TÜSİAD'ın yeni anayasanın oluşumuna bir rapor ile yaptığı müdahalenin içeriğini değerlendirdiğimiz söyleşimizin son bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Türkiye'nin "hukukun üstünlüğü" söylemiyle içine sürüklendiği model, organik kapitalizmin küresel şirketlerinin neo-liberal diktatörlüğüdür. Neo-liberal diktatörlüğün "demokratik zor"u, bütünü parçalama esası üzerinden bir dünya tasarlamaktadır. Hatta bu parçalanmayı "kişi"nin bütünlüğüne bile yöneltmiştir. "Kişi"nin yaşadığı zihin yarılmasının bir yarısı "insan" olmayı felsefeye dönüştürürken, diğer yarısında da köle rekabetinin acımasız savaşçısı olmak durumunda kalacaktır. Tepeden tırnağa parçalanmaya maruz kalmış toplumun merkezinde ise, küresel şirketlerin hukukuna bağlı bir mekanizma yer alacaktır. Bu anlamda küreselleşme bir bütünleşme değil, parçalanma projesidir. Parçalanma kültürel, dinsel ve etnik farklılaşmaların farkındalığı üzerinden hareket ettirilmez. Buradaki parçalanma, insanın toplumsal örgütlenme ve büyük bütünleşme arayışlarının merkezlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Şirketler insanların bütünlüğünün varoluş kodlarını parçalarken, diğer taraftan da pazarın tekliğinde bir tıpkılaşma projesini yürütmektedir. Zihinde bile bütünlüğünü yitiren insan, organik kapitalizmin pazarında tıpkılaşmanın kölesi olmaktan kurtulamayacaktır. Artık insan anayasaların öznesi değil, nesnesi olacaktır. Çünkü "bireyin hakları" dedikleri, insanın hakları değil, şirketlerin haklarıdır. Tasarlanan anayasanın sloganı çok tanıdık bir cümleyi tekrar önümüze koymuştur: "Bırak yapsın, bırak geçsin". (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Kapitalizmin Rehinesi: Semavi Dinler

Dinî inancın her türlü sosyal görünümü yasaklamaya müsait olması nedeniyle, yeni anayasada yer almaması gereken hükümlere de yer veriliyor. Bunun anlamı; bir dinî inancın her türlü sosyal görünümü meşrudur. Bu öneri, insanlığın tüm akli kazanımlarının reddi anlamına geliyor. O zaman “her şey meşrudur” ve “her şey doğrudur”. Parçalı olan “her şey meşrudur”, “her şey birbirine göre görece”dir. “Hiç bir düzenleyici, akli, beşeri ilke, insanların inanacağı hiç bir evrensel değer yoktur. Parçalanmışlığı içerisinde kapitalizmin kontrol altına aldığı cemaatleşmiş dinlerden başka bir durum söz konusu da değildir”. Bu öneri, dinlerin, sermaye iktidarının meşru aracı olarak sadece piyasa görünürlüğüyle yetinmesini beraberinde getiriyor. Dinsel modaları da meşrulaştırıyorlar. Bu noktada, Hinduizm mantığıyla, eğer eşi de kabul etmişse, bir kadının yakılmasının da yasaklanamayacağının göstergesidir. Bu örnekleri çok uç noktalara taşımak da mümkündür. “İnançların sosyal görünümleri” adı altında piyasalaştırılmaları, bir “inanç endüstrisi”nin kabul görmesidir. Bu “inanç endüstrisi” üzerinden dinin formüle edilmesi önemlidir.

