Gazeteci Deniz Yücel ‘yargıdaki pazarlığı’ tane tane anlatmış

Avuç içi kadar bir pencere... Demir kapının üstünde... Bir sağa bir sola bakılıyor koridor boş mu diye... Sonra boydan boya uzanılıyor yere... Küçücük bir aralıktan bağırılıyor diğer hücredekine... Ahmet, Bülent... Sonra kulağı koyuyorsun yere... Bekliyorsun bir süre... Yanıt geliyor... Murat, Akın, Mustafa... 1.5 yıl boyunca farklı günlerde kimi zaman değişen isimlerle tekrarlandı bu sahne... Meslek hayatları 30 ile 45 yıl arasında değişen avukatlar, gazetecilerdi Silivri'de... Değişik sürelerle hapiste kalıp, 2.5 yıldan 8 yıla "hükümler" aldık... 5 yıldan az alan arkadaşlarımız yeniden haksızca hapse giderken… Biz dışarıda kaldık. Şimdi içeridekiler ve dışarıdakiler hep beraber Yargıtay'ı bekliyoruz... İletişim üzerine yüksek lisans yapmış biri olarak... Yukarıda anlattığım "iletişim" tekniğini yüzlerce kez kullandım... Bazen hal hatır sordum... Bazen sadece bir sese özlem duydum... O seslenmelerden birini hiç unutmadım...

2017 yılının Mayıs ayıydı.

Tutuklanmamızın üzerinden 7 ay, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurumuzun üzerinden 2 ay geçmişti.

Anayasa Mahkemesi durumumuzla ilgili Adalet Bakanlığı’ndan, Cumhuriyet tutuklukları arasından hepimiz adına örnek dosya seçerek Turhan Günay üzerinden yanıt istemiş, bakanlık 2 Mayıs 2017 tarihi itibariyle 52 sayfalık görüş iletmişti.

Mahkeme başvuruculardan (yani bizden de-avukatlarımızdan) karşı görüş istemiş 22 Mayıs 2017 tarihinde bu görüş de iletilmişti.

İşte o günlerde aynı hücreyi paylaştığım, ülkenin en iyi avukatları, bakanlık görüşünü okuyup, yanıtlarımızı verdikten sonra daha önceki dava örneklerini de bildikleri için ‘kısa sürede Mahkeme’nin kararını vereceğini ve haksız tutukluluğun biteceğini’ tahmin ettiler.

2017 yılının Mayıs ayının son günlerinde beton zemine tam yatarak birbirimize sesleniyorduk:

24 Temmuz’daki duruşmaya kalmadan özgür kalacağız.

Ne yazık ki öyle olmadı…

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu hepimiz adına incelediği Turhan Günay dosyasına aylar sonra, 11 Ocak 2018 tarihinde ‘hak ihlali kararı’ verdi.  

Turhan Günay’ın Genel Kurul kararına konu olan soruşturma ve kovuşturma konusu eylemler, yargılama süreçleri, isnat edilen suç, tutuklama nedenleri ve gerekçesi, bireysel başvuruya ve ihlal iddialarına temel teşkil eden olgular ve diğer hususların tamamı tüm başvurucular için (yani hepimiz için) birebir aynıydı. Başka bir deyişle, Genel Kurul’un başvurusunu karara bağladığı Turhan Günay, Cumhuriyet davasındaki tüm bireysel başvurucularla aynı soruşturma ve dava kapsamında, aynı eylemler nedeniyle suçlanmış, aynı suçlamadan, aynı gerekçeler ve nedenlerle tutuklanmıştı

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun Turhan Günay hakkındaki kararının (93).

Adalet Bakanlığı 2021'deki reformları açıkladı Adalet Bakanlığı 2021'deki reformları açıkladı

paragrafında; “(...) Bu bağlamdaki inceleme, başvurucuyla birlikte tutuklanan ve aynıdavada yargılanan diğer kişiler tarafından yapılmış olan bireysel başvurulardan ilgiliolanlar kapsamında yapılacaktır” denilmişti.

