Vergi işi biraz karışık gelir insana.
O karışıklıkta da, aynen Dağlarca’nın “Deli Kuşun Öttüğü” şiirindeki gibi bir durum çıkar ortaya:

“Vergi dersin, ümük dersin, can dersin
Aldılar mı verdiler mi bel(li) olmaz”

Nedir vergi?
Cevaplar çeşitli:
“Vallahi ben bilmem, muhasebeciler bilir”
“Çok alıyorlar çoook, ne alsan bir de KDV”
“Adalet mi var, adam kaçırıyor da sen ne kadar ödüyorsun denmiyor”
“Bir bardak suda sekiz çeşit vergi mi olur?”
“İndirsinler vergiyi rahat edelim”
“Koyuyorlar vergiyi, dünyanın en pahalı benzinini ödüyoruz”
“Otomobilin neresi lüks, niye yüzde 40 vergi istiyorlar?”
Falan, filan…..

Biraz bilenine sorduğunuzda başlıyor daha tekniğinden saymaya:
“Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, KDV, ÖTV, dolaylı, dolaysız…
Sonra harçlar, rüsumlar ve hatta SSK primleri bile vergidir… Bizde bunlar çok adaletsizdir, tüketimin üzerine yüklenilmiştir, rakıda benzinde çok yüksektir indirilmelidir, denetim zayıf, kaçırana bir şey diyen yok, ikide bir af gibisinden devam ediyor.

 

Yanlış mı bütün bunlar?
Doğru tabii ama üzerine söylenmesi gereken daha başka şeyler de var.
Gelin biz olabildiği kadarıyla hatta biraz da değişik bir bakış açısıyla tanımlamaya çalışalım asıl sıkıntıyı.

Birincisi, tek başına bu ülkede vergilerin ne kadar yüksek olduğu tartışması yanlıştır.
Tartışılacak olan şey vergi oranlarının yüksekliği değil, halkın üzerine binen “net vergi yükü”nün ağırlığıdır.

 

Şimdi iki ülke düşünün:
-Birincisinde vergi oranları çok düşük olsun. Örneğin genel olarak yüzde 15 diyelim. Ama o devlet topladığı bu yüzde 15 verginin sadece yüzde beşi ile halka gerekli olan hizmeti götürüp kalan yüzde 10’unu bir şekilde kullanıyor olsun.
Nedir örneğin; siz vergileri ödüyorsunuz ödemesine de, devlet bununla yol, köprü, hastane yapmayıp bunları birileri yapsın siz de onun müşterisi olun diyor. Sağlığı, eğitimi paralı hale getiriyor.
Siz de bu işlerin “zorunlu müşterisi” haline getiriliyorsunuz.
Bu birinci durum.

-İkincisinde vergi oranları çok yüksek, örneğin yüzde 55 falan. Ama devlet topladığı bu verginin yüzde 50’sini halka hizmet olarak geri döndürüyor. Yani birincisinin yapmadığı her şeyi kendisi yaparak halka hizmet olarak sunuyor. Halk da bu işlerden falan müteahhidin müşterisi olarak değil, parasız ya da çok düşük ücretlerle yararlanıyor.
Üstelik o vergileri toplarken daha çok; kazanandan, servet sahibinden, lüks harcamalardan alıyor; topladığının çoğunu halkın yoksuluna, sağlığına, eğitimine, gidip geleceği yolun-köprünün parasız olmasına harcıyor.
Dolayısıyla birinde 15 verip 5 yararlanırken net vergi yükünüz 10 ise, diğerinde 55 verip 50 yararlanıyorsunuz. Yükünüz sadece 5’tir, yani ilkinin yarısı.
Biliyor musunuz, Norveç’te Gelir Vergisi oranı yüzde 57, KDV yüzde 25’tir. Ama orası insanların en mutlu olduğu ülkelerden biridir.

 

Ne dersiniz?
Vergi oranları düşük de olsa, vergileri toplayıp bu yatırımları, hizmeti müteahhitler yapsın; “Yapsın, işletsin, size satsın” diye işi kimi sermayedarlara devreden ülkede mi; yoksa Vergilerin yüksek olduğu ama pek çok hizmetinin ücretsiz olduğu, memleketin yolundan, köprüsünden ücretsiz geçtiğiniz bir ülkede mi yüksektir “net vergi yükü”nüz?
Yani 15 verip 5 almak mi karlı?
55 verip 50 almak mı?