“Kollektif dinî aygıtlar” öneriliyor. “Kollektif dinî aygıtlar”, sermayenin dinler üzerindeki kontrolünü ebedileştirme anlamına geliyor. Metafizikler, ilâhiyat metafiziklerine dönüştürülüyor. Tıpkı etnik kimliklerin, gerçek zatiyetler olmaktan çıkıp neo-liberalizmin ideolojik payandasına dönüştürüldüğü gibi. Din temel örgütlenme biçimi haline geliyor. Amerikan cemaatçiliğinin yansıması oluyor. Eğitim denilince akla din eğitimi geliyor. Din eğitimine TÜSİAD’ın metininde pek çok vurgu yapılıyor ve dinî özel eğitim yüceltiliyor. Burada da dinin piyasalaşması söz konusudur. Dini içerikte özel okulların kurulması, “Protestan-Evanjelik” kalıbın Türkiye'ye yerleştirilmesi anlamına gelir. Evrensel akli birikimin tüm değerlerinin dışlanması projesi yürütülüyor. Ki bu akılcılık, özellikle, İslâm'ın kurtuluş ilâhiyatlarında da mevcuttur. Örneğin, İbn-i Rüşd tarzı bir akılcılığa da artık yer verilmemektedir. “Sivil toplum kuruluşları” adı altında, yeni din eğitimi veren unsurların ne idüğü belirsiz tariflerle ortaya konulması, tıpkı 40 bin İngilizce öğretmeninin ithali gibi, diğer ülkelerden, Hindistan'dan emperyalizme bağımlı Kadıyanilik(*) tarzı bir takım oluşumların da Türkiye'ye ithalini mümkün kılmaktadır. Türkiye'de Hristiyan misyonerlerden söz ettik ama, yakında İslâm misyonerleriyle de neredeyse tanışacak durumdayız.

Temel hak ve özgürlüklerin elbette ki, içeriği piyasa, teşebbüs, mülkiyet gibi kapitalist özgürlüklerle bağlantılıdır. Bunlara dokunulması imkân dışıdır.

Kent-Devleti ve Etnik Pazar

Kültürel haklar başlığı altında formüle edilenler bir etnik pazarın kurulmasını beraberinde getirecek. Etnik kimlik vurgusundan,  kültürel hakların  fazlasıyla ön plana çıkartılmasından anlaşılması gereken de budur. Amerika'da 1994 yılı itibariyle etnik Pazar 1 tirilyon dolardır. Ki bu Samuel Huntington’un tespitidir (“Biz Kimiz” adlı kitabında). Korkunç bir rakamdır. Etnik pazar üzerinden yaklaşım, işgücünün etnikleştirilmesi ve serbest bölgeler sarmalı içerisinde kuşatılarak, sadece kendisine kültürel haklar biçiminde sunulanlarla yetinmesini beraberinde getireceği gibi, bir kültürel aidiyet üzerinden insanların sömürülmesini de mümkün kılmaktadır. Emeğin parçalanması garanti altına alınıyor. Tüm grupları, farklı hayat tarzlarını kapsayacak tarzda ayrımcılığı yasaklamaktan söz ediyorlar. Burada bir ikiyüzlülük vardır. Kendi tercih ettikleri ırk, etnik köken veya inanç temelini bunun dışında tutuyorlar. Kendilerinin totaliter diktatörlüğünün dışında kalanları gayri-meşru kabul ediyorlar. Yarın İslâm içerisinde bir “bağımsızlıkçı kurtuluş teolojisi” boy verirse eğer, bunu hemen ezeceklerdir. Devrimci dinamiklerin, Kürt etnik bileşeninde ön plana geçmesi de gayri-meşru kabul edilecektir. Dolayısıyla, burada çok hınzırca bir değerlendirme biçimi vardır.

Sınıf mücadelesinin her türlüsü yasaklanırken, parçalama politikası üzerinden yapılan “sahte mücadele”nin hepsi serbest duruma getirilmektedir. Sahte “öz yönetim” anlayışları ön plana çıkartılıyor. Kent-devletler elbette ki, sahte “öz yönetim”ler devletidir. Burada “yönetimin özlüğü” yerel sermaye gruplarının özlüğüdür.

