Türkiye’nin son 30 yılına “değişim” kelimesi damgasını vurmuştur. “Değişim” kelimesinin insanlarda heyecan yarattığı bilinen bir gerçekliktir. İnsanlar bu “değişim” kelimesi ile daha “iyi” olacaklarına inanırlar. “Özelleştirmeler, serbest piyasa, sivilleşme, devlet baskısından kurtulmak” gibi söylemlerle, halkı belli aralıklarla bu yenilenme (arınma) psikolojisi içine sokarlar. Kademeli yürüyen bu “değişim” sürecinde, halkın nisbi de olsa elindeki sermayesi “kamusal alan” burjuvazinin işgaline açılmıştır. Bu topyekün emekçilere bir saldırı olmuştur. Emekçiler “değişim” stratejisi ile yürütülen kirli bir savaşın tarafı bile olamadan, “kolektif sermayesi”nden arındırılmıştır. İşgalci Burjuvazi şimdi de “anayasada değişemeyecek hiç bir madde yoktur” diyerek, cumhuriyetin kuruluşunda “uğrunda öleceksiniz” diye emekçilerin önüne koydukları “kutsal”ları da işaret etmiştir. Artık herkesin görmesi gereken bir gerçeklik ortaya çıkmış oldu. O da: anayasalarda her madde değişir ama, değişmeyecek tek bir madde vardır; ”Egemenlik kayıtsız, şartsız egemenlerindir”. Suat Parlar ile 5. bölümde değişmeyen değişimleri konuştuk. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Sömürünün “Kutsal”laşması

TÜSİAD, dinî, etnik ve ideolojik açıdan yansız bir anayasadan söz ediyor. Bu durum kutsal statüko anlamına geliyor. Şu andaki kapitalist statükonun mülkiyet rejimiyle, tekelci piramidiyle, tüm sömürü mekanizmalarıyla, adaletsizliğiyle kutsal kabul edilmesi anlamına geliyor. TÜSİAD kutsal bir anayasa öneriyor. Tıpkı 12 Eylül anayasasının kutsallığı gibi. Bu kutsal öneriyi getirirken de, daha önceki anayasada kutsal kabul edilen 3 maddenin değiştirilebilirliğinden de söz ediyor.  O maddeler zaten fiilen yürürlükten kalkmıştır. Başkent, “milli mücadele”nin başkenti ise eğer, daha 1920'li yıllarda orası milli mücadelenin başkenti olmaktan çıkmıştır zaten. Finans spekülatörlerinin, müteahhitlerin, Yakup Kadri'nin “Ankara” romanında anlattığı, Falih Rıfkı'nın “Çankaya”da anlattıklarının başkenti haline gelmiştir. Orası uzun zamandır “milli mücadele”nin simgesi olma anlamında başkent değildi.

Bir devletin topraklarıyla, milletiyle bölünmez bütünlüğe sahip olabilmesi, ancak, o ülkede farklı ulus stratejilerinin ekonomik, politik anlamda izlenmemesiyle mümkündür. Neo-liberalizmin “iki ulus stratejisi” düşünüldüğünde, Türkiye zaten tekelci sermayenin devleti tarafından bölünmüştür. Bu noktada “düşük yoğunluklu” adıyla formüle edilen bir çatışma gündeme gelmiştir. Bu çatışma çerçevesinde de, vatandaşlık bir işlemsel kategori ve birim olmaktan çıkartılmıştır. Türkiye'de zaten vatandaşlığın molekülü çatlatılmıştır.

Liberal Enternasyonalin Neo-Devşirmeleri

Bu söz konusu olan savaş bir etnik topluluğa karşı verilmemiştir. Tüm Türkiye emekçilerine karşı verilmiştir. Çünkü bu Türkiye'de belli bir birikim rejiminin ve stratejisinin yerleştirilmesi için zorunlu olan bir savaştır. Bu Türkiye'de sermayenin genişlemesinin, büyümesinin garantisi olan bir savaştır. Tıpkı Dersim'de, Şeyh Said olayında olduğu gibi, kapitalizmin ideolojik, politik, hukukî, ekonomik genişlemesinin zorunlu kıldığı süreçlerle bağlantılıdır. Bu anlamdaki kapitalist modernleşme elbette ki yoğun bir şiddet içerecek, elbette ki yok etme, katliam, inkâr süreçleriyle içiçe gelişecektir. “Yeni dünya düzeni”nin yeniliği bu kadardır. “Yeni dünya düzeni”, şiddet anlamında, elbette ki eskisinin devamıdır. Bu anlamda, tek bir etnik topluluğa karşı verilen bir savaş değildir söz konusu olan. Ortadoğu dengesizliğinin sürekli kılınması ve bu dengesizliğin bir kriz biçiminde yönetilebilmesi için zorunlu olan jeo-politik, askerî, stratejik, hukukî, en önemlisi de ekonomik gelişmelerle ve bunların kurumlaşmasıyla bağlantılıdır.

