etmiş, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince bu talep reddedilmiştir.

13. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 2009/191 Esas sayılı dosyada 5/8/2013 tarihli duruşmada hükmü açıklamış ve başvurucunun eylemlerinin bir bütün halinde “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçunu oluşturduğunu belirterek, sadece bu suç yönünden müebbet hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve tutukluluk halinin devamına karar vermiştir. Başvurucu ayrıca “silahlı terör örgütü kurma ve yönetme” suçundan cezalandırılmamıştır.

14. Başvurucu mahkûmiyet kararıyla birlikte verilen hükmen tutukluluk kararına 12/8/2013 tarihinde itiraz etmiş, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 22/8/2013 tarih ve 2013/553 Değişik İş sayılı kararıyla itiraz reddedilmiştir.

15. Açıklanan hükme ilişkin gerekçeli karar henüz dava dosyasına girmemiştir.

16. Başvurucu mahkumiyet kararından sonra hükmen tutuklu olduğu dönemde tahliye talebinde bulunmuş, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 31/12/2013 tarih ve 2013/872 Değişik İş sayılı kararla “kovuşturma aşaması tamamlandığı ve hükmen tutukluluk kararına yapılan itirazın reddine karar verildiği” gerekçesiyle talep hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.

17. Bu karara yapılan itiraz İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 20/1/2014 tarih ve 2014/99 Değişik İş sayılı kararıyla reddedilmiştir.

B. İlgili Hukuk

18. Anayasa’nın 145. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi şöyledir:

“Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür.”

19. Anayasa’nın 148. maddesinin yedinci fıkrası şöyledir:

“Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanırlar.”

20. 12/4/1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 3. maddesi şöyledir:

“26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır.”

21. 3713 sayılı Kanun’un 10. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:

“Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.

Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.”

22. 2/7/2012 tarih ve 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi şöyledir:

“Aşağıdaki hükümler yürürlükten kaldırılmıştır:


6) 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250, 251 ve 252 nci maddeleri,”

23. 6352 sayılı Kanun’un Geçici 2. maddesinin (4) ve (7) numaralı fıkraları şöyledir:

“(4) Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlükten kaldırılan 250 nci maddesinin birinci fıkrasına göre görevlendirilen mahkemelerde açılmış olan davalara, kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerce bakmaya devam olunur. Bu davalarda, yetkisizlik veya görevsizlik kararı verilemez. 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun l0 uncu maddesinin kovuşturmaya ilişkin hükümleri bu davalarda da uygulanır.

(7) Mevzuatta Ceza Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerine yapılmış olan atıflar, Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza mahkemelerine yapılmış sayılır.

24. 4/12/2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi şöyledir:

“(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.

(2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:

a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.

b) Şüpheli veya sanığın davranışları;

1. Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme,

2. Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,

Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.

(3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:

a) 26.9.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;


11. Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315),

25. 5271 sayılı Kanun’un 104. maddesi şöyledir:

“(1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir.

(2) Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir.

(3) Dosya bölge adliye mahkemesine veya Yargıtaya geldiğinde salıverilme istemi hakkındaki karar, bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi veya Yargıtay Ceza Genel Kurulunca dosya üzerinde yapılacak incelemeden sonra verilir; bu karar re'sen de verilebilir.”

26. 5271 sayılı Kanun’un 232. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

“Hükmün gerekçesi, tümüyle tutanağa geçirilmemişse açıklanmasından itibaren en geç onbeş gün içinde dava dosyasına konulur.”

27. 5271 sayılı Kanun’un (mülga) 250. maddesinin (1) ve (3) numaralı fıkraları şöyledir:

“(1) Türk Ceza Kanununda yer alan;


c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç),

Dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.