Otorite Fetişizmi

Hizmetin tüketicisi ile hizmeti sunan gibi hiç bir hukukî değer taşımayan kavramlar, bu anayasa metninde yer alabiliyor. Tüketicilik temel değer haline getirilebiliyor. Parçalanmada sınır tanınmıyor. Sadece bireysel parçalanma yeterli olmuyor, aynı zamanda tüketici birey olmak gerekiyor. Anayasal bir metine bu tip formülasyonların girmesi konusunda tartışmalar yapılabiliyor. Sonuç ne oluyor? Elbette ki, otoriter bir anayasa diyalektiğinin kabullenilmesine gelip oturuyor.

Gayri ahlâki olan liberalizm, beraberinde sonsuza kadar devam edecek bir otoriteryanizmin önünü açıyor. Partilerin tüm temsili organizasyonları, kendi iç iktidar ilişkilerinin sermayeye bağlanması anlamında otoriterleşiyor. Bu otoriterlik, aynı zamanda meclisin demokratik meşruiyeti denilen olguyu da ortadan kaldırıyor.

Yeni anayasanın oluşumuna öneriler getiren bu metin, 1982 Anayasası’nın kompleksini taşıyor. 1982 Anayasası’ndan kopuk olduğunu, ayrı olduğunu göstermeye çalışırken, beraberinde tarihsel, ekonomik, sınıfsal dinamiklerin inkârını getiriyor ve bilimsel hiç bir değer taşımıyor. Bu tarz bir anayasa önerisinin, bilimsel bir değer taşıyabilmesi için, ancak, tarihsel süreklilik vurgusuyla mümkün olabilir. Fakat bu sınıfsal dürüstlüğü sermayenin organik aydınlarından bekleyemeyiz tabi.

Donmuş Köleliğin Cilası: “Hukukun Üstünlüğü”

Yargı tahkim süreçleriyle küresel sermayenin kurumlarına, ideolojilerine ve mekanizmalarına emanet ediliyor. Yargı artık üniter bir çerçeve içerisinde değerlendirilemez. Yargı da parçalanmıştır. Liğme liğme edilmiş parçalar, uluslararası tahkimle küresel şirketlerin insafına bırakılmıştır.

Türkiye'de insan hakları diktatörlüğü söz konusudur. İnsan hakları diktatörlüğü, parçalanmış yargıyı meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılıyor. Özellikle sivil toplum örgütleri tarafından geliştirilen insan hakları politikası, neo-liberal kurumlar ve ideolojilerle bütünleşmişliği, kaynaşmışlığıyla toplumsal muhalefetin nefes almasını imkânsız hale getiriyor. İnsan hakları diktatörlüğü, küresel şirketlerin insafına terkedilmiş yargı meselelerinin tahkim sürecinden geçirilmesini, hiç bir biçimde kendisine sorun yapmıyor. Hiç bir biçimde devletle bu noktada karşı karşıya gelmiyor.

Şirketler bu anayasa tartışmalarında tümüyle denetim dışına çıkarılıyor. “Yönetişim ilkesi” devlet için geçerli oluyor, ancak, küresel şirket Türkiye içerisindeki faaliyetleriyle denetlenemiyor. Yerel şirketler de denetlenemiyor. Şirketler dünyası her türlü denetimden azade bir konumda.

Mülkiyet hariç, temel denilen bütün hak ve özgürlükler için bir takım sınırlamalar sistematize bir biçimde savunuluyor. Gene bizim bildiğimiz kamu güvenliği, genel sağlık, diğer sınırlandırma gerekçeleri hep var tabi. Bu gerekçeler hep sınıfsal anlamda ve devrimci hareketleri bastırmak için kullanılmıştır. Dolayısıyla, “özgürlükçülük” iddiası burada kof bir temele oturuyor. “Kişi” statüsüne hapsedilmiş olan insanlar, kişi kavramının sermaye tarafından tarifi ölçüsünde, aslında, donmuş bir köleliğin zincirleriyle bağlı hale getiriliyor. Belki de Türkiye anayasa tarihinde ilk kez “kişi” statüsüne hapsedilmiş insan olgusuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Şirket Sömürgeciliğine Anayasal Garanti

Jeo-kültürel küreselciliğin bütün söylemleri, moda terimleri, anayasa tartışmalarında ve formülasyonlarında yer almaktadır. “İyi yönetişim” hakkı ibaresi önemli bir vurgudur. Çünkü “yönetişim”, devletin şirketlere “hesap verilebilirliği” anlamına gelmektedir. Tabi ki, o şirketleri temsil edenler IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'dür. Bu “hesap verilebilirlik”, şirketler söz konusu olduğunda anlam taşımıyor ve  bireyin “iyi yönetişim” hakkından söz ediliyor.

