YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

ESAS NO: 2006/13-610 E KARAR NO: 2006/339 K TARİH: 11.10.2006

Avukatın azli Azledenin, bildirdiği azil sebepleriyle bağlı olup olmadığı, Azlin haklı olup olmadığı Avukat ile müvekkilin birbirine karşı olan üslubunun güven ilişkisine etkisi “…Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir Asliye 1. Ticaret Mahkcmesi’nce davanın kabulüne dair verilen 11.03.2005 gün ve 2004/705 – 2005/112 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 24.10.2005 gün ve 2005/6452-sayılı ilamı ile, 1. Taraflar arasındaki ilişki vekalet ilişkisi olup, davacı avukatlar haksız azil nedeniyle vekalet ücretinin tahsilini istemişlerdir. Vekil müvekkiline karşı vekalet görevini sadakat ve özenle ifa etmekle yükümlü olduğu gibi, vekil eden vekilinden her zaman bilgi almak hakkına sahiptir. Vekil müvekkilinin talebi halinde yaptığı işin hesabını vermek zorundadır (BK’nın 390/2, 392. maddeleri). Avukatın sahip olduğu hak ve ödevleri Avukatlık Kanunu’nun 34. maddesinde belirtilmiştir. Buna göre avukatlar yüklendikleri görevleri, bu görevlerin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk vc onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun bir biçimde davranmak ve meslek kurallarına uymak zorundadırlar. Bu yasal düzenlemelerden anlaşılacağı üzere temelde vekil-müvekkil ilişkisi karşılıklı güven ve saygıya dayanır. Bu ilişkiyi taraflardan birisi ihlal ederse, karşı taraf vckil-avukat ise iş bırakma, vekil eden ise vekilini azletme hakkına sahiptir.

Avukatlık Kanunu’nun 173/2. maddesi hükmüne göre avukat yapacağı harcamalar için kendisine yeteri kadar avans verilmesini isteme hakkına sahiptir. Avansın verilmemesi halinde harcamayı cebinden karşılayarak işi takip zorunluluğu yoktur. Ancak iş sahibinden alınacak avansın olası giderleri karşılayacak miktarda olması, amacı aşar şekilde yüksek bulunmaması, istendiğinde alınan avansın müvekkile verilmesi gerekir. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Hukuk Dairesi Bünyesinde istihdam Edilen Avukatlar, Sözleşmeli Avukatlar ve Takip Memurlarına ilişkin Avans Kullanımı Hakkında Yönetmeliğin 8. maddesi “ilgili daire başkan yardımcısının onayı dışında avans, avukat ve takip memurları tarafından Pazartesi günü kullanılır ve en geç aynı hafta Cuma günü kapatılır. İlgili daire başkan yardımcısı avans kapama süresini en fazla on gün daha uzatmaya yetkilidir.

Avansın daha uzun süre kapanamayacağı hallerde finansman dairesi başkanlığının uygun görüşü üzerine avansın süresini uzatmaya hukuk dairesi başkanı yetkilidir. Avans kapatılırken, avans harcamasına ilişkin belgeler ile birlikte avanstan artan paranın da iade edilmesi, yıl sonu itibariyle de tüm avansların kapatılması gerekir” düzenlemesini getirmiştir. Davacının, davalı kuruma yazdığı 10.10.2003 tarihli yazısında “… Bank’tan İcra dosyalarım temlik almış olmanız nedeniyle T.M.S.F ile muhatap olduğumuzu, bu dosyalarda para edecek başkaca varlığı olmadığını, bir angarya olarak bu dosyaların büromuzda kaldığını, istiyorsanız tüm bu dosyaları büromuzdan alabileceğinizi, T.M.S.F.’ den vekalet ücreti alacağımızın olmayacağını, bu dosyaların büromuzda kalması nedeniyle herhangi bir işlem yapmadığımızı, dosyaları büromuzdan geri almayacaksanız mümkün olduğunca az yazışmaya gayret etmenizi önemle rica ederim” denmiştir. 09.01.2004 tarihli yazısında ise, “… T.M.S.F. ile aramızda vekalet ücret sözleşmesi ve avans yönergesi olmadığını, 243.000.000.- TL’ lik avansın belgesinin tarafımıza sunulması, bu belge iletildiğinde gider belgesini yeniden ibraz edeceğimizi, (muhtemelen önceden gönderdiğimiz belgeyi kaybetmişsinizdir) T.M.S.F’yi vekalet ücreti yönünden ibra edeceğimizi, tüm dosyaları iade edeceğimizi, bu iş için T.M.S.F. elemanının bir an önce büromuza gönderilmesini, TMSF’nin hantal yapısından kaynaklanan sorumluluğunun T.M.S.F. çalışanlarına ait olduğunu bildiririm” denmiştir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ve ilkeler doğrultusunda somut uyuşmazlıkta azlin haklı olup olmadığının irdelenmesi gerekir.

Davacının müvekkili kurum ile olan yazışmalarda icra takibine konu dosyaların angarya olarak büroda kaldığını, bu dosyalarla ilgili herhangi bir işlem yapmadığını, kurumun hantal bir yapıya sahip olduğunu bildiren bu yazılan, yukarıda özetlenenler dışındaki ifade ve yazılış şekli ile bir bütün olarak değerlendirildiğinde avukat-müvekkil ilişkilerinde olması gereken karşılıklı güven ve saygıya dayanan ilişkinin kaybolduğu ve buna davacının neden olduğu, ayrıca dosyaya ibraz edilen bilgi ve belgelerden davacının 05.03.2002 tarihinde aldığı avansı 02.03.2004 tarihinde kapattığı, davalı kurumun avans yönergesine aykırı davrandığı gibi, davalının müvekkili olarak vekilinden bilgi alma ve hesap isteme hakkına aykırı ve kısıtlayacak şekilde davrandığı anlaşılmaktadır. Bu açıklamalar karşısında davalının davacıyı azil etmekte haklı olduğunun kabulü gerekir.

Avukatlık Kanunu 174/2. maddesi gereğince avukat haklı nedenle azledilmişse ücret ödenmesi gerekmez. Bu durumda mahkemece davacının vekalet ücretine ilişkin davasının reddi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. 2. Bozma nedenine göre davalının vekalet ücretine yönelik sair temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir… Gerekçesiyle oybirliğiyle bozularak ve davacılar vekilinin karar düzeltme istemi de; “Temyiz ilamında belirtilen gerektirici nedenler karşısında ve özellikle davacının yaptığı masraflar karşılığı talep ettiği ve davalıdan tahsiline hükmedilen 200.000.000.- Liraya yönelik temyiz talebi bulunmadığından temyiz incelemesi dışında tutulup, bozma kapsamında olmadığı, bozmanın sadece vekalet ücreti alacağına münhasır olduğu, davalının 12.10.2004 tarihli cevap layihası başlıklı dilekçesi ile azil sebebinin haklı ve ihtarnamede bildirilen sebep olduğunu bildirip, 10 günlük cevap süresinin duruşma gününe kadar uzatılmasını istediği, mahkemece süre uzatımı talebi hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilmediğinden süre uzatım talebinin kabul edilmemiş sayılmasına rağmen, davalının yasal cevap süresinden sonra verdiği 17.11.2004 ve 10.12.2004 tarihli cevap layihası başlıklı layihaları ile ihtarnamedeki azil sebebine ilaveten yeni azil sebepleri bildirdiği, davacı tarafından sonradan verilen cevap layihalarının süresinde olmadığı, ilk cevap layihasında belirtilen sebebin dışına çıkılıp savunmanın genişletilemeyeceği yolunda bir karşı koymasının olmadığı, sadece ihtarnamede belirtilen azil sebebinin değiştirilemeyeceğini bildirdiği, azilnamede azil sebebini hiç açıklamayanın sonra dava açıldığında azil sebeplerini açıklayabileceği veya azilnamede bildirdiği azil sebeplerine dava açıldığında ilaveten yeni sebepler bildirebileceği, bunu önleyici yasal bir engel bulunmadığı, nasıl itirazın iptali davasında borçlu davalının İcra dosyasında yaptığı itirazla bağlı olmaksızın yeni sebepler ileri sürebiliyorsa, bu davada da davalının yeni ilave sebepler ileri sürebileceğinin kabulü gerektiği, zira azilnamede kendisi veya karşı taraf açısından sakınca gördüğünden açıklamayı uygun görmediği hususları dava açıldığında ileri sürebileceğinin kabulü gerektiği, aksinin kabulü davalının yargılamadaki savunmasını azilname ile sınırlandıracağı ve davalının anayasal hakkı olan savunma hakkının kısıtlanacağı sonucunu doğuracağı, Yargıtay ve dairemizin uzun süredir uygulamasının da savunmanın kısıtlanamayacağı doğrultusunda olduğu, Eraslan Özkaya’nın “Vekalet Sözleşmesi ve Kötüye Kullanılması” isimli eserinin 1997 tarihli baskısının 694. sayfadaki 13. Hukuk Dairesi’nin 07.03.1992 gün 1036-1986 sayılı, 699. sayfadaki 13. Hukuk Dairesi’nin 28.03.1989 gün 16872109 sayılı, 708 sayfadaki 4. Hukuk Dairesi’nin 15.03.1980 gün 1600-6395 sayılı, 711. sayfadaki 4. Hukuk Dairesi’nin 29.12.1970 gün 925-9930 sayılı içtihatlarının aynı doğrultuda olduğu, bunun aksini vekil edenin, hangi nedenle vekilini azil ettiğini bildirmesi gerektiği, azilnamede yer almayan nedenlere dayanarak azlin haklı olduğunu ispat edemeyeceği ve azilnamede hiçbir neden gösterilmemiş ise azlin haksız olduğunu Prof. Dr. Baki Kuru “Hukuk Muhakemeleri Usulü” isimli eserinin 2001 baskısının 1318. sayfasında belirtmekte ise de, bu görüşün Yargıtay ve dairemizin belirtilen içtihatlarına aykırı olup, uygulamada kabul görmediği, davacı tarafça ibraz edilen ve M. imzalı belgelerden, davacının davalıdan 05.03.2002 tarihinde avans aldığı, ancak bu avansın karşılığı harcamaların ne zaman yapıldığına ve avansın kapandığına dair bozma ilamından önce, üzerinde “05.03.2004’te kullandığı 245.000.OOO.-TL’lık avansı 02.03.2004’te kapatmış” şerhi düşülmüş belgeden başka dosyaya delil belge ibraz edilmediği, vekil edenin hesap ve bilgi istemesinin en tabii hakkı olup, bunun kısıtlanıp engellenemeyeceği, davalının hesap ve bilgi isteme doğrultusundaki yazılarına davacı M. imzası ile 08.10.2003 ve 08.01.2004 tarihlerinde verilen cevapların hitap tarzı, üslup ve içerik itibarıyla etik olmadığı, vekil-vekil eden arasında bulunması gereken vekalet sözleşmesinin temel dayanağı olan güven ve saygı ilişkisine aykırı olup, güven ilişkinin sarsıldığı, buna da davacı tarafın tutum ve davranışının yol açtığı, daha önceki yazılarına cevap alamayınca davalı idarenin 08.01.2004 tarihli yazılarında Devlet kuvveti kullanma yetkisi olduğunu belirtmesinin de davacıya 09.01.2004 tarihli yazıdaki gibi davalı vekil edene cevap vermesi hakkını sağlamayacağı, öyle olunca davalı tarafça yapılan azlin haklı ve yerinde olduğu, 08.01.2004 tarihli davalı yazısı ile 19.04.2004 tarihli azilname arasındaki süre, davalının kamu kuruluşu olması, azil için karar vermeye yetkili makam ve organlara durumun intikali ve karar verilmesi için ancak yeterli bir süre olup, azil için gecikme olduğunun kabul edilemeyeceği, davacıların soyadının aynı olmasından aralarında yakın bir soybağı olduğu,”… Hukuk Bürosu” başlıklı kağıtlar ile aynı büroyu kullandıkları, aynı vekaletname ile vekil tayin edilip birlikte bu görevi üstlendikleri, birinin sebep olduğu azil nedeniyle azil edilip diğerinin görevine devam etmesine davalının katlanmasını beklemenin etik kurallara ve MK. 2. maddesinde belirtilen iyi niyet kurallarına aykırı olduğu sonucuna varılmasına göre…” şeklindeki gerekçeyle oyçokluğuyla reddedilerek dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, davacı avukatların, müvekkilleri davalı tarafından haksız şekilde azledildikleri ve böylece avukatlık ücretinin tamamına hak kazandıkları iddiasına dayalı, alacak istemine ilişkindir.