(3) Birinci fıkrada belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır”

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

28. Mahkemenin 6/3/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 22/1/2014 tarih ve 2014/912 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

29. Başvurucu kişi hürriyetiyle ilgili olarak,

i. Tutuklama ve tutukluluğun devamına karar veren mahkemenin “görevli” mahkeme olmaması, görevli mahkemenin Anayasa’nın 148. maddesinin yedinci fıkrası gereğince Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi olması nedeniyle, kanuni hâkim güvencesi kapsamında hürriyetten yoksun bırakmanın “hukukun öngördüğü usule uygun olmaması” nedeniyle Anayasanın 19. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının ihlal edildiğini,

ii. Hüküm kesinleşinceye kadar kişi sanık olduğundan ve bu nedenle hukuken “tutuklu” olması nedeniyle, makul süre aşıldığı gerekçesiyle serbest bırakılma taleplerinin “ilgili” ve “yeterli” gerekçe gösterilmeden kanuni terimlerin tekrarıyla görevli olmayan yargı merciince reddedilmesinin, adli kontrole tabi olarak salıverilme imkânının göz önünde tutulmamasının Anayasanın 19. maddesinin yedinci fıkrasını ihlal ettiğini,

iii. Kesin hüküm verilinceye kadar kovuşturma aşaması devam ettiğinden hüküm verildikten sonra tahliye talebi hakkında karar verilmemesi nedeniyle Anayasanın 19. maddesinin sekizinci fıkrasının ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

B. Adalet Bakanlığı Görüşü ve Başvurucu Beyanı

30. Adalet Bakanlığının şikâyetlerin nitelendirilmesi kapsamındaki görüşünün ilgili kısımları şöyledir:

“Başvurucu ilk olarak “yetkili ve görevli mahkeme tarafından yargılanmadığını” iddia etmektedir (Başvuru Formu, s. 4-6). İnsan hakları yargılaması açısından işbu iddia değerlendirildiğinde, başvuranın iddiasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinin 1. paragrafında güvence altına alınan “yasayla kurulmuş bir yargı organı tarafından yargılanma” (established by law) hakkına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu iddianın “adil yargılanma hakkı” kapsamında ve AİHS’nin yukarıda belirtilen hükmü ile işbu hükme karşılık gelen Anayasa’nın 37. maddesinin 1. paragrafı çerçevesinde incelenmesinin yerinde olacağı değerlendirilmektedir.

Başvurucu görevli olmayan mahkemece hürriyetinden mahrum bırakıldığını iddia ederek Anayasa’nın 19. maddesinin 2 ve 3. paragraflarının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Bu iddiasına gerekçe olarak, hakkındaki suçlamaların görev suçu kapsamında olduğunu ve bu suçlardan dolayı da Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi önünde yargılanması gerektiğini iddia etmektedir (Başvuru Formu, s. 18-22). Bakanlığımız işbu iddiaların, yukarıda ifade edilen (paragraf 3, yukarıda) “yasayla kurulmuş bir yargı organı tarafından yargılanma” hakkına ilişkin iddialarla sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve dolayısıyla birlikte incelenmesinin yerinde olacağı değerlendirilmektedir.

Başvurucu ilk derece mahkemesince kısa kararın (hükmün) açıklanmış olmasına rağmen, gerekçesiz bir karara dayanılarak aylardır tutuklu bulunmasının (hüküm sonrası tutukluluk) Anayasa’nın 19. maddesinin 2. paragrafına aykırı olduğunu iddia etmektedir (Başvuru Formu, s. 22-23). Başvurucu CMK m. 232 § 3 hükmü gereği, kısa karar açıklandıktan sonra gerekçeli kararın 15 gün içerisinde yazılması gerektiği düzenlemesine dayanarak, AİHS’nin 5. maddesinin 1. paragrafında öngörülen “yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağı” (in accordance with a procedure prescribed by law ) ilkesinin belirtilen nedenle ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

