Daire:HGK

Tarih:2012

Esas No:2011/2-890

Karar No:2012/239

Kaynak:kişisel arşiv

İlgili Maddeler:TMK 174/2

İlgili Kavramlar:BOŞANMA VE TAZMİNAT

T.C.

YARGITAY

Hukuk Genel Kurulu

 

ESAS NO              : 2011/2-890

KARAR NO          : 2012/239           Y A R G I T A Y İ L A M I

 

İNCELENEN KARARIN

MAHKEMESİ      : Ankara 5. Aile Mahkemesi

TARİHİ  : 21/12/2010

NUMARASI        : 2010/1282-2010/1736

DAVACI-KARŞI DAVALI : Nazmiye Çayır vekilleri Av.Hasan Çiçek Av.Hülya Sarsıcıoğlu

DAVALI-KARŞI DAVACI : Ahmet Polat vekili Av.Nazan Altıntaş

 

 

Taraflar arasındaki “boşanma ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 5. Aile Mahkemesince tarafların boşanmasına ve tarafların manevi tazminat istemlerinin kısmen kabulüne dair verilen 03.03.2009 gün ve 2007/1103 E., 2009/256 K. sayılı kararın incelenmesi taraflar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 17.06.2010 gün ve 2009/10381 E.-12102 K. sayılı ilamı ile;

(“...1-Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Toplanan delillerden; boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit kusurlu oldukları anlaşılmaktadır. Eşit kusurlu taraflar lehine manevi tazminata hükmedilemeyeceği nazara alınmadan, hem kadın hem de koca yararına manevi tazminata hükmedilmesi doğru görülmemiştir...”)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

TEMYİZ EDEN : Davalı/karşı davacı Ahmet P. vekili

 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava ve karşı dava, boşanma ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Mahkemece, evlilik birliğinin sarsılmasında davacı-karşı davalı kadının hafif, davalı-karşı davacı kocanın ise ağır kusurlu oldukları kabul edilerek tarafların boşanmalarına ve davacı karşı davalı kadın yararına 10.000 TL, davalı karşı davacı koca yararına 1.000 TL manevi tazminata hükmedilmiştir.

Boşanmaya ilişkin hüküm taraflarca temyiz edilmediğinden kesinleşmiş; hükmü manevi tazminat ve buna esas alınan kusur noktasından olmak üzere taraflar vekili temyiz etmiştir.

Özel Dairece; boşanmaya ilişkin hükme yönelik temyiz olmadığı için; sair temyiz itirazlarının da reddi ile, tazminata ilişkin karar, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle, tazminat noktasından bozulmuştur.

Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü davalı karşı davacı vekili temyize getirmiştir.

Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; kararın boşanma ve boşanmada esas alınan davalının daha ağır kusurlu olduğuna ilişkin belirleme yönünden temyiz edilmemiş olması karşısında, hükmedilecek manevi tazminata esas olmak üzere boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit kusurlu kabul edilip edilemeyecekleri, noktasında toplanmaktadır.

İlkin, kadının hafif, kocanın ağır kusurlu kabul edilerek verilen boşanma kararının her iki tarafça temyize konu edilmemesi, bu haliyle kesinleşmiş olması karşısında, boşanma yönünden kabul edilen kusurun manevi tazminatın belirlenmesinde kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı; ön sorun olarak incelenmiştir.

Ön soruna yönelik olarak yapılan değerlendirmede öncelikle dava şartı, kesin hüküm, gerekçe ile hüküm fıkrası arasındaki bağın üzerinde durulmasında yarar vardır:

Dava şartları, mahkemece davanın esası hakkında yargılama yapılabilmesi için gerekli olan şartlardır.

Diğer bir anlatımla; dava şartları, dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan “Kamu Düzeni” ile ilgili zorunlu koşullardır.

Mahkeme, hem davanın açıldığı günde, hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının tamam olup olmadığını kendiliğinden araştırıp, incelemek durumunda olup; bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir.

Dava şartları, dava açılmasından, hüküm verilmesine kadar var olmalıdır. Dava şartlarının davanın açıldığı günde bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda, mahkemenin davayı mesmu (dinlenebilir) olmadığından reddetmesi gerekir.

Dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli); bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır.

Dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hüküm ile [1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) madde 237; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) madde 114/1-i] çözümlenmemiş olması da dava şartıdır. Bu şart, olumsuz dava şartı olarak adlandırılır. Keza hak düşürücü süre de olumsuz dava şartlarından olup davanın esastan görülmesine engel olup, yanlışlıkla işin esası incelenmiş ve herhangi bir nedenle (davanın ispatı, kabul, feragat vs.) esastan karar verilmiş olsa bile, hak düşürücü sürenin geçtiği anlaşıldığı takdirde, davanın bu nedenle reddi gerekir.