Ayrıca Türkiye'de vakıf arazileri üzerinde vakıf üniversiteleri kurarak, devasa orman yağmasına neden olmuş büyük sermayenin önde gelenleri, utanmadan çevre hakkından söz edebiliyorlar.

“Devlet dışı aktörler”in bir takım hak ihlallerinde bulunabileceğinden söz ediliyor. Ki “devlet dışı aktörler” denilirken, kastedilen işçi sınıfıdır. İşte burada bir tehdidin öngörüsünü değerlendiriyoruz ve anayasanın adı konmamış bir “karşı ayaklanma doktrini”ne (**) dayandığını farkediyoruz.

“Son yıllarda farklı Avrupa ülkelerinin vatandaşları, emeklilik hayatını ülkemizde geçirmek amacıyla Türkiye'ye yerleşmekte ve yaşamaktadır” deniliyor ve sayıları on binleri bulan bu kişilerin siyasi katılımından söz ediliyor. Bu Türkiye'de kolonyal bölgeler oluşumunun açıkça ilanıdır. Türkiye'de kolonyal, doğrudan yabancılaştırılmış bölgelerin oluşumu ve mülkiyet temelli serbest bölgeler, latifundia (***) tarzı üretimler, büyük çiftliklerde köleliği getirebilecek uygulamalar gündemdedir. Ki bunların siyasal katılımının bölgesel veya yerel kalmayacağı da açıktır. “Şirketler dünyası” denildiği zaman kastedilen, aynı zamanda yerleşen yabancıların devâsa gıda şirketleri, bio-teknoloji şirketleri ve enerji şirketleridir. Türkiye'de kendilerine koloniler kurabileceklerine dair anayasal garanti verilmek isteniyor.

Ülkeleşen Küresel Şirket Gerçeği

Yeni anayasa önerisinin en önemli özelliği “millileştirme” yasağı getirmesidir. “Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi” gibi kaypak ifadelerle, Dünya Ticaret Örgütü'nden, Dünya Bankası'na kadar pek çok küresel sermaye temsilcisi gücün hukuk mekanizmalarına bağımlılığı teyid ediliyor. Diğer yandan da müthiş bir sınıf mücadelesi bilinci dışa taşıyor ve her türlü sol faaliyete izin vermeyeceği, anayasanın sosyalizme kapalı olduğu da teyid edilmiş oluyor. Böylelikle neo-liberal diktatörlüğün anayasası olduğu da netleşmiş oluyor. “Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi” gibi bir öneriyle, Türkiye'de yabancılara teslim edilmiş şirketlere “millileştirme” yasağı getiriliyor. Eğer bu şirketler geri alınacaksa, Türkiye'de savaşı göze almak şart ve yeni anayasa önerisi de bu yolu kapatmaktadır.

Yabancıların temel hak ve özgürlükleri yeni anayasa önerisinde birkaç kez vurgulanıyor. Ki yeni anayasada bunun hüküm haline gelmemesi için hiç bir neden yoktur. Yabancı çıkarların korunması konusunda 1982 Anayasası”yla son derece uyum içerisinde olan önerilerdir bunlar. 1982 Anayasası da yabancı çıkarların korunmasına adanmış bir anayasaydı. Bu metin, Tanzimat'ı da aşıyor. Hatta 1856 Islahat Fermanı’nı da aşıyor. Onlar bu kadar cüretkâr olamamışlardır.