Davacılar Y. ve M. vekili, avukat olan davacıların dava dışı… Bank’ın alacaklı durumunda bulunduğu toplam 9 adet İcra dosyasında bankanın vekili olarak görev yapmakta iken; 09.07.2001 tarihli B.D.D.K. kararı ile… Bankanın ortaklık hakları ve yönetim ve denetiminin davalı TMSF’ye devredildiğini, davacıların takibindeki dosyalara konu alacakların tamamının davalı tarafından İcra dairesinde temlik alındığını, böylece davalının bu dosyalarda… Bank’ın halefi durumuna geldiğini; davalı tarafından davacılara vekaletname verildiğini, davacıların da 9 adet dosyaya bu vekaletnameyi sunarak icra işlemlerini davalı adına yürütmeye devam ettiklerini, talimatları ve yapılan tahsilatlara ilişkin vekalet ücretlerini davalıdan aldıklarını, dosyadan yaptıkları tahsilatları da davalıya gönderdiklerini, ancak, davalının vekaletname göndermesine rağmen, davacılar ile yazılı ücret sözleşmesi akdetmeyi sürekli ertelediğini, davacıların ise Devletin bir kurumu olan davalı nezdinde alacaklarının kalmayacağını düşünerek hukuki hizmet vermeye devam ettiklerini; 2004 yılı başında, davalının diğer tüm avukatlar ile yaptığı tek tip sözleşmeyi davacılara da göndereceğine dair beyanda bulunduğunu, davacılar bu sözleşmeyi beklerken, davalının her iki davacıya da 19.04.2004 günlü azilnameyi gönderdiğini, bu azilnamede azil sebebi olarak davacıların T.M.S.F. aleyhine 10.01.2003 tarihinde vekalet ücreti talebiyle açtıkları davanın Avukatlık Kanunu’na aykırılığının ve meslek kuralları ile bağdaşmamasının gösterildiğini, davacıların 22.04.2004 tarihli cevabi ihtarnameyi göndererek, azlin haksız olması nedeniyle 9 adet dosyadan doğacak ücretin tamamına hak kazanıldığını bildirip, ücret alacağının 10 gün süre içinde ödenmesini istediklerini, ödeme yapılmadığı için eldeki davanın açılmasının zorunlu hale geldiğini; söz konusu azlin haksız olduğunu, zira… Bank’a el koyan davalının, davacıların ücret alacağının ödenmesinden… Bank ile birlikte müteselsilen sorumlu hale geldiğini, muaccel ücret alacağını alamayan davacıların dava açmak zorunda kaldıklarını, açılan o davanın dayanağını Avukatlık Kanunu’nun oluşturduğunu, esasen dava açmanın anayasal bir hak olduğunu; öte yandan, azle gerekçe gösterilen davanın 10.01.2003 günü açıldığını, azilnamenin ise yaklaşık 16 ay sonra 19.04.2004 tarihinde gönderildiğini, o dava sırasında, 9 adet dosya ile ilgili hukuki hizmetin davalı tarafından kabul edildiğini, bu olguların, azlin gönderilmesinin haksız ve kötü niyetli bir davranış olduğunu ortaya koyduklarını; davacıların takip ettikleri 9 adet dosyada görevlerini eksiksiz şekilde yerine getirdiklerini, davalının bildirdiği haksız azil sebebi ile bağlı bulunduğunu, azlin haksızlığı nedeniyle, davacıların, aşaması ne olursa olsun, takip ettikleri tüm dosyalarda avukatlık ücretinin tamamına hak kazandıklarını ileri sürerek; fazlaya dair hak saklı kalmak kaydıyla, avukatlık ücret alacağından şimdilik 10 milyar TL’nin ve ayrıca davacılarca yapılan 220 milyon TL tutarındaki masrafın, davacıların ihtarının davalıya tebliğ edildiği 27.04.2004 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

 Davalı Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu vekili, 12.10.2004 tarihli cevap dilekçesinde, taraflar arasında herhangi bir vekalet sözleşmesi bulunmadığını, davacıların 31.01.2002 tarihli vekaletnameye istinaden yasal takipleri yürüttüklerini, bilahare, vekalet ücreti talebi ile davalıya karşı dava açtıklarını, bunun Avukatlık Kanunu’na açıkça aykırılık teşkil etmesi ve meslek kurallarıyla bağdaşmaması nedeniyle 19.04.2004 tarihinde vekaletten azledildiklcrini bildirmiştir. Yerel mahkeme, (Davalı, davacılara keşide ettiği ihtarnamede azil sebebi olarak, kendisi aleyhine davacılar tarafından vekalet ücreti istemiyle açılan davanın Avukatlık Kanunu’na açıkça aykırı olmasını ve meslek kurallarıyla bağdaşmamasını göstermiş, vekalet sözleşmesinin haklı ve zorunlu nedenlerle feshedildiğini bildirmiştir. Böylece davalı, bu ihtarnamedeki ifadeye göre, azil sebebini, vekalet ücreti için dava açılması olgusuyla sınırlandırmıştır. Bu durumda, kural olarak başka nedenler ileri süremez. Kaldı ki, kuralın göz ardı edilmesini gerektirecek incelemeye değer bir başka sebep de getirip kanıtlayamamıştır. Hal böyle olunca da, azlin haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı konusundaki uyuşmazlıkta, vekalet ücreti istemiyle açılan dava dosyası içeriği esas alınarak değerlendirilmelidir. Anılan dava da, hakem heyetinin,… Dış Ticaret A.Ş. aleyhindeki davanın kabulüne, TMSF’ye yönelik davanın ise sorumluluğu bulunmadığı gerekçesiyle reddine karar verdiği, kararın Yargıtay’ca görev yönünden bozulduğu, davanın halen… 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2004/348 esasında derdest olduğu anlaşılmaktadır. … Dış Ticaret A.Ş.’nin tüm yönetim ve denetimi davalıya devredildiğinden, bu şirketin davacılara ödeme yapması hukuken ve fiilen mümkün değildir. Dolayısıyla, davacı avukatların gerçekleşen ücret alacaklarının tahsili amacıyla dava açmaktan başka hukuki seçenekleri bulunmamaktadır. Dava, haksız kazanç sağlama amacıyla açılmış bir dava değildir.

