Yargılamaya, katliamın 30. yılında davanın zamanaşımından düşürülmesi tehlikesi baş gösterince son iki duruşmada müdahale ediyorlar. Bu davanın mevcut mevzuata göre zamanaşımına uğrayamayacağını bir kez daha anlatıyorlar. Karar 20 Ekim 2008’de veriliyor. Yargının 16 Mart davasını “zamanaşımı” gerekçesiyle ortadan kaldırdığı gün ilginç bir tesadüfle Ergenekon davası başlamaktadır... Avukat Cem Alptekin, kamuoyuna, “Yargı gerçek gladyo davasını bitirdiği gün çakma gladyo davasına başlamıştır” yorumunu yapıyor...
İsot ailesinin gelmesi davanın seyrini bir anda değiştirir. Önce ailenin en küçük oğlu Mehmet Şakir İsot’la görüşürler. İsot ailesi önceleri çok tedirgindir. O güne kadar çaldıkları tüm kapılar yüzlerine kapanmış; gereğini yapalım diyen çoğu kişiye veya gruba da onlar güvenememişler. Anlattıkları hikâye ise korkunçtur: Mehmet Şakir’in ağabeyi Zülküf İsot katliama katılan ülkücülerden biridir. Hatta abla Remziye Akyol’a göre bombayı atan kişidir. Sürekli evlerine gelip giden polis Mustafa Doğan, Sıddık Polat ve Latif Aktı da bu işin içindedir. Zülküf İsot’un pişmanlığını anlayan örgütün onu, Aktı’ya öldürttüğünü söylerler. Avukatlar bu tanıklıklar ışığında 1992’de suç duyurusunda bulunurlar. Dava ancak 3 yıl sonra 1 Haziran 1995’te açılabilir; çünkü Emniyet, Mustafa Doğan’ın kimliğini bir türlü bildirmez. Bu arada daimi arama yazılarının altında, olay yerinde görevli olup “kaçan faillerin” yakalanmasına engel olduğu iddia edilen ve daha sonra Terörle Mücadele’den sorumlu müdür yardımcısı olan Reşat Altay’ın imzası vardır. Altay taltif edilerek 1. Şube’ye atanmıştır ve 20 yıl gibi uzun bir süre de müdür olarak kalmıştır... Sonrasında Tokat, Antep, Bursa, Kırklareli emniyet müdürlükleri yapmıştır… Altay’ın Susurluk kazasından sonra ortaya çıkan Abdullah Çatlı ile telefon görüşmeleri (ki, Çatlı’nın 16 Mart’ta kullanılan TNT’leri temin ettiği de iddia edilmiştir) ve Hrant Dink’in öldürüldüğü tarihte, cinayetin organize edildiği Trabzon’da emniyet müdürü olması da dikkat çekicidir.
Dava, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Mustafa Doğan ve Latif Aktı hakkında “yedişer kez idam ve 41 kez 20 seneden az olmamak üzere hapis cezası” istemiyle ve yine adiyen adam öldürme iddiasıyla açılır, sürerken de peş peşe ilginç gelişmeler olur. Toplum Polisi Müdür Vekili Murat Naipoğlu’nun, solcu öğrencilerin üzerine 7-8 gün içinde bomba atılacağı istihbaratını gerekli yerlere bildirdiği ve hiçbir önlem alınmadığı görülür... Eylemi yöneteceğine dair adı geçen Özgür Koç’un adı da kayıtlardan silinmiştir. Bu isim de avukatların titiz çalışması sonucunda ortaya çıkartıldı ve ek iddianameyle (olaydan tam 19 yıl sonra) Koç da davaya dahil edilir.
Siyasi bir eylem
Avukatlar alelade bir cinayet davası gibi TCK 450. maddeden açılan davayı “kontrgerilla davasına dönüştürme” gayreti içine girerler. Ellerinde dayanak yapabilecekleri çok önemli bir karar vardır: “Her ne kadar mevcut yargılama sırasında faillere ulaşılmamışsa da..” der Sıkıyönetim Mahkemesi, “bu eylem sıradan bir cinayet eylemi olmayıp gayri muayyen kastla Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlı mukateleye teşvik amacıyla işlenmiş siyasi bir eylemdir.”
Kararın isabetli ve ciddi bir karar olduğuna dikkat çekiyor Alptekin. Ardından da ekliyor: “Bu yargı kararından ve o aşamada toplanan diğer delillerden yola çıkıp bu eylemin TCK’nin 149. maddesi ile yaptırıma bağlanan bir eylem olduğunu, sanıklara bu suçla ilgili ek savunma hakkı verilmesi gerektiğini, ayrıca 1 Mayıs ve Bahçelievler katliamı, Abdi İpekçi cinayeti ve 12 Eylül’de açılan Ankara ana MHP davasının dosyalarıyla fiil ve fail irtibatının olduğunu belirtip celbini talep ettik mahkemeden ve bu taleplerimizi kabul edince davamızın seyri ve niteliği o gün itibarıyla değişmiş oldu.”
Bu dava “bir kilometre taşı” Alptekin’e göre. Çünkü bu dava artık bir “kontrgerilla davası olmuştur”. Türkiye’deki önemli davaların dosyaları da, 16 Mart katliamının delilleri arasındadır artık... Çıkar açıklama yaparlar; bu, benzeri davalara giren meslektaşları için de bir mesajdır.