Küresel Şirketler Hukukçularını Arıyor

“Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar” denildikten sonra, “ulusal ve uluslararası hukuka uygun olarak vicdâni kanaatlerine göre hüküm verebileceklerinden” sözediliyor. Peki,  ulusal ve uluslararası hukuk içerisinde kalan hakimler, yerelleşmiş ulusal çerçeveye bürünmüş küresel şirket çıkarlarına bağlı mı kalacaklar? Uluslararası hukuku kim temsil ediyor? MAI Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü Anlaşması, dünya ölçeğinde uluslararası kapitalist tahkim mekanizmaları, Dünya Bankası, IMF ve Wall Street bankerlerinin hükmettiği uluslararası kuruluşları değerlendirdiğimizde, vicdanların yerini uluslararası kapitalist hukukun aldığını görüyoruz.

TÜSİAD’ın Anayasa Raporu’nda defalarca “nefret” vurgusu var. Nedense “nefret”ten çok korkuluyor. Burada kastedilen sınıfsal nefrettir. Kapitalistler kendilerine yönelecek bir nefretin farkındalar. Bunu yasaklamanın peşindeler. Bunun yanı sıra; anti-siyonist dalganın kırılması için, siyonizmi reddeden her türlü akımın, anti-semitizm ile damgalanmasına anayasal güvence gerekiyor. Bu anayasa raporunda bu da öneriliyor.

Şirket Feodalitesi

Çok kültürlülük vurguları var. Çok kültürlülüğün kimin tarafından tayin edileceği belirsiz bırakılıyor. Burjuva fırsatçılığı, kimlik politikası üzerinden meşruluğunu yeniden tarif ediyor ve emekçileri sisteme zincirliyor.

Gericiliğe anayasal güvenceler getiriliyor. Kimlik sorunları hiç mevcut olmasaydı dahi, aşırı merkeziyetçi sistemin gerek “iyi yönetişim” ilkelerine, gerekse çağımızda giderek yükselen “yerel demokrasi” taleplerine ters düştüğü açıktır. Peki, o “yerel demokrasi” taleplerini kim temsil ediyor? Yerel güç odakları temsil ediyor tabi. Bölgeye bakıldığı zaman bu yerel güç odaklarının ilkel bir cinayet ekonomisinden tutun, alt-komprador taşeronluğa uzanan geniş bir yelpazede kendisini ortaya koyduğunu görüyoruz. Ki onların o bölgelerdeki en yakın silah arkadaşları da cemaatlar oluyor. Yeni anayasa önerisi, siyasi gericiliği meşru kalıp haline dönüştürüyor. Bunu sağlarken de, kendine yeni bir etnik Pazar açıyor. Etnik pazarı da, kimlikçilik siyaseti üzerinden garanti altına alıyor. Etnik kimlik serbest piyasası, Türkiye'de yeni kültür ürünlerinin, yeni fikrî mülkiyet haklarının gelişeceği bir piyasalaşmayı Kürtlere dayatmanın aracı haline geliyor.

Şiddetin özgül tezahürleri ve nefret cürümlerinin teşviki, savaş kışkırtıcılığı partiler açısından yasak kabul edilen faaliyetler arasında. Nefret cürümlerinin teşvikinin kapitalistlere ve sisteme yönelik nefreti kapsadığından hiç kuşku yoktur. Bunun yanı sıra “şiddetin özgül tezahürleri” gibi esnek bir tarifle yerleştirilen hüküm, sınıf mücadelesinin ebediyyen anayasa tarafından yasaklandığını ve kutsal ilke haline dönüştürüldüğünü gösteriyor. Bu anayasa önerisinin otoriter ve neo-liberal diktatörlüğün yasallaştırılması eğilimleri, neo-liberal faşizmin tüm kodlarını içermesi, 1982 Anayasası’ndan daha geri bir anayasa hazırlığının göstergesi oluyor.