O nedenle, bu nitelikteki bir davanın açılmış olması Avukatlık Kanunu ve meslek kurallarına aykırı olmadığı gibi, yasal ve özellikle anayasal bir hakkın kullanımı şeklinde değerlendirilmelidir. Öte yandan, anılan dava 13.01.2003 tarihinde açılmış; davalı, aleyhteki bu davaya rağmen davacı avukatlarının verdiği avukatlık hizmetini kabule devam etmiş, uzun sayılabilecek bir süre sonra 19.04.2004 tarihinde azil ihtarını göndermiştir. Davadan haberdar olmasından sonra makul bir sürede azil yönünde iradesini kullanmayan davalının, çok sonra salt o davayı sebep göstererek azil iradesini bildirmesi, hakkın kötüye kullanılmasıdır. Hal böyle olunca da, azlin haklı bir nedene dayanmadığının, azilde davacılara izafe edilecek bir kusur ve ihmalin bulunmadığının kabulü gerekir. Avukatlık Kanunu’nun 174/2. maddesi uyarınca, herhangi bir kusur ve ihmali olmaksızın vekaletten azledilen avukat ücretin tamamına hak kazanır. Bilirkişi raporu da değerlendirildiğinde davacıların talep edebilecekleri vekalet ücret tutarı 3.720.315,09.YTL’dir. Davacıların ayrıca 200,00.- YTL masraf alacağı istemlerinin de kabulüne karar verilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılmıştır) gerekçesiyle davanın kabulüne, fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydı ile… 4. İcra Müdürlüğü’nün 2000/22783 sayılı dosyasından kaynaklanan…. YTL ve… 4. İcra Müdürlüğü’nün 1999/10000, 10661, 2000/1823, 2000/3464, 2000/5720, 20011252, 20011408, 2001/714 sayılı 8 adet dosyadan her biri için 1000.- YTL olmak üzere toplam 10.000.- YTL vekalet ücreti alacağının 27.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar vermiş; davalı vekilince temyiz edilen karar özel dairece yukarıdaki gerekçeyle oybirliğiyle bozulmuş, davacılar vekilinin karar düzeltme istemi de genişletilmiş bir gerekçeyle ve bu kez oyçokluğuyla reddedilmiş, yerel mahkemenin gerekçesini tekrarlayarak ve genişleterek verdiği direnme kararını da davalı vekili temyiz etmiştir.

Öncelikle, taraflar arasındaki hukuksal ilişki ve çekişmesiz yönler ortaya konulacaktır. Davacı avukatlar ile dava dışı… Bank arasında vekalet ilişkisi ve ücret sözleşmesi bulunduğu, davacıların bu çerçevede, anılan bankanın takip alacaklısı durumunda olduğu muhtelif İcra takiplerini yürüttükleri, bilahare 09.07.2001 tarihli B.D.D.K. kararı ile söz konusu bankanın ortaklık hakları ile yönetim ve denetiminin davalı T.M.S.F.’na devredildiği, davacılarca takip edilen… Bank’ın alacaklısı bulunduğu İcra takiplerine konu alacakların da davalı T.M.S.F. tarafından temlik alındığı; bu temellükten sonra davalı T.M.S.F. tarafından davacı avukatlara 30.01.2002 günlü ortak vekaletnamenin verildiği, davacıların, müştereken veya münferiden temsil yetkisini içeren bu vekalet-nameye istinaden anılan İcra takiplerini sürdürdükleri, bilahare 14.04.2004 tarihinde davalı tarafından azledildikleri; azil tarihine kadar geçen süre içerisinde davalının davacılardan avukatlık hizmeti almaya devam ettiği çekişmesizdir. Baba-oğul durumunda bulundukları davacı vekilince açıklanmış olan davacıların, dava dışı başka avukatlarla birlikte “… Hukuk Bürosu” adlı büroyu paylaştıkları, dilekçe ve yazışmalarında bu büronun antetli kağıtlarını kullandıkları, antetlerde davacıların isimlerinin birlikte yer aldığı, ancak, Avukatlık Kanunu’nun 44/B maddesinde düzenlenen, tüzel kişiliğe sahip “Avukatlık Ortaklığı”nın söz konusu olmadığı, her birinin ayrı vergi mükellefi durumunda bulundukları, birbirlerinden bağımsız şekilde avukatlık faaliyetlerini sürdürdükleri; davalı taralından davacılara verilen vekaletname içeriğinden ve dosyadaki diğer belgelerden açıkça anlaşılmaktadır. Bozma ve direnme kararlarının içerik ve kapsamlarına göre, Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık azlin haklı olup olmadığı; bu konuda varılacak sonuca göre de davacıların davaya konu avukatlık ücretine hak kazanıp kazanmadıkları noktasında toplanmaktadır.

Bu noktada, taraflar arasındaki vekalet ilişkisi çerçevesinde, görülmekte olan davadan önce gerçekleşen, davadaki uyuşmazlığın üzerinde toplandığı olgulara, tarih sırası itibariyle değinilecektir: 1. Dosyadaki dilekçe ve ilam örneklerinden, eldeki davanın davacılarınca 13.01.2003 tarihli dilekçeyle eldeki davanın da davalısı olan T.M.S.F. ve ayrıca dava dışı… Giyim San. ve Dış Tic. A.Ş. aleyhine, 2001 ve 2002 yıllarına ait ve ayrıca… 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davalardan doğan avukatlık ücretlerinin tahsili istemiyle dava açıldığı, davayı gören Barosu Hakem Kurulu’nca… Dış Ticaret A.Ş. hakkındaki davanın kabulüne, T.M.S.F. hakkındaki davanın ise husumet yönünden reddine dair 12.12.2003 günlü kararın verildiği, bu kararın görev yönünden Yargıtay’ca bozulması üzerine, dosyanın görevli ve yetkili… Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderildiği,… 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2004/348 esasına kaydedilen davanın 10.03.2005 günlü oturumunda, duruşmanın 31,03.2005’e talik edildiği anlaşılmaktadır. 2. Davalı T.M.S.F. Tahsilat Dairesi Ege Grup Başkanı K. imzasıyla davacılardan M.’ye gönderilen 08.10.2003 günlü yazıda;… Bank/İzmir Şubesinin birtakım takip borçlularıyla ilgili icra takip dosyalarına ait dosya hukuk raporlarının güncellenmiş son haliyle teslimi hususundaki 29.09.2003 tarihli yazıya rağmen, söz konusu raporların halen verilmediği belirtilmiş ve aynen “… İstanbul TMSF’ye gönderilmek üzere her üç firmanın tüm icra takipleri ve takiplere ilişkin olarak görülen tüm davaların ayrıntılı raporlarının hazırlanarak en geç 10.10.2003 tarihinde Avukatlık Yasası’nda düzenlenen “vekilin sorumluluğu” kapsamında değerlendirilmek suretiyle Ege Grup Başkanlığımıza teslim edilmesi gerekmektedir. Bilgilerini ve gereğini rica ederim” denilmiştir. Davacılardan Av. M.U.’nun, bu yazıya cevaben, Ege Grup Başkanlığı’na gönderdiği 08.10.2003 tarihli yazı “Sayın K„ 08.10.2003 tarihli yazınızda talep ettiğiniz raporlar ekte olup, büromuz ile T.M.S.F. arasında vekalet ücret sözleşmesi olmadığını,… Bank- ’tan İcra dosyalarını temlik alınış olmanız nedeniyle T.M.S.F. ile muhatap olduğumuzu, halefi olduğunuz… Bank ile aramızdaki ücret sözleşmesinde ancak tahsilat halinde tarafımıza ücret ödendiğini, başkaca bir ücret ödenmesinin söz konusu olmadığını, bu İcra dosyalarında müvekkile para düşecek tüm malvarlığı değerlerini 1 yılda paraya çevirdiğimizi, bu dosyalarda para edecek başkaca malvarlığı olmadığını, bir angarya olarak bu dosyaların büromuzda kaldığını, T.M.S.F. bünyesindeki avukatların bu dosyalarda dile¬diği işlemi yapabileceklerini, iyi niyetimiz gereği talebiniz halinde istenilen bilgilerin ve evrakların tarafınıza verildiğini, eğer istiyorsanız tüm bu dosyalan büromuzdan alabileceğinizi, TMSF’den vekalet ücret alacağımızın olmayacağını, bu dosyaların büromuzda kalması nedeniyle herhangi bir işlem yapmadığımızı (zira dosyalarda TMSF’ye düşecek malvarlığı yoktur) aramızda avukatlık ücret sözleşmesi mevcut olmayıp başka bir ücret ödenmesi gibi durum söz konusu olmadığından, sadece nezaketen yardım taleplerinize cevap verdiğimizi, dosyaları büromuzdan geri almayacaksanız mümkün olduğunca az yazışmaya gayret etmenizi önemle rica ederim…” şeklindedir. 3. Davalı T.M.S.F. Hukuk Dairesi Başkanlığı tarafından davacılardan M.’ye gönderilen 08.01.2004 günlü yazıda “Kurum işleri için nakit olarak çeşitli tarihlerde almış olduğunuz iş avanslarının 243.000.000.- TL kısmı, halen üzerinde açık bulunduğundan, bu tutar ile ilgili olarak 12/01/2004 tarihi mesai bitimine kadar masraf makbuzlarını teslim etmeniz ya da nakit olarak bu yazının tarafımıza tebliğ tarihinden itibaren 5 gün içinde TMSF’nin …….. nolu hesabına yatırarak iade etmeniz suretiyle açık avans bakiyenizi kapatmanız gerektiği, aksi takdirde hakkınızda vekalet sözleşmesi; avans yönergesi ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun hükümleri uyarınca işlem yapılacağını ve alacağın cebren tahsili yoluna gidileceğini ihtaren bildiririz” denilmiştir. Davacılardan M. imzasıyla; yukarıdaki yazıyı davalı adına imzalamış olan Daire Başkan Yardımcısı V.B.’ye gönderilen 09.01.2004 tarihli yazı ise; “V.B., Nasıl bir kişiliğin olduğunu ve kurumunuzda çalışan avukatlarla saygı ilişkinin ne olduğunu bilmiyorum. Ama kendisine saygısı olan bir avukata 08.01.2004 tarihli dilekçedeki üslubu kullanamazsın.