“Kutsal” denilen değerler, Türkiye'de sözü edilen küresel kapitalist güçlerle bütünleşmiş olan tekelci yapının çıkarlarıyla uyumlu davranan silahlı bürokrasi ve onun yan unsurları tarafından ortadan kaldırılmıştır. Etnik temelde yapılmamıştır. Türkiye'de “Türk” denilenlerin devleti hiç bir zaman olmamıştır. Türkiye'de devlet, “devşirmelik” kurumlaşmasıyla kendine kapı arayanlar topluluğunun idaresinde olmuştur. Yurtbilmezler ve yurtsevmezler, herhangi bir toprak bağlılığı, komşuluk bağlılığı, ruhsal bağlılık içerisinde olmamışlardır. Bir kapıya bağlanmışlardır. Şu anda bağlandıkları kapı da, küreselleşmenin yeni kapısı ve yeni düzenidir. “Küresel kapitalizm” adına bu ülkede en kanlı cinayetleri işleyebilmişlerdir. Bunu yaparken de, kendilerine etnik bir çerçeveyi ideolojik maske olarak kullanmışlardır.

Küresel kapitalizmin yeni yerleşme sürecinde, Türkiye'de korkunç ölçeklerde uygulanan şiddet, aslında, ulusal temellendirmeye dayalı bir devlet üzerinden yapılmamıştır. Çünkü Türk ulusunun kendi etnik dinamiklerine dayanarak uluslaşmasına hiç bir zaman müsaade edilmemiştir. Sadece, Türkiye'deki kapitalizmin yerleştirilme süreçlerinde ideolojik bir meşrulaşma aracı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla burada Kürtlerin veya bu bölgedeki diğer halkların Türklere düşman olması için herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Çünkü bu mekanizmalardan bakıldığında, ezilenler bütün bölgenin, bütün Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin emekçileridir. Devletin değişmez ilkeleri olarak formüle edilenler, bizzat bunu formüle edenler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu yurtbilmezlik, işgalci burjuvazinin çıkarları adına hareket eden ve bunlarla organik bir bütünlük içinde, bunların yönetim kurumlarında yer alan silahlı bürokrasinin amentüsü'nü oluşturmuştur. Silah sektörüne akan kaynaklar, finans oligarşisinin semirmesi, devletin aşırı borçluluğu, kamu kaynaklarının yağmalanması süreçlerinde devlet içerisindeki paralel yapılanmaların, paralel Dünya Bankası devletinin tavsiyelerine kulak verilmesi aşikardır. Bunun da üstelik muhafazakârlık, sağcılık, Türk milliyetçiliği adına yapılması, bu değişmezliğin hiç bir anlamının olmadığının göstergesidir.