Piyasa Sömürgeciliği Cephesi

Anayasa sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü burada TÜSİAD ve TÜSİAD severler, dillerinin altındaki baklayı çıkarmışlardır. Bu kadar açık yakalanmanın verdiği telaş içindedirler. Bu telaşla elbette ki, bunun tartışılmasını fazla istemiyorlar. Bu öneri, tıpkı Yeni Forum’un, Tercüman Gazetesi'nin, 12 Eylül öncesinde de hazırlanıp içerilen TÜSİAD, TİSK görüşlerinin izlediği yol ve yöntemleri, sözde o akademik tarafsızlığın kendisine sağladığı ideolojik mazaret ve meşruiyeti taşıyor. “Hayır” demek gerekiyor. “Bu anayasa sizin anayasanız”. Bunu bir panel, forum, düşünce bileşkesi veya o görüşleri ileri sürenlere aitmiş gibi sunmuyorsunuz. Bu raporu bir tüzel kişilik olarak  açıkladınız. Evet, “sizin anayasanız budur”. Bu anayasa çok önemli hükümleriyle Türkiye'de oluşturulacak yeni anayasanın temeli olacaktır. “Karşı ayaklanmacı” devlet yapılanmasının da temelini atacaktır.

“Karşı Ayaklanma Doktrini”ne dayalı devlet yapılanması, neo-liberal ideolojinin, kurumlaşmanın, küresel kapitalizmin sürekliliğinin olmazsa olmaz koşuludur. Böyle değerlendirildiğinde, tüm anayasalardaki en katı hükümler, “karşı ayaklanma doktrini” ideolojisinin felsefesini içerir. Amerikan “Karşı Ayaklanma Doktrini” belgeleri, emperyalist merkezlerdeki anayasal değişimlerin (Britanya, Fransa ve Amerika'dan örnek verilebilir), hem de Türkiye gibi ülkelerdeki değişimlerin köklerini anlamaya yardımcı olacaktır.

General David Petraeus'un imzasıyla yayınlanan “FM3-24” “Karşı Ayaklanma Doktrini” belgesinde şöyle bir ilkenin formüle edildiğini görüyoruz :

“Bugünün hareket ortamı aynı zamanda tüm dünyada devrim niteliğinde değişiklikler yapmaya çalışan yeni bir isyan türünü de içermektedir. Bu tür düşmanların yenilmesi küresel ve stratejik müdahale gerektirmektedir. Gerçek aşırı uçların istediklerinden başka bir sonuca razı edilmeleri pek muhtemel değildir. Bu nedenle de öldürülmeleri veya yakalanmaları gerekir.”

Gerçek neo-liberal hukuk budur. Piyasa köktenciliğinin “Karşı Ayaklanma Doktrini” ile bütünleştiği nokta burasıdır. Dolayısıyla, TÜSİAD'ın anayasa önerisinde “demokrasi” arayanlar ve bunu bulmaya çalışanlar, “Karşı Ayaklanma Doktrini”nin ortalığa saçılmış olan ilke ve formülasyonlarını kurallarıyla birlikte değerlendirirlerse, kendilerinin gelecekte nasıl konumlanacağını da daha net olarak görebilirler. Tarihin sürekliliğine işaret olabilecek yeni bir hükümle karşı karşıya kaldıklarını anlamaları için bunun farkına varmaları gerekiyor. Bir iç savaş aygıtı olarak kontrgerilla yapılanması, “Karşı Ayaklanma Doktrini”ne dayalı devlet, gayri-nizami harbe göre temellendirilmiş “düşük yoğunluklu demokrasi” devleti ve bunların hepsi içiçe geçmiş süreçlerdir. Bunlar yapısal bir şiddeti üretirler. Bu yapısal şiddetin yumuşak Pinoşeci halinden devrimcilerin, toplumsal anlamda kendini muhalif konumlandıranların elde edebilecekleri hiç bir nimet yoktur. Onları bekleyen tek nimet, kontrgerilla belgelerinde açıklandığı gibi “isyan ettiklerinde yakalanmak ve öldürülmektir”. Sadece “yaşam hakkını savunmak” adına bile, neo-liberal jakobenliği temsil eden ve sosyalist jakobenliği ezmeye yeminli olan piyasa köktenciliğinin karşısında yer almak ve bu hukuk entrikalarını reddetmek gerekiyor.