Başvurucu, Anayasa’nın 19. maddesinin 2 ve 3. paragrafları ile AİHS’nin 5. maddesinin 1 a) ve 1 c) hükümleri ışığında şimdiye kadar yerleşmiş Anayasa Mahkemesi içtihatlarının değiştirilerek, kendisinin hali hazırdaki hukuki statüsünün Anayasa Mahkemesi açısından da “tutuklu” sayılmasını talep etmekte ve Anayasa’nın 19. maddesinin 7. paragrafı anlamında “tutuklulukta makul sürenin aşıldığını” iddia etmektedir. Başvurucuya göre, mahkûmiyet hükmü kesinleşinceye kadar yargılanan kişi, hakkında ilk derece mahkemesince mahkûmiyet kararı verilmiş olsa dahi, Anayasa’nın 19. maddesinin 3. paragrafı anlamında “tutuklu” olarak nitelendirilmeli ve hukuki statüsü “tutuklu” olarak değerlendirilmelidir. Başvurucu bu tezine alternatif olarak şu gerekçeyi de ileri sürmektedir: [AİHS m. 5 § 1 a) hükmü anlamında, eklendi] “hükme bağlı bir tutmanın” başlangıç noktası, “mahkûmiyete ilişkin hükmün kısa kararla tefhimi tarihi olmamalı; mahkûmiyet hükmünün gerekçesini öğrenme tarihi olmalıdır”. Sonuç olarak başvurucu maruz kaldığı tutukluluk süresinin makul olmadığını ileri sürmektedir.

Bakanlığımız yukarıda özetlenen başvurucu şikâyetlerinin AİHS m. 5 § 1 a), 5 § 1 c) ve 5 § 3 hükümleri ile Anayasa’nın bu hükümlere karşılık gelen 19. maddesinin 2, 3 ve 7. paragrafları çerçevesinde nitelendirilmesinin AİHM içtihatları ile uyumlu olacağını değerlendirmektedir. Ancak ifade edilmelidir ki, asıl şikâyet “tutukluluk süresinin makul olmadığı” (AİHS m. 5 § 3 ve Anayasa m. 19 § 7) olup, Sözleşme’nin 5 § 1 a) ve 5 § 1 c) hükümleri ile Anayasa’nın 19 §§ 2 ve 3 hükümlerine ilişkin hukuki sorun, başvurunun yapıldığı tarih dikkate alındığında, söz konusu şikâyetin incelenebilmesi açısından kabul edilebilirlik şartı olarak ortaya çıkmaktadır. Başvurucu özet olarak tutuklulukta makul sürenin aşıldığını ve tutukluluğa ilişkin kararların gerekçelerinin “ilgili” ve “yeterli” olma koşulunu karşılamadığını, kişiselleştirilmemiş ve basmakalıp gerekçeler içerdiğini, adli kontrol tedbirinin neden yetersiz kaldığının açıklanmadığını ve yargılama sürecinin özenli yürütülmediğini ileri sürmektedir (Başvuru Formu, s. 23-29).

Başvurucu son olarak Anayasa’nın 19. maddesinin 8. paragrafına dayanarak, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 31 Aralık 2013 tarihli kararının “habeas corpus” güvencesinin (AİHS m. 5 § 4) gereklerini karşılamadığını ve dolayısıyla belirtilen hükmün ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

Başvurucunun kişi hürriyetinin ihlal edildiği iddialarının, soruşturma, yargılama ve mahkûmiyet kararı sonrasında olmak üzere her aşamada verilen tutuklama ve tutukluluğun devamına dair kararların “görevli” olmayan mahkemelerce verilmesi, serbest bırakılma taleplerinin “ilgili” ve “yeterli” gerekçe gösterilmeden reddedilmesi ve hüküm verildikten sonra tahliye talebi hakkında karar verilmemesi kapsamında Anayasa’nın 19. maddesi çerçevesinde olduğu görülmektedir.