Tabii ki yüzde sözde düşük vergi alıp işleri müteahhide devredende yüksek, yüksek vergi alan ama bütün bu işleri doğrudan kendisi gören devlette hafiftir.
Çünkü o birincide devletin yapmadığı işi, verilmeyen hizmeti müteahhitten daha pahalıya satın alırsınız. Aldığınızın içinde hem işin maliyeti hem adamın kazancı vardır.
Yani vergiden üç kuruş tasarruf ettim derken mal ya da hizmeti beş kuruşa almak zorunda kalırsınız. Belki maliye politikasının üzerinde tartışılması gereken en önemli inceliklerinden biri de budur.

 

Bir soru soralım:
Diyelim ki piyasadan aldığımız bir bidon içme suyunda yüzde 10 vergi var ve her alışta 9 lirayı su şirketine, 1 lirayı devlete ödüyorsunuz. Bu parayı veremeyen de gidip çeşmeden içiyor çaresiz.

Peki, devlet “su bir halk sağlığı işidir, sadece parası olanların içmesi olmaz, kaynakları ben işleteceğim” deyip piyasada 10 lira olan suyu şişeleyip 5 liraya satsaydı, hatta bu fiyatın içinde 3 lira da vergi bile olsaydı bu iki şıktan hangisi halka daha büyük hizmet olurdu?
-Yüzde 10 vergili ama 10 liraya aldığınız su mu?
-Yüzde 60 vergili ama sonuçta 5 liraya aldığınız su mu?
İkincisi daha ucuz değil mi?

Demek ki halkın ihtiyacı olup devletin “alın siz yapın” dediği bazı işlerde sırtımıza bindirilen “yük” her zaman o vergi ile ölçülmemeli.
Devletin bu işlerde ne kadar devlet baba olduğu, halkın sırtına ne kadar yük yüklediği görülmeli.
Bunun adı şu olur, bu olur ama; İşin içinde “gizli, örtülü” bir vergicilik olup olmadığı araştırılmalı.

Bir soru daha:
Diyelim ki devlet topladığı vergilerle baraj yapmadı da elektrik ihtiyacını karşılayalım diye bazı müteahhitlere HES dediğimiz santrallar yaptırdı ve kendisi üretseydi 5 sente üreteceği elektriği onlardan 10 sente almayı kabul etti ve “haydi yine iyisiniz” deyip size üzerine kar da koymadan HES'ciye ürettirdiği elektrik üzerinden tek kuruş elektrik vergisi almadı…
Yani sıfır vergili elektrik kullanıyorsunuz.

Buna ne dersiniz?
Yaşasın böyle vergisiz elektrik mi? Yoksa Devlet neden bizi 5 sentlik elektriği 10 sente almaya mecbur etti mi?
Sizce bu vergi politikasında ya da vergisizlik gösterisinde devletin kendi vatandaşına yüklediği çok ağır bir “yük” yok mudur? Keşke o elektriği kendisinin üretmesi için gerekli vergiyi toplasaydı da bu iş halka daha ucuza gelseydi daha iyi değil miydi?

*
“Vergi”, devletin kendi kasasına “topladığı” paralar da değildir sadece.
Bazen hiç vergi toplamadan da aynı vergi yüklenir halkın sırtına.
Diyelim ki devletsiniz, topladığınız vergiler “icraat”ınıza yetmiyor ama bu arada yapmanız gereken bir yatırım, örneğin 3 milyar dolarlık karayolu işi var önünüzde.
Ne yaparsınız?

-Birinci yol, bazı vergileri arttırarak halktan bu parayı toplarsınız ama vergileri arttırdığınızı görenler tepki gösterir ve siyaseten zor durumda kalırsınız diye düşünüyorsunuz.
-İkinci yol, vergileri arttırıp yıpranmak yerine bu işi bir müteahhide verir; Al yap şunu, yatır 3 milyar doları, işlet şu kadar sene ve bu süre içinde al 6 milyarı dersiniz.
Böylece sizin bu çözümünüzle(!) halk 3 milyar dolar vergi vererek gideceği yoldan iki katı olan 6 milyar doları ödeyerek geçmek zorunda kalır.
“Zorunda” derken,
Aslında vergi de, o yoldan ya da köprüden geçmek de bir zorunluluk değil midir?
Bu iki zorunluluğu uygun biçimde gidermek devletin görevi değil mi?

Mecburen geçersiniz o yollardan ve kat kat fazlasıyla ödersiniz o bedeli.