Notlar

(*) Kadıyanilik, diğer ismiyle Ahmedîlik, 19. yüzyılda Mirza Gulam Ahmed (1835-1908) tarafından Hindistan'da kurulmuş bir dinî akımdır. Mirza Gulam Ahmed tarafından 1889'da ortaya atılır. İnanç anlamında müslüman olarak tanımlanabilecek olan Kadıyanilik, kurucusu Gulam Ahmed'in 1908'deki ölümünden sonra Hekim Nuriddin'in başkanlığında devam etmiştir. Pakistan Parlementosu'nun teokratik bir yönetime sahip olması nedeniyle ve insanların yoğun bir şekilde bu cemaate katılmaları molla rejiminin müdahalesi ile karşılaşmış ve İslâm dışı bir inanç olarak kabul edildiği için azınlık olarak tanımlanmış, 1974'deki kararıyla, Kadıyaniliğin Pakistan'daki faaliyetlerini sınırlamış, diğer azınlık inançları ile aynı haklar ve özgürlükler verilmiş, aynı sınırlamalara tabii tutulmuştur. Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika ve İngiltere'nin de dahil olduğu 190 ülkede faaliyetlerini sürdüren Kadıyanilerin sayısının yaklaşık 250 milyon olduğu söylenmektedir. Kadıyaniliğin bugünkü temsilcisi, Gulam Ahmed'in torunu da olan, Mirza Masrur Ahmed'tir. İnanışlarına göre Mirza Masrur Ahmed 5. halifedir, Kadıyaniler ona "Mesih'in beşinci halifesi" diye adlandırırlar. Bir İslam hareketi olan Ahmediyye'nin şiarı "Herkesi sev, kimseden nefret etme"dir. Bu şiar, İspanya'daki Başarat Camii'nin temel taşının yerine oturtulması sırasında yaptığı konuşmada Mirza Nasır Ahmed tarafından dile getirilmiştir.

Kadıyani Beyaz Minaresi, Ahmediyye mezhebinin bir sembolü ve ayırt edici özelliği olmakla birlikte, bayraklarındaki sembollerden biridir. Kadıyaniliği tanımlamak gerekirse, Kadiyaniliğin kurucusu Gulam Ahmed kendini mehdi ve mesih olarak ilan etmiştir. Dünya çapında yayın yapan Müslim TV Ahmadiyya (MTA) adlı bir TV kanalları bulunmaktadır. Genellikle devletin yetersiz kaldığı Afrika ve Asya'nın birçok ülkesinde okulları hastaneleri vardır ve din dil ırk ayrımı yapmadan cemaat üyelerinin fedakarlıklarıyla hizmet üretirler. Bugün hâlâ yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulunabilmelerinin en büyük nedeni inançlarına göre her inananın vermesi gereken bir miktar zekât, bir tür vergi ve bir tür miras payıdır. İlk Nobel ödülü alan Bilim Adamı Prof. Abdüsselam bu cemaatin bir üyesidir. Yine Birleşmiş Milletler Adalet Divanı Başkanlığı yapmış Sir Zaferullah Han da bu cemaat üyesidir ve eski Pakistan Dışişleri Bakanlığı yapmıştır.

(**)

(***) Latifùndio kelimesi latinceden gelmektedir. Tek kişinin sahip olduğu büyük genişlikte toprak anlamına gelir. Roma imparatorluğu'nda tarım yapılan topraklar, seferberlik yüzünden savaşa gitmek zorunda kalan sahiplerinden, zenginler tarafından alınıp bu latifundia'ya katılmıştır. bu işletmelerde köleler ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor ve piyasaya yönelik kâr amaçlı üretim yapılıyordu. Günümüzde ise, Latin Amerika'da, ilkel yöntemlerle ve yarı-köle özellikte ırgatlık ve çobanlık yapılan, sahibi çoğu kez başka yerde oturan büyük çiftlikler anlamına geliyor.

Deşifrasyon : Hazal Kelleci