Tüketmenin Tükenmişliği ve Dilin sömürgeleşmesi

Bir diğer konu da, resmi dil ve anadil meselesi. Türkiye'de misyoner okullarının sürekliliği, 1920'lerden itibaren Osmanlı’da olduğu gibi başka kılıflarda devam ettiği andan itibaren resmi dil maddesi bitmiştir. Bir başka dilde, yani İngilizce ya da Fransızca eğitim verildiği noktada, zaten Türkiye'de bizzat devlet eliyle resmi dil ilga edilmiş demektir. Kaldı ki, İngilizce eğitim veren okulların Türkiye'nin gerçeği haline gelmesi bir yana, üniversiteleri kurulmuştur. Hiç kimse de itiraz etmemiştir. Hangimiz, artık Türkiye'de resmi dil olgusundan söz edebilir? Yasalarının pek çoğunun tercüme olduğunu söylediğimiz bir ulus-devlet yapılanmasından söz ediyoruz. Küresel bir dil olarak İngilizce'nin bütün haşmetiyle genelkurmay başkanlarından, cumhurbaşkanlarına kadar, Türkiye'de neredeyse iş bulmanın, eğitimli bir insan olarak kabul edilmenin, devlet kurumlarına girebilmenin, emniyet ya da ordu içinde yükselebilmenin temeli olduğu bir düzende resmi dilin değişmez prensipler arasında yer aldığını söylemek, insanların zekâsıyla alay etmektir. Değişmez denilen tüm maddeler, Türkiye'de küresel kapitalizmin temel silahı haline gelen, ulus-devlet yapılanması içerisinde ve başta da silahlı bürokrasinin tepe noktaları olmak üzere, diğer kamusal yapılar tarafından ilga edilmiştir. Bu ilga edilme süreci de büyük bir sınıfsal çıkar bilincinin paylaşılmasıdır.

Dışarıdan 40 bin İngilizce öğretmeni ithal ederek eğitimin tümüyle bir zihin sömürgeciliğine teslim edilmesi de ne kadar mesafe alınıldığını göstermiştir. İngilizce üzerinden bir zihin sömürgeciliği, yaşam biçimlerine de şu anda sızmış vaziyettedir. Bayağılaştırılmış Amerikan yaşam tarzı, Türkiye'yi kemirmektedir. Özellikle orta yaş ve yaşlı kuşağın Amerikan yaşam tarzına diziler üzerinden, yeni dil kalıpları üzerinden teslim olması, “muhafazakâr” ve “gelenekçi” denilen toplumun hiç de “muhafazakâr” ve “gelenekçi” olmadığının, uzun zamandır Amerikanlaştığının göstergesidir. Ne yazık ki, Türkiye'de Amerikan imgesinden bir orta kuşak ve yaşlı kuşak yetişmiştir. 40 Bin İngilizce öğretmeninin Türkiye'ye gelecek olması bir kaç küçük cılız ses dışında reddedilmemiştir. Hattâ kabul görmüş bir düşüncedir. Bütün bunlar Türkiye'de zihin sömürgeciliğinin mesafesini göstermektedir. Böyle bir ülkede başkentten, resmi dilin egemenliğinden nasıl söz edilecek? Kaldı ki, bir ülkede dil ancak ve ancak kendi toplumsal, geleneksel, tarihsel içerikleriyle bir bütünlük arz ederse ve bir birikime dayanırsa anlam ifade eder. Türkiye'de dilin toplumsal diyalektiği çözülmüştür. Türkiye'de serbest piyasa ve alış-veriş dilinin ilkelliği dışında bir dil kalmamıştır. Türkçe İngilizleşmiştir. Kürtçe de muhtemelen bu akıbete uğrayacaktır. Hattâ uğramaktadır.

Sosyal Sahtekarlığın Devletleşmesi

Yeni anayasanın temel hükümlerinde bir sosyal devletin olmaması öneriliyor. Bu durum ideoloji bakımından tarafsızlığın bir göstergesi sayılıyor. İdeoloji bakımından anayasa tarafsız olsun demek, hiç bir sosyal kurumlaşma ilkesi, bir sosyal devlet ilkesi yer almasın demektir.

Ekonomik ve sosyal haklar kategorik olarak “yeni anayasa”da asla düzenlenmiyor. Zengin yabancılara koruma getiriliyor. Kültürel haklar anlamında bir antropolojik sınıflandırmaya gidiliyor ve insanlar kimlik kovuklarına mahkum ediliyor. Burjuva özgürlükçülüğü bu anayasanın temeli olarak sunuluyor. Kent-devletine dönüşün temel kurumlaşmaları, ulusüstü  kuruluşlara üyeliğin, neredeyse “yeni anayasa”nın mutlak ve dokunulmaz hükümleri haline

getirilmesiyle iyice netleşiyor. Sermaye enternasyonali henüz dünyada çok yerleşik hale gelmeyen, bir dönem tartışılan ve geri çekilen MAI, MIGA (*) gibi hukuk kaynakları, ilkeler, kurallar, aslında nereye ait olduğu çok net olan egemenlik yetkisinin tümüyle ulusüstü sermayeye devredilmesini güvence altına alıyor. “Hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, ulusüstü yapılanmaların kurallarına göndermeler yapılıyor. Aslında bu anayasa, Dünya Ticaret Örgütü'nden, MAI ve MIGA'ya kadar geniş bir yelpazede yer alan ulusüstü kurum ve kuralların işleyişlerini, hayata geçirilmelerini güvence altına alırken, birey üzerinden (yani şirket üzerinden) dokunulmazlığı “hukukun üstünlüğü” kavramıyla bunlara aktarıyor.