Daha saygılı olman gerektiğim hatırlatarak, T.M.S.F. ile aramızda vekalet sözleşmesi ve avans yönergesi olmadığım, 243.000.000.- TL tutarındaki avansın hangi tarihte hangi işle ilgili olarak tarafımıza ödendiğine ilişkin bir bilgi ve belgenin öncelikle tarafımıza sunulması gerektiğini, bu belge veya bilgi iletildiğinde gider belgesinin arşivimizden bulunarak yeniden (muhtemelen önceden gönderdiğimiz belgeyi kaybetmişsinizdir) ibraz edeceğimizi, seni değil temsil ettiğin kurumu muhatap alarak bildiriyorum. TMSF’yi vekalet ücreti yönünden ibra edeceğimizi ve … Bank tarafından TMSF’ye temlik edilen tüm dosyalarımızı iade edeceğimizi, Yukarıda iki paragrafla belirtilen işler için muhatap olabileceğimiz T.M.S.F. elemanının bir an önce büromuza gönderilmesini, TMSF’nin hantal yapısından (28.08.2003 tarihli yazımıza verdiğiniz cevap tarihi dahi 31.12.2003’tür) kaynaklanan sorumluluğun T.M.S.F. çalışanlarına ait olacağını cevaben bildiririz” şeklindedir. 4. Davacılardan Y.’nin davalıya gönderdiği 20.01.2004 tarihli ihtarnamede, “… Dosyalarla ilgili bir muhatap ve başarımızı takdir edecek kimsenin bulunmasında çekilen zorluk nedeniyle Av. M.U. ile hukuki hizmetimize son verilerek tarafımıza iadesi konusunun geçen hafta içinde görüşülmekte olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Bu sefer, TMSF’nin yeniden yapılanması cihetine gidildiğinden, bu husus tarafımca dikkate alınarak, mezkur dosyaların ofısimizce takip edileceğini, hukuki hizmetlerin verileceğini ve dosyaların infaz işlemlerinin tamamlanacağını, çalışmalarımızda yeni bir saylanın açılacağı düşünceleriyle saygılar sunarım” denilmiştir. 5. Davalı T.M.S.F tarafından her iki davacıya gönderilen 19.04.2004 tarihli ihtarnamede “… Vekaletname gereğince tüm yükümlülükleriniz devam ederken, Fon aleyhine İzmir Barosu Hakem Heyeti Başkanlığı nezdinde…, 2003/5 E. sayılı dosyasından… Tic. A.Ş.’den kaynaklanan vekalet ücreti talebiniz ile ilgili açmış olduğunuz dava, Avukatlık Yasası’na açıkça aykırılık teşkil ettiğinden ve meslek kurallarıyla bağdaşmadığından vekalet sözleşmesinin haklı ve zorunlu nedenlerle feshedildiğini… vekaletname ile verilen tüm yetkiler yönünden azledildiğinizi vc vekaletten azil ihbarını içeren bu ihtarnamenin tebliği tarihinden itibaren en geç 1 hafta içinde Fon adına takip ettiğiniz sonuçlanmış veya derdest bulunan tüm dava ve/veya takip dosyalarını iade etmeniz gerektiği hususunu ihtaren bildiririz” denilmek suretiyle azil iradesi bildirilmiştir. 6. Davacıların azil ihbarının tebliği üzerine davalıya gönderdikleri 22.04.2004 günlü cevabi ihtarname: “… Açtığımız dava … 10.01.2003 tarihinde ikame edilmiş olup, tarafımıza dava dilekçesi tebliğ edilmiş ve davaya cevap vererek kendinizi vekille tüm yargılama boyunca temsil ettirmiş bulunmaktasınız. Bu durumdan haberdar olduğunuz günlerde azilname göndermeyerek hizmetimizden yararlanmanıza (rapor talep edip, belge gönderip, tahsil ettiğimiz paraları vc rehin açığı belgelerini kabul edip) rağmen şimdi aradan 15 aydan fazla süre geçtikten sonra bu durumu öne sürüp tarafımıza azilname göndermeniz her şeyden önce M.K. md. 2 gereğince hakkın suistimali mahiyetindedir. Kaldı ki azilnamede bildirdiğiniz sebep haklı bir sebep değildir. Sorumlu olduğunuz ücret alacağımızın tahsili için Anayasa md. 36 ile teminat altına alınmış hak arama hürriyetimizi kullanarak ücret alacağımızın tahsili için aleyhinize yasal yollara başvurulmuştur. Bu nedenle, bildirdiğiniz ve bağlı olduğunuz azil sebebiniz haksızdır. Bu nedenle Avukatlık Kanunu md. 174 ve 164 hükümleri gereğince yukarıda belirttiğimiz takip tutarları üzerinden emeğimiz ve takiplerin ulaştığı safha da nazara alınarak hak ettiğimiz vekalet ücretimizin işbu ihtarımızın tarafınıza tebliğinden itibaren 10 gün içerisinde tarafımıza ödemeniz… ihtar ve ihbar ederiz…” şeklindedir. Azil bildirimine, bildirilen azil sebebine, savunmanın genişletilmesi olgusuna ve bu yönlerden varılan sonuca yönelik açıklamalar: Davalı tarafından davacılara gönderilen ve metninin bir bölümü yukarıya aynen alınmış olan 19.04.2004 tarihli ihtarnamede azil sebebi olarak, sadece davacıların daha önce davalı ve dava dışı… Bank hakkında vekalet ücretinin tahsili istemiyle açtıkları davanın gösterildiği, başkaca bir azil sebebinin bildirilmediği; söz konusu davanın Avukatlık Kanunu’na meslek kurallarına aykırı olduğunun ileri sürüldüğü açıkça görülmektedir. Hemen belirtilmelidir ki; ödenmeyen avukatlık ücretinin tahsili istemiyle avukat tarafından müvekkil aleyhine dava açılması, Anayasa’da düzenlenip güvence altına alınmış olan hak arama özgürlüğünün kullanılmasından ibaret bir davranıştır. Ancak, yukarıda değinildiği gibi, Avukatlık Kanunu’nun o tarihte yürürlükte bulunan hükmüne uygun olarak davayı gören… Barosu Hakem Kurulu, davalı T.M.S.F. hakkındaki davanın husumet yönünden reddine karar vermiştir. Bu karar, davacıların anılan davayı açarken gerekli özeni göstermediklerini, kendisine husumet düşmediği halde, müvekkilleri olan… Bank’ın yanında davalıyı da hasım göstermek suretiyle; davalıyı hasım olmaması gereken bir davada vekillerine karşı kendisini savunmak durumunda bıraktıklarını ortaya koymaktadır. Davalı kurum, bu durumu davacılara yönelik güven duygusunu daha o aşamada sarsıcı bir nitelikte görerek, azil sebebi olarak ihtarnamesinde yer vermiştir. Davacılar vekili, dava dilekçesinde, davalının anılan ihtarnamede bildirilen azil sebebiyle bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Davalı vekili, esasa cevap süresi içerisinde verdiği 12.10.2004 tarihli cevap dilekçesinde, davacıların vekalet ücreti talebi ile davalıya karşı dava açtıklarını, bunun Avukatlık Kanunu’na açıkça aykırılık teşkil etmesi ve meslek kurallarıyla bağdaşmaması nedeniyle 19.04.2004 tarihinde vekaletten azledildiklerini bildirmiş; ayrıca, cevap süresinin duruşma gününe kadar uzatılmasını istemiştir. Mahkemece bu istek hakkında olumlu veya olumsuz herhangi bir karar verilmemiş; dolayısıyla, davalı vekilinin cevap süresinin uzatılması istemi zımnen reddedilmiştir.