31. Başvurucunun bu kapsamdaki beyanı şöyledir:

“Adalet Bakanlığının görüşünün aksine “yetkili ve görevli mahkeme tarafından yargılanmadığı” iddiasıyla adil yargılanma hakkının değil, kişi hürriyeti ve güvenliğini güvence altına alan Anayasa’nın 19. maddesi hükümlerinin ihlal edildiği ileri sürülmektedir.

Özgürlükten yoksun bırakma halen devam ettiğinden ve başvuruda belirtilen hususlar çerçevesinde zaman bakımından yetkisizlik ve süre aşımına ilişkin itirazların reddedilmesi gerekir.”

32. Adalet Bakanlığının genel olarak kabul edilebilirlik kapsamındaki görüşünün ilgili kısımları şöyledir:

“Başvurucunun söz konusu hakka ilişkin şikâyetlerinin bir kısmının, Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuruları kabul etme tarihi olan 23 Eylül 2012 tarihinden (zaman yönünden yetkisinin başladığı tarihten) önce gerçekleştiği ve bu türden şikâyetlerin “zaman yönünden yetkisizlik” itirazıyla karşılaştığını Anayasa Mahkemesinin dikkatine getirmektedir.

Başvurucunun uzun tutukluluk şikâyetiyle ilgili olarak AİHM kararları (AİHM, Rahman / Türkiye, no.9572/05, 15 Şubat 2011, par. 22; Zeki Şahin / Türkiye, no.28807/05, 22 Şubat 2011, par. 26; Tokmak / Türkiye, no.16185/06, 16 Şubat 2010, par. 27; Yiğitdoğan / Türkiye, no. 20827/08, 16 Mart 2010, par. 22) ve Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda daha önce verdiği kararlar ile 5 Ağustos 2013 tarihli ilk derece mahkemesinin esasa ilişkin kararı birlikte değerlendirildiğinde, başvurucunun [insan hakları yargılaması anlamında] tutukluluğunun 5 Ağustos 2013 tarihinde sona erdiği görülmektedir. Başvuru tarihi dikkate alındığında, uzun tutukluluk ve buna bağlı diğer şikâyetlerin 30 günlük başvuru süresinde Anayasa Mahkemesi’ne sunulup sunulmadığı konusunda değerlendirmenin Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğu düşünülmektedir.”

33. Adalet Bakanlığının görevli mahkeme şikâyeti kapsamındaki görüşünün ilgili kısımları şöyledir:

“Anayasa’nın 148/3 ve 6216 sayılı Kanun’un 45/2 hükümlerine göre bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle derece mahkemeleri önünde ileri sürülmesi, bu makamlar tarafından değerlendirilmesi ve bir çözüme kavuşturulması esastır.

Başvurucu söz konusu iddiasını gerek savcılık gerek ağır ceza mahkemesi önünde dile getirmiştir. Başvurucunun bu iddiası hem savcılık iddianamesinde (2 Şubat 2012 tarihli İddianame, s. 3-8) değerlendirilmiş hem de mahkeme tarafından 26 Mart 2012 tarihli celsede değerlendirilerek reddedilmiştir.

Öte yandan, adil yargılanma (kanunla kurulmuş mahkeme tarafından yargılanma) hakkına ilişkin boyutları da olan işbu şikâyet açısından kanun yollarının henüz sonuçlanmadığı düşünülmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bu iki hukuki sorunun çözümü de ancak temyiz aşamasında Yargıtay tarafından kesin sonuca kavuşturulacak niteliktedir. Dosyanın henüz temyiz aşaması sonuçlanmadığı için, bu şikâyet açısından başvuru yollarının henüz tüketilip tüketilmediğinin Anayasa Mahkemesince değerlendirmesi gerektiği düşünülmektedir.