Sermaye vesayeti yeni anayasa önerisinin en temel öğelerinden birisidir. Tek vesayet vardır; o da sermaye vesayetidir. Sermaye vesayeti, anayasaya içeriliyor.

Tekelci “Nefret” Anayasası

Anayasa önerisinde, şiddeti savunmanın yasak olduğu söyleniyor. Bu yasaklama, devrim yasağı, sosyalizm yasağı anlamına geliyor. Şiddet tarifinin burjuvazi tarafından içinin hangi keyfiyetle doldurulacağı belirsizdir. “Olağanüstü hal” kurumlaştırılıp, sürekli hale getirilecektir. “Siyasi partilerin şiddeti teşvik etmemesi” düzenlemesinin, anayasa önerisinde yer alması, aslında, işçi sınıfını veya sosyalizmi savunan partilerin örtülü olarak yasaklandığı anlamına gelir. Aynı zamanda somut bir devrim yasağının, anayasanın “karşı ayaklanma doktrini”ne bağlı olan özünü göstermesi bakımından son derece önemlidir. “Nefret” söyleminin reddi, sınıflar mücadelesinin reddinden başka bir anlam taşımamaktadır. Burada söz konusu edilen “nefret”, kapitalist sistemi daha görünür hale getiren efendilere karşı olan “nefret”i de içermektedir. Yani kölelerden, efendilerinden “nefret” etmemesi istenmektedir. Tabi bu bir takım kılıflar içerisinde gündeme getiriliyor. En önemlisi de “nefret” söylemi üzerinden, Türkiye'de anti-siyonizm yasaklanmak isteniyor. Yani anti-siyonizm, anti-semitizmmiş gibi gösterilmek isteniyor.

Yerel Nezhepsizlerin “Barış Kalpazanlığı”

Bölge parlamentoları ve bölge meclisleri yapılanması, aslında, o yerelliklerde, merkezi-tekelci yapılarla iş bitiren alt kompradorların çok büyük bir gücü eline geçirmesi anlamına gelir. Buradaki “yetki devri” giderek bir “egemenlik devri”ne dönüşmektedir. Çünkü Türkiye'de sınıf iktidarı, neredeyse anayasa üzerinden net bir sınıf egemenliğine dönüşmüş oluyor. Türkiye'de “düşük yoğunluklu” bir iç savaş, tüm topluma karşı genel kapitalist şiddetle yürütülürken, BM şartındaki “savaş” terimi yerine “kuvvet kullanma” deyiminin, anayasa önerisinde seçilmesi ve bunun meşru görülmesi “barış kalpazanlığı”ndan başka hiç bir anlama gelmemektedir. Türkiye militarizm üreten bir sisteme sahiptir. Bu mantıkla “barış” elbette mümkün değildir.

Kamusal Hesabın Uluslararası Patronları

Kamu yönetiminin “iyi yönetişim” ilkesi “hesap verilebilirlik”tir. Hesap kime verilecek? Dünya Bankası, Wall Street bankerleri veya IMF'ye mi? Bu “iyi yönetişim”, “hesap verilebilirlik”, emekçi halka şeffaflık sağlayacak anlamına gelmemektedir. Doğrudan doğruya ulusüstü sermaye karşısında şeffaflık ve onlara “hesap verilebilirlik” anlamına gelmektedir. Sermayenin işleyiş altyapısının düzenlenmesi için, bazı kamusal hizmetlerin devlet tarafından görülmesi garanti altına alınıyor. Devlet, bu sermayenin problemsiz işlemesi için gerekli altyapı önlemlerini ve insan yaşamının temel bir takım ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü hâle  getiriliyor. Tabi ki, sermayeye hiç bir vergi yükü ya da maliyet yansıtılmıyor.