Buna rağmen, davalı vekili sonradan 17.11.2004 tarihinde verdiği ve yine “davaya cevap dilekçesi” olarak adlandırdığı dilekçesinde, daha önceki 12.10.2004 tarihli dilekçede yer alan davacıların azline ilişkin açıklamasını tekrarladıktan sonra, “…Dosyaya sunulmuş olan belgelerden de görüleceği üzere davacılar ile vekil müvekkil ilişkisi vekillerin tavırları ve eylemleri nedeniyle güvene dayalı bir ilişki olmaktan çıkmıştır. Davacılar sürekli kurumu karalayan, eleştiren beyan ve davranışlar içerisine girmişlerdir. Bunun en somut örneği 09.01.2004 tarihli Av. M.U. tarafından kuruma hitaben yazılan yazıdır. Yine davacıların kendi takiplerinde bulunan… dosyalarına ilişkin rapor gönderilmesi talebine karşılık olarak tüm bu dosyaların kendilerinden alınabileceğini bu dosyalarla ilgili hiçbir işlem yapmadıklarını, bu dosyaların kendilerine bir angarya haline geldiğini, bu dosyalar kendilerinden alınırsa hiçbir ücret talepleri olmayacağını 10.10.2003 tarihli yazılarında ifade etmişlerdir. Davacılar yine bu yazılarında T.M.S.F. ile aralarında bir ücret sözleşmesi bulunmadığını, sadece… Bank ile aralarındaki ücret sözleşmesi olduğunu ve bu sözleşme uyarınca ancak tahsilat halinde kendilerine ücreti vekalet ödendiğini, başkaca bir ücret ödenmesinin söz konusu olmadığını açıkça ifade etmişlerdir. Davacılar fon aleyhine… vekalet ücreti talebi ile ilgili açmış olduğu davanın Avukatlık Kanunu’na açıkça aykırılık teşkil etmesi nedeniyle ve meslek kurallarıyla bağdaşmadığından… bu vekaletten azledilmiştir. Bu durum vekil müvekkil ilişkisi içerisinde olabilecek bir durum değildir. Davacılar artık bu dosyalardan olan alacaklarını… Bank’tan tamamen almış oldukları için artık bu dosyaların kendileri için bir angarya olduğunu açıkça ifade etmişler ve bu dosyalardan kurtulmak, hem de TMSF’den de tekrar bir ücreti vekalet alabiliriz düşüncesiyle bu davayı açmışlardır…” şeklindeki savunmayla davanın reddini istemiş; daha sonraki 10.12.2004 tarihli dilekçesinde ise, yukarıdaki dilekçe içeriklerini aynen tekrarladıktan sonra, davacıların avans kullanımı hakkındaki yönergeye aykırı davrandıklarını, 05.03.2002 tarihinde kullanılan 243.000.000.-TL tutarındaki avansı 02.03.2004 tarihinde kapattıklarını ileri sürmüştür. HUMK’un 202. maddesine göre, davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle birlikte bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra, savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen defiler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya “savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan bu yasağın istisnaları da aynı maddede gösterilmiştir. Bunlar; davacının muvafakati, ıslah ve müddeabihin temlikidir. Davalı vekilinin, esasa cevap süresinin uzatılmasına ilişkin 12.10.2004 tarihli cevap dilekçesindeki isteminin mahkemece zımnen reddedilmiş olması karşısında, esasa cevap süresinin geçmesinden sonra verdiği 17.11.2004 ve 10.12.2004 tarihli dilekçelerinde, 12.10.2004 tarihli cevap dilekçesinde yer almayan başka azil sebepleri bildirmesinin, yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde savunmanın genişletilmesi niteliğinde olduğu açıktır. Somut olayda, savunmanın genişletilmesi yasağının istisnaları olarak yukarıda değinilen ıslah ve müddeabihin temliki söz konusu değildir. Bu durumda, davalı tarafın davaya cevap dilekçesinde bildirdiği savunmasını sonradan genişletebilmesi, ancak davacı tarafın buna muvafakatiyle mümkündür.

Belirtilmelidir ki; HUMK’un 202/2. maddesinde savunmanın genişletilmesi yasağının istisnalarından biri olarak gösterilen muvafakat açık veya zımni olabilir. Bir davada, davalı tarafın cevap dilekçesinde bildirdiği savunmayı sonradan genişletmesi üzerine, davacı taraf buna hemen itiraz etmez; başka bir ifadeyle, savunmanın genişletilmesine muvafakati bulunmadığını hemen bildirmez, özellikle de genişletilen savunmaya yönelik cevaplar verir ise, savunmanın genişletilmesine zımnen muvafakat etmiş sayılır. Davacı tarafın, savunmanın genişletilmesine muvafakat etmediğine dair beyanını bildirmesi (bu yönde itirazda bulunması), genişletmenin gerçekleştiği aşamaya göre, daima belirli bir zaman dilimine tabidir. Somut olaydaki gibi, savunmanın bir dilekçeyle genişletildiği hallerde, davacı taraf buna muvafakati olmadığını en geç dilekçenin kendisine tebliğini izleyen oturumda bildirmek zorundadır. Aksi takdirde, savunmanın genişletilmesine zımnen muvafakat etmiş sayılır. Davacı tarafın zımni muvafakati, davalı taraf yararına, davanın genişletilen savunma çerçevesinde seyri (genişletilen savunmanın mahkemece dikkate alınması) şeklinde bir usuli kazanılmış hak doğurur; davacı taraf savunmanın genişletilmesine yargılamanın sonraki aşamalarında itiraz ederek, davalı yararına oluşan bu usuli kazanılmış hakkı ortadan kaldıramaz (Gerek bu konuda geniş bilgi için ve gerekse yukarıdaki bir kısım açıklamalara referans olarak, bkz: Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri usulü, 6. Bası, Demir Yayınevi, İstanbul 2001, s. 1801 ve devamı). Bu açıklamalar çerçevesinde, somut olay yönünden şu saptamalar yapılabilmektedir: Davalı vekilinin savunmanın genişletilmesi mahiyetindeki 17.11.2004 günlü dilekçesinden sonraki 18.11.2004 günlü oturumda bizzat hazır bulunan davacılardan Av. M.U., davalı tarafın savunmayı genişlettiğine ve buna muvafakati bulunmadığına dair bir beyanda bulunmamıştır. Davacılar vekilinin 25.11.2004 günlü cevaba cevap dilekçesinde de, yine davalı tarafça azil gerekçesiyle ilgili olarak yeni sebepler ileri sürülmesinin savunmanın genişletilmesi niteliğinde olduğu ve buna davacı taraf olarak muvafakatlerinin bulunmadığı şeklinde bir beyan yer almamıştır.

Davacı vekilinin 25.11.2004 günlü dilekçesinde, bu konuyla ilgili beyanı, aynen “… Davalı yan ihtarnamesinde belirttiği azil sebebi ile bağlıdır. Bağlı olduğu azil gerekçesini artık değiştiremez. Bu nedenle, cevap dilekçesinde belirtilen ‘zaten davacılar kurumu eleştiriyordu’ gibi azil sebebi olarak gösterilmeyen ilgisiz savunmalara cevap verme gereği duymuyoruz…” şeklindedir. Söz konusu ifadeler, açıkça ve sadece, azil ihtarında bildirilmeyen sebeplerin sonradan ileri sürülemeyeceğine ilişkin ve bu içerikle sınırlı bir itirazı içermektedir. Başka bir ifadeyle, söz konusu ibarelere göre davacılar vekilinin beyanı, Usul Hukuku’na ilişkin bir müessese olan savunmanın genişletilmesi yasağına aykırı davranışta bulunulduğu yönündeki bir itirazı değil; tersine, maddi hukukun kapsamında bulunan ve aşağıda değinilen “vekalet ilişkisinde, müvekkilin, azil ihtarında belirttiği azil sebebiyle bağlı olup olmadığı” konusuna ilişkin bir itirazı ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, davacı tarafın yukarıda belirtilen hukuksal çerçeveye uygun şekilde savunmanın genişletilmesine yönelik bir itirazının varlığından söz edilemez. Bu durumda davacı tarafın, savunmanın genişletilmesine zımnen muvafakat ettiğinin; bu zımni muvafakatin, davalı taraf yönünden genişletilen savunmanın mahkemece dikkate alınmasını zorunlu kılan bir usuli kazanılmış hak doğurduğu, yargılamanın daha sonraki aşamalarında davacı tarafça bu yönde bir itirazın ileri sürülmüş olmasının bu hakkı ortadan kaldıramayacağı kabul edilmelidir. Bunun sonucu olarak da, uyuşmazlı¬ğın çözümünde davalı vekilinin genişletilmiş savunmasının içeriği dikkate alınmalı; yani, azlin haklı nedenlere dayandığı yönündeki genişletilmiş savunmanın dayandırıldığı maddi olgular, vekalet sözleşmesinin hukuksal niteliğiyle birlikte değerlendirilmek suretiyle, dava konusu uyuşmazlık hakkında bir çözüme varılmalıdır. Yerel mahkemenin direnme kararında yer alan aksi yöndeki kabulde bu nedenle isabet görülmemiştir. Vekalet sözleşmesinin hukuksal niteliğine, vekaletten azle ve azil sebeplerine ilişkin genel açıklamalar: Davacılar ile davalı arasında avukatlık ücret sözleşmesi bulunmamaktadır. Ne var ki; davalı tarafından davacılara 30.01.2002 günlü olarak vekaletnamenin verilmesiyle birlikte, taraflar arasında hukuken geçerli bir vekalet ilişkisinin kurulmuş olduğu, ücret sözleşmesi bulunmamasının bu sonucu etkilemeyeceği açık ve çekişmesizdir. Borçlar Kanunu’nun 390. maddesine göre, vekilin sorumluluğu umumi surette işçinin sorumluluğuna ait hükümlere tabi olup; vekil, vekalet görevini iyi bir surette ifa ile yükümlüdür. Bu hükümdeki “iyi bir suretle ifa” söz dizininin, mehaz İsviçre Borçlar Kanunu’nun 398/2. maddesindeki ifadeye uygun olarak “sadakat ve özen ile ifa” şeklinde anlaşılması gerekir. Buna göre, vekil, vekalet, görevini ifa ederken müvekkiline sadakat (bağlılık) göstermekle ve vekaletin konusunu oluşturan işi özenle yapmakla yükümlüdür. Vekalet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekalet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekalet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekalet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesinde, “Vekaletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiştir. Aynı ilkenin gereği olarak; istifa ve azil hakkından önceden feragat edilemez; dolaylı şekilde feragati tazammun eden anlaşmalar dahi geçersizdir. “Karşılıklı güven” kavramının, her iki tarafın vekalet sözleşmesi çerçevesinde gerçekleşen ilişkilerinde “karşılıklı saygı” unsurunun varlığını evleviyetle içereceği ve gerektireceği açıktır.

