Avukatlığın hem müvekkil ile diyalog kurulması nedeniyle bireysel ilişkiler hem de kamu ile muhatap olunması nedeniyle toplumsal reflekslerle karşılaşılan bir meslek olduğu şüphesiz bir gerçektir. Avukatlığın bu çift yönlü niteliği sebebiyle avukatın esas görevi hakkında çeşitli düşünceler ortaya konmaktadır. Avukatın görevi adalete hizmet etmek midir yoksa ne pahasına olursa olsun müvekkilini aklamak ve haklı çıkarmak mıdır?

Bu sorunun yanıtı bakımından her iki açıklama da ne tam olarak doğrudur ne tam olarak yanlıştır.

Öncelikle, başta 1136 sayılı Avukatlık Kanunu uyarınca birçok kanunda düzenleniş şekliyle avukatlığın kamu hizmeti gördüğü açıktır. Bununla birlikte avukatlığın serbest meslek olduğu da yine aynı düzenlemelerde yer almaktadır. O halde ilk bakışta birbirine zıt görünen bu iki açıklama arasında nasıl bir yorum ile sentez ortaya çıkarılmalıdır?

Kanımızca avukatın müvekkil kavramı gözardı edilerek tanımlanması mümkün olmadığından ve varlık sebebi ortadan kalkacağından kamu hizmeti yönünün değil serbest meslek olması yönünün müvekkil-avukat ilişkisinin belirleyici unsuru olduğunu öncelikli olarak ortaya koymak gerekmektedir. O halde avukat-müvekkil ilişkisini düzenleyen hükümler bu minvalde değerlendirilmelidir. Avukatın adaletin tesisine yönelik yeri de avukat-müvekkil ilişkisine ilişkin bu hükümlere aykırı olmamak kaydıyla yorumlanmalıdır.

Avukatın, bir suçu işlediğini kendisine itiraf ettiği müvekkili ile içinde bulunduğum durum avukatlığıun çift yönlü oluşunun en keskin biçimde karşımıza çıktığı durumdur.

Salt, dar anlamda adaletin sağlanması avukatın esas görevi ise avukat bu durumu mahkemeye bildirmek zorundadır. Ne var ki, usul kanunlarımızda avukatın tanıklıktan çekinebileceği teminatının varlık sebebi sorgulandığında korunmak istenen esas menfaatin müvekkil sırrı olduğu daha kolay anlaşılabilecektir. Peki bu durumda avukat neler yapabilir? İşi sonuna kadar takip edebilir veya sebep bildirmeksizin işten çekilebilir. Her iki durum da avukatın kendi düşünsel yapısı ve değerleriyle ilgilidir. Fakat asla görev bağlamında bir sorumluluk değildir.

Diğer açıdan adaletin geniş anlamda ele alınması durumunda, avukatın işe, suç işlemeden devam etmesi esasen tam olarak adaletin tecelli etmesi uğrunda atılan bir adım olacaktır. Bu durumun daha doğru biçimde değerlendirilebilmesi için ülkemiz erkler ayrılığının ve yargı faaliyeti bakımından suç hukukunun yerinin ve öneminin ele alınması gerektiği kanaatindeyiz.

Öncelikle; anayasamız yasama ve yürütme faaliyetlerini yargı organının denetlemesi üzerine bir temele dayanmaktadır. Bu durumda yargı organının faaliyetlerinin hukuka uygun olup olmayacağının denetlenmesi sorunu karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun çözümü de yargının kendini yargılayarak yapması öngörülmüştür. Bu noktada Avukatlık Kanunu'nun 2. maddesi avukatların bu denetlemenin neresinde olduklarının ortaya konması bakımından önem arz etmektedir:

"Avukatlığın amacı; hukuki münasebetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete ugun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını, her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır.".

O halde avukata, hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamak görevi yüklenmiştir. Avukatın bu görevi ile avukat-müvekkil ilişkisi birlikte değerlendirilebilmesi için suç hukukunun yapısını ele almak gerektiği kanaatindeyiz.

Hukukun üstünlüğünü temel alan devletlerde suç hukuku, ekseriyetle doğrudan kişinin bedensel özgürlüğünü kısıtlayan yaptırımlar öngörmesi nedeniyle diğer hukuk dallarından daha özel usul kurallarına tabi kılınmıştır. Zira, suç hukuku adli hataların en acı biçimde telafisi imkansız zararlara yol açabileceği bir hukuk dalıdır. Bundan başka, insanın salt insan olmakla sahip olduğu bir takım üstün haklarının korunabilmesi, diğer bir deyişle ihlal edilmemesi de suç hukukunun daha özel usul kurallarına bağlanması ile mümkün olabilecektir.

Diğer bir önemli nokta da suç hukukunun, ülkemiz hukuk düzenindeki varlık sebebinin karma yapıda olmasıdır. Suç hukuku birden çok amaç güdebilir. Cezalandırma, mağdurun intikam hırsının tatmin edilmesi, toplum düzeninin sağlanması, devletin varlık sebebinin silikleşmemesi bunlardan birkaçıdır. Diğer hukukun üstünlüğünü benimseyen birçok hukuk düzeni gibi bizim hukuk düzenimiz de bütün bu amaçların dışında rehabilitasyon amacını da benimsemektedir.

Suç hukukunda bilindiği üzere, toplum iddia makamı vasıtasıyla kişiyi suçlamakta; kişi savunmasını gerçekleştirmekte ve iddia ile savunmayı değerlendiren mahkeme karar vermektedir. Tez-antitez-sentez üçlemesi şeklinde gerçekleşen bu yargılama sürecinde, suçlananın yanında olan ve onun haklarını korumak ödevi yüklenen müdafii antitezi öne sürecektir. Diğer yandan, mağdurun haklarını korumak görevi altında olan vekil ise tezi ileri süren iddia makamına yön vermeye çalışacak, gerekirse yeni ve başka tezler ileri sürecektir.  Bu aşamada, gerek vekil gerek müdafii müvekkilleri ile bilgi paylaşımı yaparak bazı gizli, sır niteliğinde, hatta kimi zaman kişinin en yakınlarıyla dahi paylaşamadığı bilgileri öğrenecektir. Yargılamanın sağlıklı ve masumiyet karinesi ihlal edilmeksizin sürdürülebilmesi bakımından bu sırların korunması son derece önemlidir. İşte bu nedenle kanunlarımız bu sırların korunmasını teminat altına alma amacıyla birtakım hükümler ihtiva etmektedir. Örneğin avukatların kanunla öngörülen sır saklama yükümlülüğü bu hükümlerden biridir.

O halde, avukatın usul kuralları başta olmak üzere hukuk kurallarının uygulanmasını sağlamasını, o somut olay bakımından ele almak dar bir bakış açısının ürünüdür. Avukatın salt o hükmü uygulatması ile adaletin objektif anlamda tesisine yönelik görevini yerine getirmiş olacağı aşikardır. Zira esas olan o hükmün, dolayısıyla kanunların kanunkoyucunun belirlediği şekliyle uygulanmasıdır ki bu da kişilere keyfi uygulamalar yapılmasının önüne geçen yegane yoldur.

Sonuç olarak; avukat-müvekkil ilişkisinin niteliğine aykırı olmamak koşuluyla avukatın adalete hizmet etmesi somut olay bakımından maddi gerçeğin ortaya çıkarılması şeklinde değil; fakat hukuk kurallarının yargının muhatabı olan kimselere ve olaylara eşitler arasında eşit olarak uygulanmasını sağlaması suretiyle gerçekleşecektir.