Kesin hüküm ise, hem bireyler için hem de devlet için hukuki durumda bir kararlılık ortaya koyar. Bununla, hukuki güvenlilik ve yargı erkine güven sağlandığından kamu yararı ile doğrudan ilgilidir.

Hemen belirtilmelidir ki, kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kesin bir biçimde çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem kişilerin hem de Devletin yararı vardır. Çünkü kişiler, arasındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık, bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bu açıdan, Devletin de menfaati söz konusudur. Çünkü Devlet, mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık (dava) ile sürekli ve yinelenerek meşgul edilmesini istemez.

Dava konusu uyuşmazlık hakkında bir kesin hüküm bulunuyorsa, aynı konuda, aynı taraflar arasında ve aynı dava sebebine dayanılarak yeni bir dava açılamaz.

Kesin hüküm itirazı, davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemenin de; (Yargıtay’ın da) davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, davayı kesin hükümden (dava şartı yokluğundan) reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi, ilk defa Yargıtay'da (temyiz veya karar düzeltme aşamasında) ve dahası bozmadan sonra da ileri sürülebilir. Bu bakımdan usulü kazanılmış hakkın istisnasıdır ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığının, yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez (Hukuk Genel Kurulu’nun 05.06.1991 gün ve 1991/5-215-342 E., K. sayılı ilamı; Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V., 6. Baskı, yıl 2001, s. 4980 vd.).

Bu bağlamda kesin delil ise, yanları ve hakimi bağlayan, bu tip delillerle kanıtlanan olayın hukuksal doğru olarak kabul edilmesi gereken delillerdir. Hakimin kesin delilleri takdir yetkisi yoktur. Bu biçimde ispatlanan hususu doğru kabul etmek zorundadır.

Hukukumuzda kesin deliller sınırlı olup bunlar, ikrar (HUMK. madde 236; HMK. madde 188), senet (HUMK. madde 287; HMK. madde 193), yemin (HUMK. madde 337; HMK. madde 228) ve kesin hükümdür (HUMK. madde 237; HMK. madde 303).

Kesin hüküm de, aynı konuda daha sonra açılan davada kesin delil oluşturur (Baki Kuru, age., C. II, s. 2034 vd).

Kesin hüküm, şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm, olmak üzere ikiye ayrılır.

Şekli anlamda kesin hüküm, sözü edilen karara karşı artık bütün olağan yasa yollarının kapandığı anlamına gelir. Bazı son kararlar verildikleri anda kesindirler (Örneğin HUMK. m. 427; HMK. m. 361).

Yasa yolu açık olan bir karar, yasa yoluna başvurma süresi geçmekle de kesinleşir. Öte yandan, temyiz yolu açık olan bir karar temyiz edilip sonuçta onanmış ve karar düzeltme süresi geçirilmişse, ya da karar düzeltme yoluna gidilip de bu istem reddedilmişse veyahut yasa yoluna başvurmaktan feragat edilmişse verilen hüküm şekli anlamda kesinleşir.

Bir hüküm bir kere şekli anlamda kesinleşirse, artık bu hükme karşı, olağan yasa yollarına başvurulamaz. Bir kararın maddi anlamda kesinleşmesi için öncelikle şekli anlamda kesinleşmesi gerekir.

Maddi anlamda kesin hükmün koşulları 1086 sayılı HUMK’nun 237. maddesinde açıklanmıştır. Birinci dava ile ikinci davanın müddeabihlerinin (konusunun), dava sebeplerinin (vakıaların) ve taraflarının aynı olması maddi anlamda kesin hüküm oluşturur.

6100 sayılı HMK’nun 303/1. maddesi de “Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.” şeklinde benzer bir tanımı içermektedir.

Kesin hükmün ilk koşulu, her iki davanın taraflarının aynı kişiler olması; ikinci koşulu, müddeabihin aynılığı; üçüncü koşulu ise, dava sebebinin aynı olmasıdır.

Kesin hükmün ikinci koşulu olan müddeabih, dava konusu yapılmış olan hak, yani dava ile elde edilmek istenilen sonuçtur. Önceki dava ile yeni davanın müddeabihlerinin (konularının) aynı olup olmadığını anlamak için hakimin, eski davada verilen kararın hüküm fıkrası ile yeni davada ileri sürülen talep sonucunu karşılaştırması gerekir. Eski ve yeni davanın konusu olan maddi şeyler fiziki bakımdan aynı olsa bile, bu şeyler üzerinde talep olunan haklar değişikse, müddeabihler aynı değil demektir.

Kesin hükmün üçüncü koşulu ise dava sebebinin aynı olmasıdır. Dava sebebi, hukuki sebep olmayıp, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Öyle ise; her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise, diğer iki koşulun da bulunması halinde kesin hükmün bulunduğundan söz edilebilir.

Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 05.02.2003 gün ve 2003/21-30 E. 2003/57 K.; 08.12.2010 gün ve 2010/1-602 E. 2010/643 K. sayılı ilamlarında da vurgulanmıştır.

Kesin hüküm, ilk önce (hükmü veren mahkeme de dahil diğer bütün) mahkemeleri bağlar. Yani mahkemeler, aynı konuda, aynı dava sebebine dayanarak, aynı taraflar hakkında verilmiş olan bir kesin hüküm ile bağlıdırlar; aynı davayı bir daha (yeniden) inceleyemezler (kesin hüküm itirazı) ve aynı konuya ilişkin yeni bir davada, önceki davada verilmiş olan kesin hüküm ile bağlıdırlar (Baki Kuru, a.g.e., C. V, s. 5051- 5053).

Diğer taraftan hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olan gerekçe kesin hüküm teşkil eder. Hangi gerekçenin hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olduğu, her olayın özelliğine göre belirlenir. Kesin hüküm kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe, hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve istidlallerden (deliller) ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkansız bir bağlılık içinde bulunuyor ise, istisnaen bu kısmın da kesin hükme dahil olduğunu kabul etmek gerekir.

Nitekim uygulamada da benzer nitelikte kararların verildiği görülmektedir.

Bunlardan birisi, boşanma ile birlikte görülen yoksulluk nafakasına ilişkin uygulamadır. Buna göre, yoksulluk nafakası boşanmanın eki niteliğinde bir istek olduğundan boşanma kararı ve onun gerekçesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Kusur unsurunu tespit edecek olan hüküm, boşanmaya ilişkin karardır. Boşanmada kusur unsuru tespit edilmiş ise bu husus sonradan istenecek yoksulluk nafakası için kesin hüküm ve bunun sonucu olarak kesin delil oluşturur. Boşanma davası ile yoksulluk nafakası davası arasında hukuki sebep birliği yoksa da biri diğerinin eki olması itibariyle, aralarında sıkı sıkıya bağlı, biri olmadan diğerinin varlık kazanamayacağı sebep ve sonuç ilişkisi vardır. Onun için, boşanma davasıyla belirlenen kusurluluk unsuru nafaka davası için dahi kesin hüküm ve kesin delil oluşturur. Kesinlik sadece hüküm fıkrası için söz konusu ise de, hüküm fıkrası ile gerekçesi arasında zorunlu bir bağ varsa hükmün gerekçesi de kesinlik kazanır. Davacı, boşanmada tam kusurlu bulunmuş ve verilen boşanma kararı şekli ve maddi yönden kesinleşmişse; kesinlik kazanan bir hükmün sonuçlarının ortadan kaldırılması yargılamanın iadesi ile mümkündür. Bunun dışında hükmün sonuçlarını ortadan kaldırmak mümkün değildir. Boşanma davasıyla kesinleşen kusurluluk olayı, yoksulluk davası için de kesin hüküm ve kesin delil oluşturur (2. HD. 10.02.1993 gün, 668/1096 E., K. sayılı kararı; Esat Şener, Nafaka, 1994, s. 130- 131).

Benzer şekilde Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 11.2.1982 gün ve 8582/1186 sayılı kararında hakimi hüküm vermeye hukuken zorlayan gerekçenin kesin hüküm niteliğinde olduğu kabul edilmiştir (YKD. Yıl: 1982, Sayı: 6, s. 784-786).

Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince:

Davacı-karşı davalı kadın tarafından davalı-karşı davacı koca aleyhine Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesine göre boşanma davası açılmış, taraflar karşılıklı olarak manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır.

Mahkemece boşanmaya neden olan olaylarda kadının hafif, kocanın ağır kusurlu olduğu kabul edilerek tarafların boşanmasına ve manevi tazminat isteminin karşılıklı olarak kısmen kabulüne karar verilmiştir. Taraflar temyizinde boşanma kararını temyiz etmemiş, ancak kararı manevi tazminat ve buna esas alınan kusur yönünden temyiz etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, tarafların boşanma kararını temyizi söz konusu değildir. Bunun sonucu olarak boşanma kararı kusur durumu ile birlikte kesinleşmiştir. Taraflar, boşanma kararını temyiz etmemekle, bu husus gerekçe ve hüküm sonucu itibariyle kesinleşir. Durum bu olunca, boşanmaya neden olan olaylarda kocanın ağır kusurlu kadının ise hafif kusurlu olduğu yolunda kesin hüküm oluştuğunun kabulü gerekir.

Bu nedenle, boşanmaya neden olan aynı zamanda tazminata da konu olan olaylarda artık ne mahkemenin, ne de Yargıtay’ın kusuru incelemesi mümkün değildir. Aksinin kabulü ile kusur incelemesi yapılarak boşanmaya ve tazminata esas olan olaylarda davalı kocanın eşit kusurlu olduğunu söylemek kesin hüküm kuralına aykırıdır.