Olaya vekil yönünden bakıldığında yapılması gereken saptama şudur: Borçlar Kanunu’nun 390/1. maddesi gereğince genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin hükümlere tabi bulunan vekil, hukukun belirlediği bu statüsünün gereği olarak, müvekkili ile ilişkilerinde, hem bu ilişkinin hukuksal niteliğine ve doğasına uygun bir saygının kendisine gösterilmesini müvekkilinden isteme hakkına sahip ve hem de asgari olarak aynı düzeyde bir saygıyı ona göstermekle yükümlüdür. Müvekkil; bu yükümlülüğüne uygun davranmayan, objektif olarak kendisinden beklenen saygıyı göstermeyen vekiline yönelik güvenini sürdürmeye zorlanamaz. Bu genel açıklamalar çerçevesinde somut olaya dönüldüğünde: Davalı taraf, davacılardan Av. M.U.’nun 05.03.2002 tarihinde aldığı avansı 02.03.2004 tarihinde kapattığını, böylece, avans kullanımına ilişkin yönerge hükümlerine aykırı davrandığını; avansın kapatılması istenildiğinde de Daire Başkan Yardımcısı V.B.’ye nezaket kurallarını aşan ifadelerle dolu 09.01.2004 tarihli yazıyı gönderdiğini bildirmiş ve azlin haklı bulunduğu yönündeki savunmasını bu yazıya da dayandırmıştır.