 

Notlar

(*) 80'lerden itibaren uluslararası tekeller emperyalist devletleri de arkalarına alarak ekonomik, sosyal, politik alanda her türlü düzenleyici devlet müdahalesinden kurtulmak için büyük bir savaş başlattılar. IMF, Dünya Bankası, GATT, Uruguay Round, Dünya Ticaret Örgütü, ABD, Avrupa Birliği ve Japonya'nın destek ve inisiyatifiyle, malların ve sermayenin dolaşımının önündeki ulusal, uluslararası engeller ve kontroller kaldırıldı. MAI anlaşması bu sürecin zirvesidir. Uluslararası tekeller, MAI'nin tam olarak uygulanması ile etkinliklerini istedikleri doğrultuda sürdürmelerinin önündeki tüm siyasi, hukuki, top­lumsal ve kültürel engelleri ortadan kaldıracaklar. MAI küresel­leşmenin anayasası olarak, "bütün iktidar uluslararası şirketle­re" şiarının tezahürüdür. Uluslararası firmalara ekonomik, poli­tik, hukuki egemenliğin en temel parçaları aktarılırken; ulus- devletin payına siyasi kısıtlamalar, yeni yükümlülükler ve ulus­lararası firmaların derinleştireceği çelişkiler zemininde emekçi halkların, yoksuların yükselen mücadelelerini bastırmak düşü­yor. MAI, ekonomik gelişme, öncelikli bölgelere kalkınma des­teği, çevre koruması, kadın ve çocukların sosyal hakları, ulusal kültürün korunması alanlarında yabancı sermayeye uygulanan kısıtlamalara son veriyor. MAI, "devletin üzerindeki yasal sürgü"ye dönüşüyor. Devlet kilitleniyor. Uluslararası şirketlerin mülkiyet hakları MAI ile garanti altına alınırken; her türlü yatı­rımı, devlete ve etkinlikte bulundukları topluma karşı hiçbir so­rumluluk ve kısıtlamayla karşılaşmaksızın, ulusal hukukun en ufak bir sınırlamasına uğramaksınız kârını transfer etme ve ev sahibi ülkeyi terk etme hakkı veriyor. Ulus-devletler sosyal- ekonomik gerekçelerle yerli şirketlere işsizliği azaltmak, az ge­lişmiş bölgelere yatırım yaptırmak için teşvik uygulamaları ge­tirebilir, yerli-yabancı şirket ayrımı MAI ile ortadan kalkmış olmasına rağmen hiçbir ulusal performans ölçütü yabancı şir­ketlere uygulanamayacak. Ulusal malî politikanın bir gereği olarak konan vergiler ve vergi yasalarındaki değişiklikler ise uluslararası şirketler için "tırmanan mülksüzleştirme" olarak yo­rumlanıp tazminat konusu yapılabilecek. Anlaşmayı imzalayanülkenin ulusal para, döviz politikaları üzerinde kontrolleri kal­kıyor. MAI tümüyle bir anayasa hükmündedir. Devletler yasal yapılarını MAI'ye uyduracak biçimde değiştirmeyi ve gelecekte Çok Taraflı Yatırım Anlaşması'na karşı yasa çıkarmama zorunlu­luğunu kabul ediyorlar. Böylece uluslararası şirketler ve piya­sanın "serbest" işleyişinin önündeki tüm engeller kaldırılırken, bu sürecin ulus-devletlerin çıkarları lehine geri döndürülmesinin koşulları engelleniyor. MAI, devletlerin, kendi halklarının gelişme ihtiyaçları doğrultusunda ulusal kaynaklarını istedikle­ri gibi kullanmalarını önlüyor. Devletlerin iş yaratmasını, geri kalmış yörelerin, bazı kesimlerinin sosyal koşullarının düzel­tilmesi için kaynak ayırmasını imkânsızlaştırıyor. MAI'ye da­yanan uluslararası şirketlerin faaliyetleri sonucunda zarara uğ­rayan ülke vatandaşlarının haklarını aramaları engelleniyor. Uluslararası şirketler devletleri uluslararası mahkemelerin ka­rarlarına bağımlı hale getirebiliyor. Bir devletin uygulaması, bir uluslararası şirketin kârları ve geçmiş-gelecek yatırımlarının değeri üzerinde etki yaparsa, şirket bu devlete karşı tazminat davası açabiliyor. Ancak ne bir devletin ne de bir ülkenin yurt­taşlarının, bu anlaşma çerçevesinde uluslararası şirketlere dava açma yaptırım veya hak talep etme olanakları yok.