Peki öyle mi oldu? Ne yazık ki hayır. Başkanı ‘bize hükmü verdikten sonra’ Yargıtay’a terfi ettirilen 27. Ağır Ceza Mahkemesi 15 Ocak 2018’te şu kararı aldı:

“…AYM’nin bireysel başvuru kararlarında bireysel bir davaya ilişkin ihlal kararının objektif etkisinin olduğu yolunda mutlak bir bağlayıcı hükmün bulunmadığı, soyut ve somut norm denetimi ile bireysel başvuru sonucu verilen kararların etki ve bağlayıcılığının farklı olduğu, her ne kadar iptal ve itiraz başvuruları sonucunda verilen yüksek mahkeme kararlarının genel hukuki bağlayıcılığı söz konusu ise de bireysel başvuru sonucunda verilen kararların sadece başvurucu yönünden etkili olacağı gerek Anayasa gerek 6216 sayılı Yasada açıkça anlaşılmaktadır. Bu gerekçelerle haklarında tahliye talep edilen sanıklar yönünden celsede verilen tutuklama koşullarında bir değişiklik oluşmadığıanlaşılmakla, davada bir başka sanığın bireysel başvurusu sonucu o sanığa münhasıran verilen ihlal kararının genişletici bir yorumla diğer sanıklara etkisi olduğu değerlendirilemez. Bu nedenlerle tahliye talebinin reddi yolunda” karar verilmiştir. Bu karar oy çokluğuyla verilmiştir. Üye yargıç tahliyeleri yönünde oy kullanmıştır.

(27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanı sadece bizim için değil Anayasa Mahkemesi’nin doğrudan ismi açıkça ortadaki kişinin (Mehmet Altan davası) hak ihlali kararını da uygulamamıştı. Terfisi tabii ki şaşırtıcı olmadı.)

Anayasa Mahkemesi’nden Mayıs 2017’den belki de haftalar sonra çıkacağını umduğumuz karar, tam 2 yıl sonra Mayıs 2019’da çıktı. Bir arkadaşımız için hak ihlali çıkarken aralarında benim de olduğum dört kişi için ‘ihlal yok’ kararı 6 itiraza karşı 9 oyla alındı. Türkiye’nin her yeri gibi Anayasa Mahkemesi de bölündü. Tabi mahkemelerin, yüksek mahkemelerin bölünmesinin, gözünü siyasetçilere dikmesinin bedeli daha ağır oluyor.

Anayasa Mahkemesi; arada Ayşe Öğretmen davası gibi büyük haksızlıklarla ilgili özgürlükçü tutum alarak hâlâ varmış gibi yapsa da aslında uyulmayan kararlarıyla, iktidarın taraf olduğu davalardaki kasıtlı yavaşlık, daha önceki kararlarının tam tersi duruşu (Can Dündar-Erdem Gül davası) ile aslında politize bir kurum olduğunu her geçen gün daha da kalın çizgilerle vurguluyor. 2012 yılını bireysel başvurunun doğduğu yıl olarak alırsak son 3 yıllık tutumuyla (görüşmeyi reddettiği dosyalardan önceki içtihatlarına bile uymamasına, hatta ilk derece mahkemeler tarafından ciddiye alınmamasına) 2016’yı bireysel başvurunun ölümü olarak niteleyebiliriz.

Biliyorum uzadı ama yazıyı yere yatarak haberleştiğim hücremin içinden ve ‘bizden’ çıkarıp, günde 9 saat açılan 10 adımlık, gökyüzü bile telle kapalı ‘havalandırmadaki’ seslendiklerimden ‘biriyle’ bitireceğim. Gazeteci Deniz Yücel ile. Aslında onun durumu da haberden suç yaratmadan telefon ‘numaralarına’ gazeteci iddianamalerinde alışık olduğumuz görüntüler. Deniz Yücel geçen hafta içinde çok çarpıcı bilgilerin olduğu bir savunma metni sundu.  Bunu 10 Mayıs 2019 tarihinde Amtsgericht Berlin-Tiergarten Mahkemesi'ne Türkçe ve yazılı olarak yaptı. Neden orada yaptığının da yanıtını bulacağınız savunmada bana göre en çarpıcı bölümü buraya alıyorum:

Türkiye, yakın tarihte çok sayıda hukuk dışı tutuklama gördü. Ama ilk hukuksuz tahliye olayını benimle yaşadı. Mahkeme heyetine bu olayı anlatmama gerek yok, kendileri emir kulu olarak bu süreçte yer aldılar. Kayda geçsin diye anlatayım: 14 Şubat 2018 tarihinde dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, Alman ARD televizyon kanalına verdiği bir röportajda "Ümit ederim kısa sürede serbest kalmış olur. Kısa sürede bir gelişme olacağı kanaatindeyim" dedi.