Gerçekten de, anılan 09.01.2004 tarihli yazıdaki “V.B., nasıl bir kişiliğin olduğunu ve kurumunuzda çalışan avukatlarla saygı ilişkinin ne olduğunu bilmiyorum. Ama kendisine saygısı olan bir avukata 08.01.2004 tarihli dilekçedeki üslubu kullanamazsın. Daha saygılı olman gerektiğini hatırlatarak T.M.S.F. ile aramızda vekalet sözleşmesi ve avans yönergesi olmadığını, 243.000.000.- TL tutarındaki avansın hangi tarihte hangi işle ilgili olarak tarafımıza ödendiğine ilişkin bir bilgi ve belgenin öncelikle tarafımıza sunulması gerektiğini, bu belge veya bilgi iletildiğinde gider belgesinin arşivimizden bulunarak yeniden (muhtemelen önceden gönderdiğimiz belgeyi kaybetmişsinizdir) ibraz edeceğimizi, seni değil, temsil ettiğin kurumu muhatap alarak bildiriyorum… TMSF’nin hantal yapısından… kaynaklanan sorumluluğun TMSF. çalışanlarına ait olacağını cevaben bildiririz” şeklindeki ifadelerin ve ayrıca, aynı davacının bu yazıdan daha önce; bazı takip dosyalarına ilişkin raporların gönderilmesi istemini içeren 08.10.2003 günlü davalı yazısına cevaben gönderdiği yazıda yer alan “…Bu dosyalarda para edecek başkaca malvarlığı olmadığını, bir angarya olarak bu dosyaların büromuzda kaldığını,… eğer istiyorsanız tüm bu dosyalan büromuzdan alabileceğinizi, TMSF’den vekalet ücreti alacağımızın olmayacağını… dosyaları büromuzdan geri almayacaksanız mümkün olduğunca az yazışmaya gayret etmenizi önemle rica ederim…” Sözlerinin; vekalet ilişkisinde vekil-müvekkil arasında bulunması gereken ilişkinin genel çerçevesine ve bu çerçevede vekilin yükümlülüklerine ilişkin olup yukarıda kısaca değinilen ilkelere, özellikle de karşılıklı saygı esasına açık bir aykırılık oluşturdukları; dolayısıyla, davalının anılan davacıya yönelik güven duygusunun önemli ölçüde sarsılmasına neden olacak bir nitelik taşıdıkları benimsenmiştir. Bu benimsemenin gereği olarak da, davalı tarafın genişletilen savunmasında azle gerekçe gösterilen sebeplerin haldi bulunduğu, ortada, davacılardan Av. M.U. yönünden haklı bir azlin mevcut olduğu kabul edilmiştir. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki; bir kamu kurumu olan davalının herhangi bir konuda karar almasının veya karşılaştığı bir sorunla ilgili tutum belirlemesinin, kendisine ilişkin mevzuat çerçevesinde belirli bir prosedüre tabi olarak, bazı iç mekanizmaların harekete geçmesini gerektireceği, bu sürecin tamamlanmasının da mutlak surette belli bir zamana ihtiyaç göstereceği çok açıktır. Bu durumda, azil nedeni olarak kabul edilen yazılar ile azil bildiriminin tarihi arasında belirli bir sürenin bulunması doğaldır. Somut olayda, Av. M.U.’ya yöneltilen azil iradesi ile bu davacının yukarıda değinilen yazılan arasındaki sürenin makul bulunduğu; başka bir ifadeyle, azil iradesinin onun gerekçesini oluşturan olguların gerçekleşmesini izleyen makul bir süre içerisinde bildirildiği kabul edilmelidir. Davalı tarafından davacı Av. M.U.’ya gönderilen ve bu davacının 08.10.2003, 09.01.2004 günlü cevabi yazılarının dayanağını oluşturan 08.10.2003 ve 09.01.2004 günlü yazıların, karşılıklı saygı esasına aykırı bir içerik ve üslup taşımadıklarının vurgulanmasında da yarar görülmüştür. Diğer davacı Av. Y.U. yönünden durum değerlendirildiğinde: Yukarıda değinilen ve davacılardan M.U. bakımından ortada haklı bir azil bulunduğunun kabulünü gerektiren yazılar, sadece anılan davacının imzasını taşımakta; diğer davacı Av. Y.U.’nun bu yazılarda imzası bulunmamaktadır. Dolayısıyla, davacı Av. M.U.’nun vekillikten haklı nedenlerle azledildiği yönündeki kabulün gerekçesini oluşturan yazıların, diğer davacı Av. Y.U. ile bir ilgisi yoktur. Dahası, bu davacının davalıya 20.01.2004 tarihli ihtarnameyi göndererek vekalet görevine devam etme yönündeki iradesini bildirmiş olduğu da anlaşılmaktadır. Ancak, davacı Av. Y.U.’nun diğer davacı M.U.’nun babası olduğu, her ne kadar ortada Avukatlık Kanunu’nun 44/B maddesi anlamında, tüzel kişiliğe sahip “Avukatlık Ortaklığı” mevcut değil ise de, her ikisinin aynı hukuk bürosunu paylaştıkları, yukarıda sözü edilen yazılar da dahil olmak üzere, dilekçe ve yazışmalarda bu büronun antetli kağıtlarının kullanıldığı, antetlerde her iki davacının isimlerinin birlikte yer aldığı, 30.01.2002 günlü vekaletnamenin de davalı tarafından her iki davacı için birlikte verilmiş olduğu gözetildiğinde ve ayrıca Av. Y.U.’nun davalıya gönderdiği 20.01.2004 tarihli ihtarnamede yer verilen… Av. M.U. ile hukuki hizmetimize son verilerek tarafımıza iadesi konusunun geçen hafta içinde görüşülmekte olduğunu öğrenmiş bulunuyorum…” şeklindeki ifade gözden kaçırılmayarak, anılan ihtarname bu çerçevede değerlendirildiğinde; davacı Av. M.U. tarafından davalıya gönderilen yazıların, diğer davacı Av. Y.U.’nun bilgisi tahtında oldukları, bunların yazılmasına ve davalıya gönderilmesine onun tarafından da icazet verildiği kabul edilmelidir. Gerek bu yön ve gerekse davacı Av. M.U. bakımından haklı nedenlerle kaybolduğu benimsenen güven duygusunun, diğer davacı Av. Y.U. bakımından da geçerliliğinin kabulüne ve davalıdan bunun doğru olduğunun beklenmesine olanak bulunmadığı gözetildiğinde, Av. Y.U.’nun vekillikten azlinin de haklı nedenlere dayalı olduğunun kabulü gerekir. Bu noktada, “vekaletten azil” hakkında şu genel açıklamaların ayrıca yapılmasında yarar görülmüştür: Yukarıda da belirtildiği üzere, Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesine göre, müvekkilin vekilini azletmesi veya vekilin vekillikten istifa etmesi her zaman caizdir. Bu hükme göre, vekalet sözleşmesi, her iki tarafça da belirli bir neden gösterilmesine gerek olmaksızın, tek taraflı bir irade beyanıyla her zaman ortadan kaldırılabilir. Söz konusu irade beyanı, karşı tarafa ulaşmakla, geleceğe yönelik olarak hükümlerini hemen doğurur. Hizmet sözleşmesinden farklı olarak, vekalet sözleşmesinde bu hakkın kullanılması, haklı bir nedene dayanmak zorunda olmadığı gibi, bir süreyle sınırlı da değildir. Borçlar Kanunu’nun azil veya istifa konusundaki bir irade bildirimine bağladığı tek sonuç, azil veya istifanın münasip olmayan bir zamanda gerçekleşmiş olması halinde, diğer tarafın bundan dolayı uğradığı zararı tazmin yükümlülüğüdür (md. 396/2). Ancak, aşağıda değinileceği üzere, Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi, davaya vekalette azil veya istifaya bunların haklı nedenlere dayalı olup olmamasına göre değişen farklı sonuçlar bağlamaktadır. Gelinen bu noktada cevaplandırılması gereken soru ve uyuşmazlığın üzerinde toplandığı yön; müvekkilin azil iradesini bildirirken, azil sebeplerini de tümüyle belirtmek zorunda olup olmadığı; somut olaydaki gibi, sonradan bir davanın konusu haline geldiği takdirde, azil ihtarında belirtmediği başka sebepleri, o dava içerisinde ayrıca ileri sürüp süremeyeceğidir. Görülmekte olan dava yönünden, sorun şu şekilde somuta indirgenebilir: Davalı, azle ilişkin 19.04.2004 günlü ihtarnamede belirttiği azil sebebiyle bağlı mıdır, yoksa o sebeple bağlı olmaksızın, hakkında açılmış olan bu davada başkaca azil sebepleri ileri sürebilir mi? Hemen belirtilmelidir ki, gerek Borçlar Kanunu’nda ve gerekse Avukatlık Kanunu’nda bu konuda herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Sorunun öğretide vc Yargıtay kararlarında da ayrıntılı şekilde işlenip değerlendirilmediği; başka bir ifadeyle, konuya ilişkin bilimsel görüşlerde netlik ve yargısal uygulamalarda tam bir kararlılık bulunmadığı görülmektedir. Bununla birlikte, özel dairenin davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin reddine ilişkin metni yukarıda bulunan ilamında tarih ve sayıları belirtilen Yargıtay 4. ve 13. Hukuk Daireleri’ne ait kararların içerik ve gerekçelerinden hareketle, Yargıtay dairelerinin yakın tarihlerdeki kararlarında, müvekkilin azil iradesini vekiline bildirirken gösterdiği azil sebepleriyle bağlı bulunmadığı yönünde bir benimsemenin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Anayasa’nın 36. maddesine göre, herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak süreriyle, yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir. Bir hakkın içerik ve çerçevesini düzenlemek, onun kullanılmasının tabi bulunduğu hukuki sınırları göstermek, kanun koyucunun yetkisindedir. Dolayısıyla, herhangi bir hakkı düzenleyen kanunda ve eğer varsa, onunla ilgili düzenlemeler taşıyan diğer kanunlarda açık sınırlamalar mevcut olmadıkça, kanun hükümleri, o hakkın kullanılmasını kısıtlayacak veya kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak şekilde bir yoruma tabi tutulamaz. Çünkü, aslolan, kanunda sınırlamayı öngören açık bir hüküm bulunmadıkça, maddi hukukun tanıdığı bir hakkın, o hakkın sahibince tam olarak hakkın gerektirdiği çerçeve içerisinde, hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın kullanılmasıdır. Öte yandan, gerek bir hakkını dava konusu yapan ve gerekse, aleyhine açılan davadaki savunmasını bir hakka dayandıran tarafa, iddiasını ve savunmasını. Usul Hukuku kurallarının elverdiği en geniş ölçüde ortaya koyma vc kanıtlama olanağının tanınması da, Hukuk Devleti ilkesinin gereğidir. Aksi yöndeki bir düşüncenin, davalının savunma hakkının daha başlangıçta kısıtlanmasına neden olması, olguların ortaya konulup tartışılmasını imkan¬sız hale getirmesi kaçınılmazdır. Tekrar vurgulanmalıdır ki; vekalet sözleşmesine ilişkin genel düzenlemeleri içeren Borçlar Kanunu’nun 386. ve sonraki maddelerinde, müvekkilin azil iradesini bildirirken azil sebeplerini de aynı anda ve bütünüyle bildirmekle yükümlü olduğu yönünde herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Tersine, konuyla ilgili yegane düzenlemeyi içeren 396/1. maddede, vekaletten azlin ve vekillikten istifanın her zaman caiz olduğu belirtilmiş; azil iradesinin bildirimi gerek azil sebepleri ve gerekse zaman itibariyle hiçbir sınırlandırmaya tabi tutulmamıştır. Maddenin 2. fıkrasındaki; azil ve istifanın münasip olmayan bir zamanda gerçekleşmesi halinde, bundan dolayı karşı tarafın uğradığı zararın tazmin yükümlülüğüne ilişkin hüküm ise, azil ve istifayı herhangi bir yönden sınırlandırıp kısıtlayan değil; tersine, bu hakkın kullanılmasına ilişkin serbestiyi teyit eden ve sadece (münasip olmayan bir zamanda gerçekleştiği takdirde) bunun olası sonuçlarını düzenleyen bir içeriktedir. Özetle; müvekkilin azil bildiriminde gösterdiği sebeple bağlı bulunduğu, sonradan başka sebepler ileri süremeyeceği yönündeki görüşün, Borçlar Kanunu bakımından herhangi bir dayanağı mevcut olmadığı gibi; Usul Hukuku yönünden de kabulü mümkün değildir. Davacıların avukat olmaları ve taraflar arasındaki vekalet ilişkisinin davacıların bu sıfatlarından dolayı kurulmuş bulunması nedeniyle, somut uyuşmazlık bakımından “özel kanun” niteliği taşıyan Avukatlık Kanunu da, bu yönde herhangi bir özel hüküm içermemektedir. O halde somut olayda, davalı tarafın, azil iradesinin bildirimine ilişkin ihtarnamesinde açıkladığı azil sebebiyle bağlı bulunmadığı, görülmekte olan davada yeni ve başkaca azil sebeplerini bildirebileceği, azlin haklı olduğu yönündeki savunmasını da bu sebeplere dayandırabileceği kabul edilmelidir. Aksinin kabulü, Anayasa’da düzenlenip güvence altına alınmış olan savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğuracaktır. Esasen bu yorum tarzı; vekalet sözleşmesinin hukuksal niteliğine, özellikle dc yukarıda belirtilen ve vekalet ilişkisinin kurulmasının adeta ön koşulunu oluşturan “karşılıklı güven” unsuruna, dahası, bu unsurla yakın bir ilgisi bulunan; kanunda açıkça düzenlenmemekle birlikte öğretide ve yargısal uygulamalarda vekilin borçlarından biri olarak kabul edilen ve vekalet ilişkisinin sona ermesinden sonra dahi varlığını devam ettireceği benimsenen “sır saklama yükümlülüğü”ne de uygun bir sonucu ortaya koymakladır. Gerçekten de, her ne kadar somut olayda böylesi bir durum söz konusu değil ise de, yukarıda değinildiği gibi, hizmetle ilgili diğer sözleşmelerin taraflarına oranla çok daha yoğun bir şekilde karşılıklı güven duygusu içerisinde bulundukları için, aralarında hukuken geçerli bir vekalet ilişkisi kurmuş olan tarafların; bu güven duygusu nedeniyle üçüncü kişilerce bilinmesini asla istemeyecekleri birtakım özel hususlar hakkında birbirlerini bilgilendirmiş veya bir tarafın bu nitelikteki bilgilere diğerinin ulaşmasında sakınca görmemiş olması mümkündür. Bu ihtimal, daha çok vekil yönünden gerçekleşebilir; genellikle vekil, müvekkile ilişkin özel bilgilere sahip olur. Ne var ki, müvekkil de vekalet sözleşmesi devam ederken, vekalet ilişkisinin doğasından kaynaklanan nedenlerle, vekiliyle ilgili üçüncü kişilerin sahip olamayacağı özel bilgileri edinmiş ve edindiği bu bilgiler, vekiline yönelik bir güvensizlik duygusu yaratmış olabilir. Müvekkilin, böyle bir durumda kendisi adına işlem yapmasına engel olmak için, vekilini derhal azletmek ihtiyacı duyması kaçınılmazdır. Ancak, müvekkil, kendi çıkarları açısından zorunlu hale gelmedikçe; örneğin, vekil tarafından bir davanın konusu haline getirilmedikçe ve o davada savunma gerekçesi olarak ortaya koymak zorunda kalmadıkça vekilini küçük düşürmemek için veya gerek vekiline ve gerekse kendisine ilişkin başka gerekçelerle, azil sebebini o anda bildirmekten özellikle kaçınarak, sebeplerini gerekirse bilahare bildirmek üzere, salt azil iradesini bildirmekle yetinme yolunu seçmiş veya azil sebepleri hakkında sınırlı bir açıklama yapmış olabilir. Müvekkilin bu davranışının özellikle, vekilinin kişilik haklarının zarar görmesine engel olmak gibi kaygılarla hareket ettiği hallerde herkesi haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken dürüstlük kuralına uymakla yükümlü kılan Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesindeki düzenlemeye uygun bir nitelik taşıyacağında kuşku ve duraksamaya yer olmamalı; dolayısıyla müvekkil, hem ahlaka uygun olan ve hukuk düzenince korunan böylesi bir davranışından dolayı, hukukun başka kuralları nedeniyle sorumluluk altına girmemelidir. Kaldı ki, davacıların avukatlık mesleğini icra etmeleri nedeniyle, somut olayda davaya vekalet söz konusudur. Avukatlık hem bir serbest meslek, hem de bir kamu hizmetidir. Meslekleri gereği, avukatlar yürürlükteki mevzuatı en üst düzeyde bilmekle yükümlüdür. Davacılardan Av. M.U.’nun, davalı kuruma gönderdiği yazılarda yer alan ve yukarıda atıf yapılmış olan bazı söz ve ifadeler ile kullandığı genel üslubun, kendisine yönelik güven duygusunun zedelenmesine neden olacağını, bu yazılarından dolayı vekillikten azledilebileceğini ve muhtemel bir azlin de hukuken haklı nedenlere dayalı bir azil niteliğinde olacağını öngörebileceğinin ve anılan yazıları bu öngörüyle kaleme almış olduğunun; hatta giderek azil bildirimine ilişkin davalı ihtarnamesinde belirtilmeyen, ancak azledilmesini haklı kılan başka nedenlerin mevcut bulunduğunu, daha azil anında çok açık olarak bildiğinin kabulü gerekir. Kamu hizmeti niteliğindeki avukatlık mesleğini icra eden bu davacının; bilgisi dahilindeki haklı azil nedenlerinin, kendisini hukuki yardım almak üzere vekil atamış olan müvekkilinin bu konudaki hukuksal bilgi ya da öngörü eksikliği nedeniyle veya başka nedenlerle azil bildiriminde yer almamış olmasını gerekçe gösterip, haksız azil iddiasına dayalı alacak isteminde bulunması, iyi niyet kurallarına uygun bir davranış sayılamaz ve hukuken korunamaz. Davacı Av. Y.U. da yukarıda açıklandığı gibi, diğer davacı tarafından davalıya gönderilen yazılar bilgisi tahtında kaleme alınmış olduklarından, bunların yazılmasına ve davalıya gönderilmesine onun tarafından da icazet verildiğinden, haksız azil iddiasına dayalı alacak isteminde bulunması iyi niyet kurallarına uygun bir davranış sayılamaz ve hukuken korunamaz. Her iki davacı da yaptıkları eylemlerle davalının güven duygusunu yok etmişler ve haklı azle neden olmuşlardır. Öte yandan; davacıların, avukatlık hizmetlerinin karşılığında, azilden önceki aşamalarda davalıdan belirli bir miktarda avukatlık ücreti almış oldukları da dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Davacılardan Av. M.U.’nun davalı kuruma gönderdiği, yukarıda değinilen yazılarda da, o tarihler itibariyle davalıdan başkaca ücret alacaklarının bulunmadığı ve davalının bu yönden ibra edileceği açıkça ifade edilmiştir. Açıklanan bütün bu olgular ve hukuksal durum karşısında, davacıların haklı nedenlerle azledilmiş olduklarının ve Avukatlık Kanunu’nun 174/2. maddesindeki açık hüküm uyarınca, ücrete hak kazanmadıklarının kabulü zorunludur. Yerel mahkemece; gerekçesi ve sonucu itibariyle aynı yönde bulunan özel daire bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmiş olması usule ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu gerekçelerle bozulmalıdır. Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda yazılı ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’un 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 11.10.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