Ayrıca belirtilmelidir ki, yasaların uygulanması ve yorumlanması mahkemelerin yetkisinde olup, açıkça keyfi olmadığı müddetçe derece mahkemelerinin kararlarının beklenmesi, başvuru yollarının tüketilmesi açısından önemlidir. Benzer bir talep daha önce Yargıtay tarafından incelenmiş olup, söz konusu talebin Yargıtayca reddedildiği görülmektedir (9 Ekim 2013 tarihli Yargıtay 9. C.D. Kararı, Esas No. 2013/9110 – Karar No. 2013/12351). Yargıtay’ın bu kararı da dikkate alınmak suretiyle, ilk derece mahkemesinin somut olayda yasaları uygulayıp yorumlamasının görev bakımından ulaştığı sonuç açısından açıkça keyfilik taşıyıp taşımadığının Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğu düşünülmektedir.

Bilindiği gibi, AİHM içtihatlarına göre, keyfi olmadığı müddetçe yasaların uygulanması ve yorumlanması yargı organlarının yetkisinde olup, Sözleşme’nin 6. Maddesi açısından bu konudaki şikâyetler 4. derece türündendir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin içtihatları da bu yönde gelişmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 16.4.2013 tarih ve 2012/869 no’lu bireysel başvuru kararı, par. 20). 

Sonuç olarak başvurucunun görevli olmayan mahkeme tarafından özgürlüğünden yoksun bırakıldığı iddiası kabul edilebilirlik ve esas yönünden incelenirken yukarıdaki bilgilerin de dikkate alınmasında yarar bulunduğu değerlendirilmektedir.”

34. Başvurucunun bu kapsamdaki beyanı şu şekildedir:

“Başvuruda belirtilen şekilde soyut olarak mahkemenin görevli olmadığı yönünden bir itiraz ileri sürülmediği, iddianamede yüklenen suç fiillerinin isnat edilen suçlar kapsamında görülemeyeceği, suç fiilleri gerçekten işlenmiş ise bunun görevde yetkiyi kötüye kullanma olacağı ve yargılama görevinin Yüce Divana ait olduğu belirtilmektedir. Mahkemece bu hususta yeterli bir değerlendirme yapılmadan keyfi bir yorumla sonuca ulaşılmıştır.”

35. Adalet Bakanlığının tutuklulukta makul sürenin aşıldığı şikâyeti kapsamındaki görüşünün ilgili kısımları şöyledir:

“23 Eylül 2012 tarihinden önce karara bağlanmış tahliye talepleri ile itiraz incelemelerinin zaman yönünden yetkisizlik itirazı ile karşı karşıya bulunup, bu duruma söz konusu kararların gerekçesine ilişkin şikâyetlerin de dâhil olduğu değerlendirilmektedir.

Belirtilen tarihten sonraki duruma gelince, başvurucu 5 Ocak 2012 tarihinde özgürlüğünden mahrum bırakılmış olup, 5 Ağustos 2013 tarihli ilk derece mahkemesinin esasa ilişkin kararı ile tutukluluğunun sona erdiği görülmektedir. Dolayısıyla başvurucunun toplam tutukluluk süresi bir yıl yedi ay olarak ortaya çıkmıştır.

AİHM kararlarına göre, bir suç işlediği şüphesiyle bir kişinin hürriyetinden mahrum bırakılabilmesi için, ilgilin atılı suçu işlediği yönünde makul şüphe (reasonable suspicion) ya da inandırıcı nedenlerin (raisons plausibles) bulunması gerekli olup, bu gereklilik tutukluluk açısından olmazsa olmaz bir koşuldur. Bu koşul, kişinin tutukluluğunun devam ettirildiği her aşamada varlığını sürdürmeli ve makul şüphenin ortadan kalktığı anda ilgili serbest bırakılmalıdır.