Her ne kadar, Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında, davalının boşanma davasında ayrıca tazminat talebinde bulunmaması halinde ve boşanma kararı kesinleştikten sonra tazminatla ilgili olarak açılacak bir davada kusur oranı boşanma kararı ile kesinleştiğinden yeniden kusur araştırılmasına girilemeyeceği ancak, burada boşanma ve tazminat birlikte talep edildiğinden ve temyizde kusura da itiraz edildiğinden durumun farklı olduğu ve tazminat yönünden kusurun incelenebileceği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de; boşanma davası ile birlikte tazminat istenmesi halinde boşanma kararındaki kusur oranının kesinleşmesini engelleyen bir hüküm bulunmadığı, boşanma kararı temyiz edilmeyerek kesinleştiğine göre, ister boşanma davası ile birlikte açılmış olsun, isterse tazminat davası ayrı açılmış olsun artık kusur oranının kesinleştiği; boşanma ile birlikte kesinleşen kusur oranı ayrı açılan tazminat davasında hükme esas alınırken, boşanma ile birlikte açılan tazminat davasında kesin hüküm sayılmamasının hukuki bir dayanağı da olmadığı; boşanmadaki kusuru temyiz etmeyen tarafın, bu davranışı ile oluşan kesin hüküm halini alan kusura rağmen, tazminatı kusur yönünden temyizinin dikkate alınmaması gerektiği; gerekçesiyle, çoğunlukça bu görüşe itibar edilmemiştir.

Ayrıca belirtmekte yarar vardır ki, bir an için, boşanma kararını temyiz etmeyen tarafların kusura itirazının aynı zamanda boşanma kararının gerekçesinin de temyizi olduğu kabul edilse dahi, Özel Dairece sair temyiz itirazları reddedilmeyerek, boşanma kararının gerekçesi yönü ile kesinleştirilmemesi ve mahkemece boşanmaya neden olan olayda kocayı ağır, kadını hafif kusurlu sayılarak boşanmaya karar verilmiş ise de dosya kapsamına göre olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğu, ancak tarafların boşanma hükmünü temyiz etmediğinden sonuç olarak boşanmaları yönünde hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığından sonucu itibarı ile doğru olan boşanma kararının onanmasına karar verilmesi ve böylelikle tarafların boşanmaya neden olan olayda kocanın ağır, kadının hafif kusurlu olduğu yönünde kesin hüküm oluşmasının önlenmesi, bundan sonra tazminatın irdelenmesi gerekirdi. Oysa, Özel Daire tarafların kusur durumuna ilişkin temyizini, boşanmanın gerekçesini temyiz olarak kabul etmemiş; aksine boşanmayı temyiz bulunmadığı gerekçesiyle bozma nedeni yapmaksızın kesinleştirmiştir. Böylece, kocanın boşanmadaki ağır, kadının hafif kusuru kesinleşmiştir.

Diğer taraftan, azınlık görüşünün kabulü halinde, Hukuk Genel Kurulu kararına uymak zorunda olan mahkemenin, kesinleşen boşanma hükmüne rağmen, bu hükmü yeniden ele alarak, yeni kusur durumunu tespitle yeniden boşanma hükmü kurması gerekecektir ki, bu durum hükümle ilgili yukarıda açıklanan tüm ilkelere aykırı olacaktır.

Kaldı ki, aynı konuda iki ayrı kusur oranı esas alınarak sonuca varılması, hukuken mümkün olmadığından, boşanma kararının kesinleşmesi ile tarafların kusuru kesinleşmiş olmakla; davalı-karşı davacı kocanın tazminat isteminde kusura itirazının hukuki anlamda sonuç doğurması da olanaklı değildir.

Sonuç olarak, boşanma kararının temyiz edilmemesi nedeniyle kusur oranı kesinleştiğinden, taraflardan birinin tazminat yönünden kusura itiraz etmesi, sonuca etkili değildir. Kesinleşmiş mahkeme kararı ile tarafların kusurları belirlendiğinden bundan sonra bu konuda kesin hükmün bağlayıcılığı kuralı gereği, yeniden inceleme yapılamaz, boşanma davasındaki kusur belirlemesi tarafları bağlar.

Açıklanan tüm bu nedenler karşısında, boşanma yönünden kabul edilip, kesinleşen, davalı-karşı davacı kocanın ağır kusurlu, davacı-karşı davalı kadının hafif kusurlu olduğu olgusunun, manevi tazminatın belirlenmesinde kesin hüküm oluşturacağı Hukuk Genel Kurulu'nda yapılan görüşmede oyçokluğu ile kabul edilmiş, bu yönden direnme kararı yerinde bulunmuştur.