MAI, çocuk emeğini kullanan, kadınlara karşı haksız uygu­lamalar yapan, çevreyi tahrip eden ve ırk ayrımı temelinde faa­liyetlerde bulunan uluslararası şirketlere yaptırım uygulanma­sını zorlaştırıyor. Küreselleşmenin anayasası, demokrasi ve in­san haklarının kapitalist sistemle bir arada bulunmasının im­kânsızlığını kanıtlayan bir mezar taşı yazısıdır. Ortaya çıkan tablo, Roma Hukukunun mülkiyet ilişkilerini düzenleyen hü­kümlerinin bile gerisindedir. MAI'ye girilmeden önce anlaşma­ya taraf olan ülkede yapılmış olan tüm yabancı yatırımlar da, MAI ile birlikte belirlenen haklardan yararlanıyorlar. Makabline şamil tekeller "demokrasi"si böyle işliyor. Tüm 20. Yüzyıl boyunca tekellerin faaliyetlerini koruyan, kollayan yasa hü­kümleri katalogu serbest ticaret anlaşmalarıyla da pekiştirildi. Ancak MAI ile birlikte yatırımcılara "akit taraflar" denilerek OECD'nin "ulusal devletleri"yle uluslararası şirketler aynı ya­sal statüyü paylaşıyor. Bu dolaylı hükümranlık ev sahibi ülke­nin siyaseti ve mevzuatını uluslararası tekellerin nüfuz alanı haline getiriyor. Ulusal hükümetler halkına zarar verdiği gerek­çesiyle yabancı bir yatırımcıyı dava edemeyecek, onun aleyhine bir karar alamayacaktır. Yabancı bir yatırımın potansiyel geliri­ni azaltabilecek bir faaliyette bulunmanın bedeli ise ağırdır; ör­neğin sigaranın zararına ilişkin bir kampanya düzenlense, siga­ra tüketiminin azaltılması sonucunu doğuracağı için bizzat hü­kümet dava edilebilecektir. Yatırımcı, zararının tazminini ulu­sal değil uluslararası mahkemeden isteyecektir. Sovyetlerin çö­zülüşü, 3. Dünya halklarının siyasi, askerî, ideolojik açıdan geriletilmesi, emperyalist saldırganlıkla desteklenen uluslararası tekellerin önündeki engelleri 80'lerden itibaren kaldırdı. MAI, 21. yüzyılda sermayenin geldiği aşamada ekonomik ve siyasal yeni bir düzen oluşturma programının tezahürü oldu. Uluslara­rası şirketlerde cisimleşen dev tekelci sermaye grupları, politik ve ekonomik risklere karşı Dünya Ticaret Örgütü, GATT vb. ti­cari işlemleri ve yatırımları kısmen güvence altına alan kurum­laşmalarla yetinemeyecek duruma geldiler. MAI, tekelci kapita­lizmin tüm hukuki birikim ve uygulamalarının yarattığı muaz­zam güç yoğunlaşmasının tezahürü olarak ortaya konuldu. An­cak bu süreç emperyalist devletlerin ekonomik işlevlerinden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. 19. yüzyılın son çeyreğindeki ekonomide, çok küçük bir devletin yerini 20. yüzyılın son yarı­sında ekonomide giderek büyüyen bir devlet almıştır. Nitekim 18 zengin kapitalist ülkede kamu harcamalarının GSMH içindeki oranı, ortalama olarak, 1870'te sadece % 10,5'ken ve I. Dünya Savaşı arifesinde (1913) bu oranda pek az değişme ol­muşken (% 11,9), II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce (1937) bu oran % 22,4'e çıkmış, 1996'da ise % 45,8'e fırlamıştır. Devasa bölgesel bloklar oluşturan emperyalist devletler, krizlerini ra­hatlıkla 3. Dünya'ya yayabiliyorlar ve bu ülkelere "daha az devlet" dayatmasında bulunuyorlar. (Suat Parlar, “Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO”, Livane Yay. 1. Basım, 2004, İstanbul)


Deşifrasyon: Hazal Kelleci


Halk Sahnesi