Makul şüphenin varlığı, elde edilen deliller, somut olayın kendine özgü koşulları da dikkate alındığında, olaylara dışarıdan bakan ve tamamen objektif bir gözlemciyi ikna edecek yeterlilikte olmalıdır. Toplanan deliller objektif bir gözlemciye sunulduğunda, şüpheli ya da sanığın atılı suçu işlemiş olabileceği yönünde gözlemcide kanaat oluşturmaya yeterli ise, somut olayda makul şüphe vardır. Diğer bir ifade ile, inandırıcı neden ya da makul şüphe, “suçlanan kişinin üzerine atılı suçu işlemiş olabileceğine dair objektif bir gözlemciyi ikna etmeye yeterli olay, olgu veya bilginin varlığını gerektirmektedir [Fox, Campbell ve Hartley / Birleşik Krallık, no. 12244/86 12245/86 12383/86, 30 Ağustos 1990, paragraf 32; O’Hara / Birleşik Krallık, no: 37555/97, par. 34).

AİHM kararlarına göre, bir kişinin Sözleşme’nin 5/1-c hükmü kapsamında özgürlüğünden yoksun bırakılabilmesi için, başlangıçta “makul şüphenin varlığı” yeterli olup, tutukluluğun devam ettirilmesi açısından “makul şüphenin varlığını sürdürmesi” gerekmektedir. Ancak, belirli bir sürenin ötesinde tutukluluğun devamı açısından makul şüphenin varlığı tek başına yeterli olmayıp, özgürlükten yoksun bırakmayı meşru kılacak gerçek bir kamu yararı gerekliliğinin varlığı aranmaktadır.

Anayasa Mahkemesi, tutukluluk süresinin makul süreyi aştığı iddiasını içeren başvurularda verdiği kararlarda, tutukluluk süresinin makul olup olmadığı konusunun, genel bir ilke çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün olmadığını ve bir sanığın tutuklu olarak bulundurulduğu sürenin makul olup olmadığı, her davanın kendi özelliklerine göre değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştır ( 2012/1303 nolu, 21 Kasım 2013 tarihli bireysel başvuru kararı; par. 51; 2012/1272 nolu, 4 Aralık 2013 tarihli bireysel başvuru kararı).

Tutukluluğunun makul süreyi aştığı şikayetinin kabul edilebilirlik şartları ve esas yönünden incelenmesi değerlendirmesinin, başvuranın yargılandığı davanın kapsamı ve kendine özgü karmaşıklık düzeyi, yargılama makamının yargılamayı kendinden beklenen her türlü dikkat ve özeni gösterir şekilde sürdürüp sürdürmediği, başvurucunun tutuklu kaldığı sürenin miktarı, yerel mahkemenin başvurucunun tutukluluğunun devamına yönelik sunduğu ve özellikle 27 Temmuz 2012 tarihinden beri kullandığı gerekçelerin, AİHM’ kararları da göz önüne alınmak suretiyle değerlendirilmesi gerektiğini belirtilmektedir.”

36. Başvurucunun bu kapsamdaki beyanı şöyledir:

“Başvuruda belirtilen hususlar tekrar edilerek “ilgili” ve “yeterli” gerekçe gösterilmeden, gerekçe “kişiselleştirilmeden” tutukluluğun sürdürülmesi kişi hürriyeti ve güvenliğini ihlal etmektedir.

C. Değerlendirme

37. Başvurucunun kişi hürriyetinin ihlal edildiği iddialarının, soruşturma, ilk derece yargılaması ve mahkûmiyet kararı sonrasında olmak üzere her aşamada verilen tutuklama ve tutukluluğun devamına dair kararların “görevli” olmayan mahkemece verilmesi, serbest bırakılma taleplerinin “ilgili” ve “yeterli” gerekçe gösterilmeden reddedilmesi ve hüküm verildikten sonra tahliye talebi hakkında karar verilmemesi nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği kapsamında olduğu görülmektedir.

38. Anayasa’nın 19. maddesinin ikinci, üçüncü, yedinci ve sekizinci fıkralarının ihlal edildiği iddialarını içeren başvurunun ilk derece yargılaması ve mahkûmiyet kararı sonrası aşamalar kapsamında Adalet Bakanlığı görüşü ve başvurucu beyanları dikkate alınarak kabul edilebilirlik yönünden incelenmesi gerekmektedir.