Ne var ki, kesinleşen kusur oranları dikkate alındığında TMK’nun 174/2 maddesine göre hükmedilen manevi tazminata yönelik diğer temyiz itirazları Dairesince incelenmediğinden, bu temyiz itirazlarının incelemesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle DİRENME UYGUN OLUP; davalı/karşı davacı Ahmet P. vekilinin manevi tazminata yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 28.03.2012 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

 

T.C. YARGITAY Hukuk Genel Kurulu ESAS NO     : 2011/2-890 KARAR NO               : 2012/239           Y A R G I T A Y İ L A M I İNCELENEN KARARIN MAHKEMESİ         : Ankara 5. Aile Mahkemesi TARİHİ        : 21/12/2010 NUMARASI            : 2010/1282-2010/1736 DAVACI-KARŞI DAVALI           : Nazmiye Çayır vekilleri Av.Hasan Çiçek Av.Hülya Sarsıcıoğlu DAVALI-KARŞI DAVACI                : Ahmet Polat vekili Av.Nazan Altıntaş Taraflar arasındaki “boşanma ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 5. Aile Mahkemesince tarafların boşanmasına ve tarafların manevi tazminat istemlerinin kısmen kabulüne dair verilen 03.03.2009 gün ve 2007/1103 E., 2009/256 K. sayılı kararın incelenmesi taraflar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 17.06.2010 gün ve 2009/10381 E.-12102 K. sayılı ilamı ile; (“...1-Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir. 2-Toplanan delillerden; boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit kusurlu oldukları anlaşılmaktadır. Eşit kusurlu taraflar lehine manevi tazminata hükmedilemeyeceği nazara alınmadan, hem kadın hem de koca yararına manevi tazminata hükmedilmesi doğru görülmemiştir...”) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN : Davalı/karşı davacı Ahmet P. vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava ve karşı dava, boşanma ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir. Mahkemece, evlilik birliğinin sarsılmasında davacı-karşı davalı kadının hafif, davalı-karşı davacı kocanın ise ağır kusurlu oldukları kabul edilerek tarafların boşanmalarına ve davacı karşı davalı kadın yararına 10.000 TL, davalı karşı davacı koca yararına 1.000 TL manevi tazminata hükmedilmiştir. Boşanmaya ilişkin hüküm taraflarca temyiz edilmediğinden kesinleşmiş; hükmü manevi tazminat ve buna esas alınan kusur noktasından olmak üzere taraflar vekili temyiz etmiştir. Özel Dairece; boşanmaya ilişkin hükme yönelik temyiz olmadığı için; sair temyiz itirazlarının da reddi ile, tazminata ilişkin karar, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle, tazminat noktasından bozulmuştur. Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü davalı karşı davacı vekili temyize getirmiştir. Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; kararın boşanma ve boşanmada esas alınan davalının daha ağır kusurlu olduğuna ilişkin belirleme yönünden temyiz edilmemiş olması karşısında, hükmedilecek manevi tazminata esas olmak üzere boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit kusurlu kabul edilip edilemeyecekleri, noktasında toplanmaktadır. İlkin, kadının hafif, kocanın ağır kusurlu kabul edilerek verilen boşanma kararının her iki tarafça temyize konu edilmemesi, bu haliyle kesinleşmiş olması karşısında, boşanma yönünden kabul edilen kusurun manevi tazminatın belirlenmesinde kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı; ön sorun olarak incelenmiştir. Ön soruna yönelik olarak yapılan değerlendirmede öncelikle dava şartı, kesin hüküm, gerekçe ile hüküm fıkrası arasındaki bağın üzerinde durulmasında yarar vardır: Dava şartları, mahkemece davanın esası hakkında yargılama yapılabilmesi için gerekli olan şartlardır. Diğer bir anlatımla; dava şartları, dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan “Kamu Düzeni” ile ilgili zorunlu koşullardır. Mahkeme, hem davanın açıldığı günde, hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının tamam olup olmadığını kendiliğinden araştırıp, incelemek durumunda olup; bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartları, dava açılmasından, hüküm verilmesine kadar var olmalıdır. Dava şartlarının davanın açıldığı günde bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda, mahkemenin davayı mesmu (dinlenebilir) olmadığından reddetmesi gerekir. Dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli); bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır. Dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hüküm ile [1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) madde 237; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) madde 114/1-i] çözümlenmemiş olması da dava şartıdır. Bu şart, olumsuz dava şartı olarak adlandırılır. Keza hak düşürücü süre de olumsuz dava şartlarından olup davanın esastan görülmesine engel olup, yanlışlıkla işin esası incelenmiş ve herhangi bir nedenle (davanın ispatı, kabul, feragat vs.) esastan karar verilmiş olsa bile, hak düşürücü sürenin geçtiği anlaşıldığı takdirde, davanın bu nedenle reddi gerekir. Kesin hüküm ise, hem bireyler için hem de devlet için hukuki durumda bir kararlılık ortaya koyar. Bununla, hukuki güvenlilik ve yargı erkine güven sağlandığından kamu yararı ile doğrudan ilgilidir. Hemen belirtilmelidir ki, kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kesin bir biçimde çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem kişilerin hem de Devletin yararı vardır. Çünkü kişiler, arasındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık, bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bu açıdan, Devletin de menfaati söz konusudur. Çünkü Devlet, mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık (dava) ile sürekli ve yinelenerek meşgul edilmesini istemez. Dava konusu uyuşmazlık hakkında bir kesin hüküm bulunuyorsa, aynı konuda, aynı taraflar arasında ve aynı dava sebebine dayanılarak yeni bir dava açılamaz. Kesin hüküm itirazı, davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemenin de; (Yargıtay’ın da) davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, davayı kesin hükümden (dava şartı yokluğundan) reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi, ilk defa Yargıtay'da (temyiz veya karar düzeltme aşamasında) ve dahası bozmadan sonra da ileri sürülebilir. Bu bakımdan usulü kazanılmış hakkın istisnasıdır ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığının, yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez (Hukuk Genel Kurulu’nun 05.06.1991 gün ve 1991/5-215-342 E., K. sayılı ilamı; Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V., 6. Baskı, yıl 2001, s. 4980 vd.). Bu bağlamda kesin delil ise, yanları ve hakimi bağlayan, bu tip delillerle kanıtlanan olayın hukuksal doğru olarak kabul edilmesi gereken delillerdir. Hakimin kesin delilleri takdir yetkisi yoktur. Bu biçimde ispatlanan hususu doğru kabul etmek zorundadır. Hukukumuzda kesin deliller sınırlı olup bunlar, ikrar (HUMK. madde 236; HMK. madde 188), senet (HUMK. madde 287; HMK. madde 193), yemin (HUMK. madde 337; HMK. madde 228) ve kesin hükümdür (HUMK. madde 237; HMK. madde 303). Kesin hüküm de, aynı konuda daha sonra açılan davada kesin delil oluşturur (Baki Kuru, age., C. II, s. 2034 vd). Kesin hüküm, şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm, olmak üzere ikiye ayrılır. Şekli anlamda kesin hüküm, sözü edilen karara karşı artık bütün olağan yasa yollarının kapandığı anlamına gelir. Bazı son kararlar verildikleri anda kesindirler (Örneğin HUMK. m. 427; HMK. m. 361). Yasa yolu açık olan bir karar, yasa yoluna başvurma süresi geçmekle de kesinleşir. Öte yandan, temyiz yolu açık olan bir karar temyiz edilip sonuçta onanmış ve karar düzeltme süresi geçirilmişse, ya da karar düzeltme yoluna gidilip de bu istem reddedilmişse veyahut yasa yoluna başvurmaktan feragat edilmişse verilen hüküm şekli anlamda kesinleşir. Bir hüküm bir kere şekli anlamda kesinleşirse, artık bu hükme karşı, olağan yasa yollarına başvurulamaz. Bir kararın maddi anlamda kesinleşmesi için öncelikle şekli anlamda kesinleşmesi gerekir. Maddi anlamda kesin hükmün koşulları 1086 sayılı HUMK’nun 237. maddesinde açıklanmıştır. Birinci dava ile ikinci davanın müddeabihlerinin (konusunun), dava sebeplerinin (vakıaların) ve taraflarının aynı olması maddi anlamda kesin hüküm oluşturur. 6100 sayılı HMK’nun 303/1. maddesi de “Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.” şeklinde benzer bir tanımı içermektedir. Kesin hükmün ilk koşulu, her iki davanın taraflarının aynı kişiler olması; ikinci koşulu, müddeabihin aynılığı; üçüncü koşulu ise, dava sebebinin aynı olmasıdır. Kesin hükmün ikinci koşulu olan müddeabih, dava konusu yapılmış olan hak, yani dava ile elde edilmek istenilen sonuçtur. Önceki dava ile yeni davanın müddeabihlerinin (konularının) aynı olup olmadığını anlamak için hakimin, eski davada verilen kararın hüküm fıkrası ile yeni davada ileri sürülen talep sonucunu karşılaştırması gerekir. Eski ve yeni davanın konusu olan maddi şeyler fiziki bakımdan aynı olsa bile, bu şeyler üzerinde talep olunan haklar değişikse, müddeabihler aynı değil demektir. Kesin hükmün üçüncü koşulu ise dava sebebinin aynı olmasıdır. Dava sebebi, hukuki sebep olmayıp, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Öyle ise; her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise, diğer iki koşulun da bulunması halinde kesin hükmün bulunduğundan söz edilebilir. Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 05.02.2003 gün ve 2003/21-30 E. 2003/57 K.; 08.12.2010 gün ve 2010/1-602 E. 2010/643 K. sayılı ilamlarında da vurgulanmıştır. Kesin hüküm, ilk önce (hükmü veren mahkeme de dahil diğer bütün) mahkemeleri bağlar. Yani mahkemeler, aynı konuda, aynı dava sebebine dayanarak, aynı taraflar hakkında verilmiş olan bir kesin hüküm ile bağlıdırlar; aynı davayı bir daha (yeniden) inceleyemezler (kesin hüküm itirazı) ve aynı konuya ilişkin yeni bir davada, önceki davada verilmiş olan kesin hüküm ile bağlıdırlar (Baki Kuru, a.g.e., C. V, s. 5051- 5053). Diğer taraftan hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olan gerekçe kesin hüküm teşkil eder. Hangi gerekçenin hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olduğu, her olayın özelliğine göre belirlenir. Kesin hüküm kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe, hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve istidlallerden (deliller) ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkansız bir bağlılık içinde bulunuyor ise, istisnaen bu kısmın da kesin hükme dahil olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim uygulamada da benzer nitelikte kararların verildiği görülmektedir. Bunlardan birisi, boşanma ile birlikte görülen yoksulluk nafakasına ilişkin uygulamadır. Buna göre, yoksulluk nafakası boşanmanın eki niteliğinde bir istek olduğundan boşanma kararı ve onun gerekçesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Kusur unsurunu tespit edecek olan hüküm, boşanmaya ilişkin karardır. Boşanmada kusur unsuru tespit edilmiş ise bu husus sonradan istenecek yoksulluk nafakası için kesin hüküm ve bunun sonucu olarak kesin delil oluşturur. Boşanma davası ile yoksulluk nafakası davası arasında hukuki sebep birliği yoksa da biri diğerinin eki olması itibariyle, aralarında sıkı sıkıya bağlı, biri olmadan diğerinin varlık kazanamayacağı sebep ve sonuç ilişkisi vardır. Onun için, boşanma davasıyla belirlenen kusurluluk unsuru nafaka davası için dahi kesin hüküm ve kesin delil oluşturur. Kesinlik sadece hüküm fıkrası için söz konusu ise de, hüküm fıkrası ile gerekçesi arasında zorunlu bir bağ varsa hükmün gerekçesi de kesinlik kazanır. Davacı, boşanmada tam kusurlu bulunmuş ve verilen boşanma kararı şekli ve maddi yönden kesinleşmişse; kesinlik kazanan bir hükmün sonuçlarının ortadan kaldırılması yargılamanın iadesi ile mümkündür. Bunun dışında hükmün sonuçlarını ortadan kaldırmak mümkün değildir. Boşanma davasıyla kesinleşen kusurluluk olayı, yoksulluk davası için de kesin hüküm ve kesin delil oluşturur (2. HD. 10.02.1993 gün, 668/1096 E., K. sayılı kararı; Esat Şener, Nafaka, 1994, s. 130- 131). Benzer şekilde Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 11.2.1982 gün ve 8582/1186 sayılı kararında hakimi hüküm vermeye hukuken zorlayan gerekçenin kesin hüküm niteliğinde olduğu kabul edilmiştir (YKD. Yıl: 1982, Sayı: 6, s. 784-786). Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince: Davacı-karşı davalı kadın tarafından davalı-karşı davacı koca aleyhine Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesine göre boşanma davası açılmış, taraflar karşılıklı olarak manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır. Mahkemece boşanmaya neden olan olaylarda kadının hafif, kocanın ağır kusurlu olduğu kabul edilerek tarafların boşanmasına ve manevi tazminat isteminin karşılıklı olarak kısmen kabulüne karar verilmiştir. Taraflar temyizinde boşanma kararını temyiz etmemiş, ancak kararı manevi tazminat ve buna esas alınan kusur yönünden temyiz etmişlerdir. Görüldüğü gibi, tarafların boşanma kararını temyizi söz konusu değildir. Bunun sonucu olarak boşanma kararı kusur durumu ile birlikte kesinleşmiştir. Taraflar, boşanma kararını temyiz etmemekle, bu husus gerekçe ve hüküm sonucu itibariyle kesinleşir. Durum bu olunca, boşanmaya neden olan olaylarda kocanın ağır kusurlu kadının ise hafif kusurlu olduğu yolunda kesin hüküm oluştuğunun kabulü gerekir. Bu nedenle, boşanmaya neden olan aynı zamanda tazminata da konu olan olaylarda artık ne mahkemenin, ne de Yargıtay’ın kusuru incelemesi mümkün değildir. Aksinin kabulü