 

KARŞI OY: Davacılar, aralarında vekalet ilişkisi bulunan davalının bu ilişkiyi azille sonuçlandırdığını, azlin haksız olduğunu ileri sürerek ücret alacağı talebinde bulunmuşlar, mahkemenin isteği yerinde gören kararı, 13. Hukuk Dairesi’nce azlin haklılığı gerekçesi ile bozulmuş, Yüksek Hukuk Genel Kurulu da daire kararını benimsemiştir. Tartışılan azil, davalı Fon tarafından davacılara gönderilen 19.04.2004 tarihli ihtarnamede, yönetim ve denetimi davalıya devredilen bir bankadan ücret alacaklarından bahisle davacıların davalıya karşı dava açılması sebebine dayandırılmıştır. Sözü edilen sebep, dairenin bozma ve karar düzeltme istemi üzerine oluşturulan ret kararında; a) Davacıların, davalı kuruma karşı dava açmalarının, b) Davacılarca davalıdan alman avansın kapatılmamış olmasının, e) Davacılardan M. ile davalı arasıda yapılan yazışmalarda kullanılan icapsız sözlerin de azil sebebi teşkil ettiği gerekçesiyle genişletilerek benimsenmiştir. Oysa, davalı tarafından davacılara bir avans verilmediği dosya kapsamı ile sabittir. Diğer taraftan, bir hakkın elde edilmesi amaçlı açılan davanın haklı bir azil sebebi sayılamayacağı da açıktır. Esasen bu hal Yüksek Dairece de kabul edilmiştir. Yazışmalarda kullanılan sözcüklere gelince; davacılardan Avukat M. davalıya yazdığı bir yazıda, davalı kurumun işleyişinden yakınarak “hantal” olduğunu ifade etmiş; ayrıca, aralarında vekalet ilişkisi kurulmasına karşın ücret sözleşmesinin yapılmadığını belirterek, vekalet ilişkisinin “angarya” haline geldiğini dile getirmiştir. Yüksek Daire ve Hukuk Genel Kurulu özellikle bu ve benzeri ifadelerin azil sebebi sayılması gerektiğini kabul etmiştir. Vekalet ilişkisini düzenleyen Borçlar Kanunu’nun 386 ve takip eden maddeleri ile Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi hükümlerine göre vekil, üstlendiği “işi” vekil edenin talimatı doğrultusunda, iyi bir şekilde yapmakla yükümlü kılınmıştır. Vekil edene sorumluluğu işle sınırlıdır. Eldeki davada, işin yapılmadığına dair bir savunma yoktur. Bu durumda, azlin haklı sebebe dayandığı yolundaki çoğunluk kararına katılmıyorum. 1. Hukuk Daire Başkanı KARŞI OYLAR: Davacılar, davalı kurumun avukatları iken davalı kurumca haksız azledildikleri gerekçesiyle ücreti vekalet alacakları için dava açmış olup, Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca oy çokluğuyla; bu davanın kabulü yolunda verilmiş bulunan yerel mahkeme direnme kararı azlin haklı olduğu ve davanın reddi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur. Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun oy çokluğuyla vermiş olduğu karara aşağıdaki nedenlerle katılmıyoruz. Davalı taraf davacı avukatları azlederken azilnamede; davacıların takip ettikleri başka dava dosyasıyla hak ettikleri vekalet ücreti için aleyhlerine dava açılmasını azil sebebi olarak göstermiş ve azilnamede başka bir sebebe dayanmarmşken, yargılama aşamasında geçerliliği tartışılabilecek başka sebepler de ileri sürmüştür. Davacıların, kendi hakları ile ilgili olarak müvekkilleri aleyhine dava açmaları, hiçbir zaman azil sebebi yapılamaz. Müvekkilin, avukatının haklarının zamanında ve tamamen ödememesi halinde, avukatının onun aleyhine yasal başvurması kadar doğal bir şey yoktur. Davalı kurumun azilnamede göstermediği ancak daha sonra ileri sürdüğü sebeplere gelince; yerleşmiş Yargıtay kararlarında ve öğretide (Baki Kuru, HUMK 2. cilt, 1318 sayfa) kabul edildiğine göre, ancak azil sebebinin azilnamede gösterilmemesi halinde azleden aleyhine açılacak bir davada azleden göstermemiş olduğu azil sebeplerini açıklayabilir. Bozma kararını veren Yüksek Dairenin çoğunlun görüşünde tarih ve numaraları yazılı kararlar, azilnamede azil nedenlerinin hiç gösterilmemiş olması veya genel ifadeler kullanılması ile ilgili olup somut olaya ve çoğunluk görüşüne uygun düşmemektedir. Azilnamede azil sebebinin gösterilmiş olması halinde yeni azil sebeplerine dayanılamaz. Davacı taraf dava açıldıktan sonra davalı tarafça yeni gösterilen azil sebeplerini kabul etmediğini açık şekilde bildirmiştir. Bu bildirim savunmanın genişletilmesine karşı çıkma niteliğindedir. Kaldı ki, dosya içeriğine göre davalı tarafça sonradan ileri sürülen hususlar arasında davacı avukatların azlini gerektirici bir hareketlerine rastlanmamıştır. Ayrıca davacı avukatların vekalet görevleri sırasında yaptıkları iş dolayısıyla özensiz davrandıkları, görevlerini ihmal veya suistimal ettikleri iddia veya kanıtlanmış da değildir. Dairemizin bozma kararındaki karşı görüşlerimizi tekrar etmekteyiz. Özetle davalı kurumun yazışmalarında belirttiği şekilde, davacı avukatlara zimmetlerinde kalan bir avans verdiği kanıtlanamamıştır. Bu hususun haklı bir azil nedeni olarak kabulü mümkün değildir. Davalı kurumla davacı avukatlardan M. arasındaki yazışmalarda, yukarıda açıklandığı üzere bir azil sebebi görülmediği gibi çoğunluğun görüşüne göre bir an için bunların azil sebebi olarak kabul edilmesi halinde, bu azil sebebi kimden sadır olmuşsa ancak onu bağlar. Davacılardan Y., kurumun ayrı bir avukatıdır. Kendisinin bu yazışmalar sırasında davalı kurumun işlerini takip etmeye devam edeceğini bildirmesine rağmen aradan uzun süre geçtikten sonra bu avukatın da aynı nedenlerle azlinin haklı görülmesi doğru kabul edilemez. Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı avukatların azli haklı görülmemiştir. Ancak; bir an için haklı olduğu kabul edilse bile, davacı avukatların azil tarihine yaptıkları işler dolayısıyla sarfettikleri emekleri göz önüne alınıp hak edebilecekleri ücretin tespit edi-lerek en azından buna hükmedilmesi gerekir. Bu sebeple de davanın tamamen reddi gerektiği yolundaki çoğunluk görüşüne de katılmak mümkün değildir. Bu nedenlerle Yüksek Hukuk Genel Kurulu’nun bozma kararma katılmıyor, direnme kararının uygun bulunduğu, dosyanın miktar denetimi için daireye gönderilmesi yolunda karar verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Kadir ÖZBEK Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Üyesi M.A. ESMER Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Üyesi

 

Kaynak Linki : http://hukukitavsiyeler.com/2015/09/avukatin-azli-avukat-ile-muvekkilin-birbirine-karsi-olan-uslubunun-guven-iliskisine-etkisi-hukuk-genel-kurulu-karari/