Şimdi düşünelim bakalım:
Bu olayda, devlet: “ben görünüşte vergiyi yani o yolun parasını almamış olayım halktan, benim yerime sen ey müteahhit, kazancını da koy üzerine hepsini bir arada geçiş ücreti olarak al” dediğinde; yoldan geçenlerin her geçişte ödedikleri bilet parasının içinde o -sözüm ona- ödemediğimiz vergi de yok mudur?
Ve bu hesaba göre, devletin topladığı vergilerle yapması gereken ne kadar kamu hizmeti varsa, bunlar yapılmayıp “Yap İşlet”çilere verildiğinde, halkın bu tür hizmetler için fazlasıyla ödediği bilet, ücret gibi bedeller aslında “katmerli” bir vergi ödemesi değil midir?
Bu hesapla düşündüğünüzde bizim vergi yükümüz kaçlara yükselir?

 

İsterseniz örneği biraz karikatürize edip daha da açık hale getirelim mi?
Diyelim ki memleketin birinde biri çıktı devleti yönetmeye ve şirinlik olsun diye “Ben bütün vergileri yüzde 1’e indirdim, ama bütün kamu hizmetlerini de yapsın işletsin diye müteahhitlere verdim, benim yapacağım işleri onlar yapacak siz de kaç paraysa onlara ödeyeceksiniz” dese; kendisi şeklen dünyanın en düşük vergi alan devleti rekorunu kıramaz mı?

Siz böyle bir durumda “ne iyi memleket, ne vergisiz siyaset” mi dersiniz; yoksa “devlet bu işlerden çekilmiş, vatandaşı birilerine “mecburcu” müşteri haline getirmiş, bir de müteahhide para kazandıracağız, yanmışız biz” mi?

*
Toparlayalım:
Ülke yönetimi açısından yani genel olarak düşünüldüğünde, bir ülkede şu ya da bu mal veya hizmet üzerinde kaç türlü vergi olduğu, vergi oranlarının şu ya da bu kadar olduğu tartışmaları, çoğu zaman bir karmaşık ya da karmaşıklaştırılmış yapının sadece bir ucundan tutup değerlendirilmesi anlamına gelir ve sağlıklı sonuç vermez..

Vergi politikası;
-Ülkedeki vergi yükünün kimlerin ve nelerin sırtında olduğuna, kanunlarda kimlerden alınacak denip -denetlenmeyerek- kimlerin kendi keyfine göre ödediğine;

-Vergi sisteminin ne kadar iyi işlediği, tıkanıp her 3-5 senede bir af gerektirip gerektirmediğine,

-Vergi yargısının, haklı olanın hakkını bile 5-6 seneden önce teslim edip edemediğine,

-Vergi denetim kurumlarının ne kadar yetişmiş ve idareden bağımsız, halk ile devlet arasında tarafsız olduğuna,

-Vergi yükünün işçilik/üretim gibi ekonominin gelişmesi, işsizliğin önlenmesi amaçlarına ne kadar uygun olduğuna,

-Vergi yükünün gümrükleri, yolsuzluğu, kayıt dışılığı, sahte ve kaçak üretimi zorlayıp zorlamadığına,

-Vergilerin toplandıktan sonra yerinde kullanılıp kullanılmadığına, israf edilip edilmediğine ve daha pek çok konuya bağlı olarak değerlendirilmelidir.

Gerisi bir bardak suda vergicilik yapmaktır.
Ha, bir bardak su demişken onu da söyleyelim; Bir bardak suda 8 değil 18 çeşit vergi de olsa bu anlattıklarımız doğrultusunda çok bir şey ifade etmez. Siyasetçi bir gün tutup bu vergilerin hepsini tek isim altında toplayıp adına da “su vergisi” derse söyleyecek laf kalmaz.

 

Biliyor musunuz; çeşitliliği eleştirmek bile yanlıştır. Aslında suda ya da başka konularda, vergilerde çok çeşitlilik (vergi yamaları hariç) işin gereğidir ve vergi türleri ne kadar çeşitlendirilmişse ekonomik olaylar da o kadar dantel dantel işlenmiş olur.

Çünkü ekonomik yaşamda ne kadar vergilendirilecek alan varsa her birinin daha iyi kavranabilmesi, adaletli dağıtılabilmesi için yine her birine özgü düzenlemeler yapılması gerekir. Çünkü bir bardak suda bile maliyetine giren vergi; kaynak rüsumu, nakliye, şişeleme vs birbirinden farklıdır.
Hatta üçüncü köprüden geçirilerek taşınan su ile hemen o yakada çıkarılıp satılan suyun maliyetine maliyetine giren vergi bile.
Bunlardan birinde "köprü vergisi(!)" vardır, diğerinde yoktur.