Delil toplayamaz hale geldik
Dava bir kontrgerilla davasına dönüştükten sonra müdahil avukatların üzerlerindeki baskı dayanılmaz hale gelir. Bu arada Susurluk kazası da olmuştur. Mahkemede sundukları delil nedeniyle haklarında Adalet Bakanlığı’nın izniyle soruşturmalar açılır. Avukat Cem Alptekin sanık sandalyesine oturtulur. Adalet Bakanlığı ise savcılıklara bu tür delillere karşı dikkatli olunması konusunda “talimatlar” gönderir. Avukatlar artık hiçbir delil toplayamaz hale gelirler... Bu arada Susurluk kazasında yeni kanıtlar ortaya dökülür. Katliamda kullanılan TNT’yi sağladığı öne sürülen Abdullah Çatlı başta olmak üzere, Baki Tuğ, Oral Çelik, daha birçok tanınmış ismin de aralarında bulunduğu 20’yi aşkın kişi hakkında yeni delillerle birlikte “16 Mart’ın failleri’ olarak suç duyurusunda bulunurlar savcılığa. Savcılık soruşturma başlatır, ancak 1998 yılında “zamanaşımı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verir.
Çifte standartlı hukuk
Bu kez de, devlet içindeki suç örgütünün kesintisiz faaliyeti açısından zamanaşımı süresinin dolmayacağı savıyla, bu tür eylemlerde zamanaşımı kavramını kamuoyunda ve yargı önünde tartışmaya açarlar: “Zamanaşımı süresi, suç örgütünün varlığı, faaliyetinin sona erdiği güne kadar işlemeye başlamaz. Devlet içindeki suç örgütü olan kontrgerillanın varlığı ve faaliyeti sürdüğü sürece -ki, eldeki tüm kanıtlar bunu göstermektedir- bu örgütün yargılandığı bir davada zamanaşımından da söz edilemez. Mevcut mevzuat da buna izin vermez” derler.
Alptekin; kontrgerilla eylemlerini sıradan, münferit eylemlermiş gibi her birini tek tek ele alıp 450. maddeye sokarak gerçeğe ve adalete uzak duran adalet sisteminin, ancak sol örgütleri yargılanırken kesintisiz suç örgütü faaliyetini yaptırıma bağlayan TCK. 146 ve devamı maddelerin hatırlandığına da dikkat çekiyor.
“Bu kadar çifte standartlı hukuk uygulamasının bizim ülkemizde olduğunu, yargı önünde adalet bu çifte standardı deşifre etmek bir yana kontrgerillanın cinayet ve katliamlarını yargı önünde deşifre etmekten aciz hukukçuların ve hukuk aymazlığının da yine bizim ülkemizde” olduğunu belirten Alptekin, 16 Mart davası gibi davalarda zamanaşımının bitmeyeceğini, çünkü örgütlü eylem olduğunu vurguluyor.
Dava avukatsız sürüyor
16 Mart davası uzun bir dönem avukatsız sürer, bu süre içinde dava da hiçbir gelişme olmaz, duruşmalar hep aynı ara kararların alındığı bir rutine bağlanmıştır artık. Ancak avukatlar davadan ve duruşmaları izlemekten hiç vazgeçmemişlerdir. Ve iki kez müdahale etmek zorunda kalırlar. Bir gün bakarlar ki, Alptekin hakkında son soruşturma kararını veren Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, 16 Mart davasının görüldüğü mahkemenin başkanlığına atanmıştır. Hemen “tarafsızlığına gölge düştüğü” gerekçesiyle reddi hâkim talebinde bulunurlar. Bu talep mahkemece reddedilse de, Başkan Neylan Teke davadan çekilmek zorunda kalır. Bu durumu Alptekin, “Yargının ne ölçüde bağımlı hale geldiğinin kamuoyunca da anlaşılması için bir girişimdi bizimkisi aslında, ama Mahkeme Başkanı da sorumluluktan kurtulmuş oldu bir anlamda” diye değerlendirir.
İkinci müdahalelerini ise Hasan Fehmi Güneş’in tanık olarak İstanbul’da dinlenmesi için yapıyorlar. Ancak hayal kırıklığına uğruyorlar. Eski bakanla ilgili hayat kırıklıklarını Alptekin, “Bir bakan görüşme yapıyor ve görüşmeyi doğruluyor, ama bu bilgileri yargıya da aktarmıyor. Bu bilgileri kendinde tutuyor ve tanıklığına ihtiyaç duyulduğunda hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyor. Üstelik tanıklığına başvuran ve kendisinin de varlığını itiraf ettiği kontrgerilla gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışan avukatlara tepki gösterip sinirleniyor ...” sözleriyle dile getiriyor.
Yargılamaya bir de, katliamın 30. yılında davanın zaman aşımından düşürülmesi tehlikesi baş gösterince son iki duruşmada müdahale ediyorlar. Bu davanın mevcut mevzuata göre zamanaşımına uğrayamayacağını bir kez daha anlatıyorlar. Karar 20 Ekim 2008’de veriliyor. Yargının 16 Mart davasını “zamanaşımı” gerekçesiyle ortadan kaldırdığı gün ilginç bir tesadüfle Ergenekon davası başlamaktadır... Cem Alptekin, kamuoyuna, “Yargı gerçek gladyo davasını bitirdiği gün çakma gladyo davasına başlamıştır” yorumunu yapıyor...
Cumhuriyet