1. Kabul Edilebilirlik

a. İlk Derece Yargılaması Aşamasındaki Tutma Yönünden

39. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.”

40. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuru usulü” kenar başlıklı 47. maddesinin (5) numaralı fıkrası şöyledir:

“Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. …”.

41. Başvurucu özetle, kanunen “görevli” olmayan bir yargı merciince verilen kararlarla, “ilgili” ve “yeterli” gerekçe gösterilmeden, kanuni ifadelerin tekrarıyla makul süreyi aşan biçimde tutukluluğun devam ettirildiğini ve adli kontrole tabi olarak salıverilme imkânının göz önünde tutulmadığını belirterek kişi hürriyetinin ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

42. Anayasa’nın 19. maddesinin birinci fıkrasında herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak ifade edildikten sonra, ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek şartıyla kişilerin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Dolayısıyla kişinin hürriyetten yoksun bırakılması ancak Anayasa’nın anılan maddesi kapsamında belirlenen durumlardan herhangi birinin varlığı halinde söz konusu olabilir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 44). Anayasa’da yer alan kurallara benzer şekilde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 5. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin özgürlük ve güvenlik hakkına sahip olduğu, anılan fıkranın (a) ve (f) bentlerinde belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağı belirtilmiştir.

43. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesinde temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır. Anayasa’nın 19. maddesindeki kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının sınırlanabileceği durumların şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi ölçütü, Anayasa’nın 13. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceğine dair kural ile uyumludur (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 44).

44. Kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin sınırlamaların, kanunda belirtilen esas ve usule uygunluğunu sağlama yükümlülüğü ilke olarak idari organlara ve derece mahkemelerine aittir. İdare organları ve mahkemeler esas ve usule ilişkin hukuk kurallarına uymakla yükümlüdürler. Anayasa’nın 19. maddesinin amacı bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olup, maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların maddenin amacına uygun olması ve keyfi uygulamaya yol açmaması gerekir. Bu nedenle Anayasa’nın 19. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan hürriyetten yoksun bırakmanın şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi kuralı gereğince, başvurucunun tutukluluk durumunun “kanuni” dayanağının bulunup bulunmadığının, kanunun özgürlükten yoksun kılmaya izin verdiği hâllerde ise hukuk devleti ilkesi gereği keyfiliği önlemek için, kanunun uygulanmasında yeterli ölçüde erişilebilir, kesin ve öngörülebilir olup olmadığının Anayasa Mahkemesince incelenmesi gerekir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 45).

45. Buna göre, hürriyetten yoksun bırakılma ancak Anayasa’nın 19. maddesi kapsamında belirlenen durumlardan birinin varlığı halinde söz konusu olabilir. Kişilerin hürriyetinin kısıtlanabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Bu çerçevede Anayasa’nın 19. maddesinin üçüncü fıkrasına göre suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini ve değiştirilmesini önlemek maksadıyla hâkim kararıyla tutuklanabilir. Tutuklamanın kanunda öngörülen şekil ve şartlara uygun olması gerekir. AİHS’nin 5. maddesinin 1. fıkrasında ise, (a) ve (f) bentlerinde belirtilen hallerde yapılabileceği öngörülen özgürlükten yoksun bırakmanın “yasanın öngördüğü usule uyularak” yapılabileceği belirtilmektedir.

46. Anayasa’nın 19. maddesinde “kanunda öngörülen şekil ve şartlara” ve AİHS’nin 5. maddesinde “yasanın öngördüğü usule” uygun olma ölçütü dikkate alındığında özgürlükten yoksun bırakmada “kanunilik” koşuluna sıkı biçimde uyulması gerekmektedir.





kararara.com