Kendisinin Berlin'de Şansölye Angela Merkel’le buluştuğu ertesi gün, Alman Konsolosluğu yetkilileri beni Silivri’de ziyaret ederek şunu söylediler:

"Türk tarafı sizi salıvermeye razı. Ancak bir koşulla: Derhal ve sessizce ülkeyi terk etmeniz gerek. Bunun için Alman hükümeti yardımcı olmaya hazır, sizi Almanya’ya taşıyacak özel bir uçak tahsis edecek."

Ben, "Türkiye'deki iktidarın işine geldiğinde hapse gireceğim, yine iktidarın işine geldiğinde çıkacağım ve bütün bu olup bitenlere sessiz kalacağım, öyle mi? Bunu kabul edemem" diyerek bu teklifi reddettim. Ayrıca, ben bir gazeteciyim. Alman hükümetinin elemanı değilim ki, Almanya Devleti’nin tahsis etmek istediği uçağa bineyim. Dolayısıyla bu tekliflerini teşekkür ederek kabul etmedim. Böylelikle, Erdoğan’ın tükürdüğünü kendi yalamamak için bu görevi devrettiği Binali Yıldırım, Almanya ziyareti esnasında tahliyemi bir hediye olarak sunamadı.

Ertesi gün, yani 16 Şubat 2018 tarihinde bünyesinde çalıştığım Springer medya grubu devreye girdi ve benim için uçak tahsis edeceğini bildirdi. Aynı gün içinde, "derhal ve sessizce" şartlarını kabul etmemekle birlikte ülkeden ayrılmayı kabul ettim. Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, bunu Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu’na aktardı, o da artık her kime bildirdiyse, bildirdi. Bu anlaşma, zincirin son halkası İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi'ne tahliye talimatı olarak yansıdı. Ömer Günaydın başkanlığındaki mahkeme de isteneni yaptı.

Ülkeden çıkmayı neden kabul ettiğimin gerekçelerini açıklamanın yeri burası değildir. Burada başka bir şey önemli: Türkiye devleti beni gerçekten yargılamak isteseydi, karşılığı 18 yıla kadar hapis cezası olan bir suçu işlediğimi düşünseydi, Türkiye'den ayrılmama izin veremezdi. Tahliye olan meslektaşlarıma ve diğer siyasi tutsaklara rutin adli kontrol şartını koyan ve yurt dışına çıkmalarını yasaklayan bu devlet, beni tam aksine yurt dışına çıkmaya zorladı. Hapse atılma hak ihlali, vatandaşı olduğum ülkeden kovulma hak ihlaliyle sonuçlandı."

Gazeteci Deniz Yücel ‘yargıdaki pazarlığı’ tane tane anlatmış. Kendisiyle aynı durumda olan başta meslektaşları on binlerin derhal pasaportlarına el konulmasından her hafta imza vermeye karakollara taşındığı süreçlerde ‘sessizce gitmesi kaydıyla’ bir siyasi tutukluya kapıların nasıl açıldığını tarihe not düşmüş.

İlk derece mahkemelerden, yüksek yargıçlardan oluşan Anayasa Mahkemesi’ne Yüksek Seçim Kurulu’na politize olma-iktidarla birlikte çalışma hali Türkiye’yi sadece demokratik anlamda lig düşürmedi içeride büyük bir vicdani çürüme de yarattı. Güçlü olanın korunduğu, sıradan insanların ya da iktidarın hedef gösterdiklerinin haksızca cezalandırıldığı bir ülke… Bak burası önemli!

Kaynak: https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/yargida-pazarlik-var-yok-diyen-bu-ifadeyi-okusun,22519