ile kusur incelemesi yapılarak boşanmaya ve tazminata esas olan olaylarda davalı kocanın eşit kusurlu olduğunu söylemek kesin hüküm kuralına aykırıdır. Her ne kadar, Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında, davalının boşanma davasında ayrıca tazminat talebinde bulunmaması halinde ve boşanma kararı kesinleştikten sonra tazminatla ilgili olarak açılacak bir davada kusur oranı boşanma kararı ile kesinleştiğinden yeniden kusur araştırılmasına girilemeyeceği ancak, burada boşanma ve tazminat birlikte talep edildiğinden ve temyizde kusura da itiraz edildiğinden durumun farklı olduğu ve tazminat yönünden kusurun incelenebileceği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de; boşanma davası ile birlikte tazminat istenmesi halinde boşanma kararındaki kusur oranının kesinleşmesini engelleyen bir hüküm bulunmadığı, boşanma kararı temyiz edilmeyerek kesinleştiğine göre, ister boşanma davası ile birlikte açılmış olsun, isterse tazminat davası ayrı açılmış olsun artık kusur oranının kesinleştiği; boşanma ile birlikte kesinleşen kusur oranı ayrı açılan tazminat davasında hükme esas alınırken, boşanma ile birlikte açılan tazminat davasında kesin hüküm sayılmamasının hukuki bir dayanağı da olmadığı; boşanmadaki kusuru temyiz etmeyen tarafın, bu davranışı ile oluşan kesin hüküm halini alan kusura rağmen, tazminatı kusur yönünden temyizinin dikkate alınmaması gerektiği; gerekçesiyle, çoğunlukça bu görüşe itibar edilmemiştir. Ayrıca belirtmekte yarar vardır ki, bir an için, boşanma kararını temyiz etmeyen tarafların kusura itirazının aynı zamanda boşanma kararının gerekçesinin de temyizi olduğu kabul edilse dahi, Özel Dairece sair temyiz itirazları reddedilmeyerek, boşanma kararının gerekçesi yönü ile kesinleştirilmemesi ve mahkemece boşanmaya neden olan olayda kocayı ağır, kadını hafif kusurlu sayılarak boşanmaya karar verilmiş ise de dosya kapsamına göre olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğu, ancak tarafların boşanma hükmünü temyiz etmediğinden sonuç olarak boşanmaları yönünde hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığından sonucu itibarı ile doğru olan boşanma kararının onanmasına karar verilmesi ve böylelikle tarafların boşanmaya neden olan olayda kocanın ağır, kadının hafif kusurlu olduğu yönünde kesin hüküm oluşmasının önlenmesi, bundan sonra tazminatın irdelenmesi gerekirdi. Oysa, Özel Daire tarafların kusur durumuna ilişkin temyizini, boşanmanın gerekçesini temyiz olarak kabul etmemiş; aksine boşanmayı temyiz bulunmadığı gerekçesiyle bozma nedeni yapmaksızın kesinleştirmiştir. Böylece, kocanın boşanmadaki ağır, kadının hafif kusuru kesinleşmiştir. Diğer taraftan, azınlık görüşünün kabulü halinde, Hukuk Genel Kurulu kararına uymak zorunda olan mahkemenin, kesinleşen boşanma hükmüne rağmen, bu hükmü yeniden ele alarak, yeni kusur durumunu tespitle yeniden boşanma hükmü kurması gerekecektir ki, bu durum hükümle ilgili yukarıda açıklanan tüm ilkelere aykırı olacaktır. Kaldı ki, aynı konuda iki ayrı kusur oranı esas alınarak sonuca varılması, hukuken mümkün olmadığından, boşanma kararının kesinleşmesi ile tarafların kusuru kesinleşmiş olmakla; davalı-karşı davacı kocanın tazminat isteminde kusura itirazının hukuki anlamda sonuç doğurması da olanaklı değildir. Sonuç olarak, boşanma kararının temyiz edilmemesi nedeniyle kusur oranı kesinleştiğinden, taraflardan birinin tazminat yönünden kusura itiraz etmesi, sonuca etkili değildir. Kesinleşmiş mahkeme kararı ile tarafların kusurları belirlendiğinden bundan sonra bu konuda kesin hükmün bağlayıcılığı kuralı gereği, yeniden inceleme yapılamaz, boşanma davasındaki kusur belirlemesi tarafları bağlar. Açıklanan tüm bu nedenler karşısında, boşanma yönünden kabul edilip, kesinleşen, davalı-karşı davacı kocanın ağır kusurlu, davacı-karşı davalı kadının hafif kusurlu olduğu olgusunun, manevi tazminatın belirlenmesinde kesin hüküm oluşturacağı Hukuk Genel Kurulu'nda yapılan görüşmede oyçokluğu ile kabul edilmiş, bu yönden direnme kararı yerinde bulunmuştur. Ne var ki, kesinleşen kusur oranları dikkate alındığında TMK’nun 174/2 maddesine göre hükmedilen manevi tazminata yönelik diğer temyiz itirazları Dairesince incelenmediğinden, bu temyiz itirazlarının incelemesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle DİRENME UYGUN OLUP; davalı/karşı davacı Ahmet P. vekilinin manevi tazminata yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 28.03.2012 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.