AKP Grup Başkanvekili Hüseyin Çelik, CHP MYK Üyesi Şafak Pavey’e korkunç bir tweet gönderen AKP’li için “Hepimizin midesini bulandırdı” diye başlayan gayet yerinde bir açıklama yaptı.

Olayı “densizce ve terbiyesizce” olarak nitelendirdikten sonra; “kişinin konumu ne olursa olsun bunun yapılamayacağını, bu cümleleri yazanın partiden ihraç edileceğini, onun AKP üyesi olmasından üzüntü duyduğunu” belirtti, “Umarım kendisi de özür diler ama partiden olduğu için ben onun adına Sayın Pavey’den özür diliyorum” dedi.

BALIK BAŞTAN KOKAR

İşte siyaset böyle olmalı, TBMM’nin saygınlığına gölge düşürecek olaylar “parti ayırımı gözetilmeden” düzeltilmeli, özür gerekiyorsa dilemekten çekinilmemeli.. Ama Meclis içinde rakip partilerin genel başkanları, milletvekilleri bile birbirine ağzına geleni söyleyince, hatta günümüzde “en çok hakaret eden, en hızla yükseleceğini düşünür hale” gelince sonunda “balık baştan kokar” misali diğerleri iyice haddini bilmez hale geliyor.

Hüseyin Çelik’in bu açıklaması nihayet biraz ümit veren bir hava yarattı, bununla birlikte aynı konuşmada daha önce Bülent Arınç tarafından yapılmış benzer bir “büyük yanlış” da düzeltilebilir, Çelik onun için de özür dileyebilirdi. Arınç’ın yine CHP’li bir kadın milletvekiline, Aylin Nazlıaka’ya yaptığı akıl almaz, kadın siyasetçilere “bir başbakan yardımcısı” tarafından bile “cinsiyet üzerinden vurulabileceğini” örnekleyen hakareti aslında kendisinin hemen özür dilemesini gerektirirdi.

BAŞBAKAN KIZINCA..

Her ne kadar özür “her hatayı kapatacak bir örtü” değilse de hem muhatap olan milletvekiline, hem de topluma karşı bunu görev olarak yapmak zorundaydı. Bununla birlikte, Nazlıaka “suç duyurusu” yapmasına rağmen hala Bülent Arınç’tan ses çıkmadı.

Oysa Başbakan Erdoğan “Ben de olsam dağa çıkardım” sözlerine tepki gösterip, kızınca Arınç anında “Ben öyle değil, böyle demek istemiştim” açıklamasını, hem de içinde en az 20 kez “dağa çıkmadım, çıkmam” diyerek yaptı.. Üstelik öyle bir açıklama, öyle bir pişmanlık ifadesiydi ki hiç şüphe yok izleyenler “Keşke bundan sonra karar alıp bir daha söylenenler düzeltmeseler” diye düşünmüştür.

Demek ki isteyince özür dileyebiliyor, o zaman Aylin Nazlıaka’dan dilememesinin sebebi nedir? Ayrıca bu kasıtlı ve büyük “cinsiyet ayırımcılığı” hatası, topluma da, diğer siyasetçilere de kötü örnek olacak bir tablo yarattığına göre neden düzeltmiyor?

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik gelecek kuşaklara kalacak “cinsiyet ayırımcılığı” kayıtlarına, kitaplarına girecek bu konuşmayı düzeltmeyi düşünmelidir. Mutlaka yapılması gereken budur!

*****


Derin devlet ne zaman sığlaşır?

Yok yok anlaşıldı, bu “derin devlet” konusu bitmeyecek, sonsuza kadar gündemde kalacak.. Diğer ülkelerde de bildiğimiz kadarıyla “derin bir şeyler” oluyor. Örneğin ABD’nin FBI’ı, CIA’i “derin olmayan işler” peşinde koşan kuruluşlar değil, en azından Amerikan filmlerinde, belgesellerinde “öyle olmadıkları” açık ve net anlatılıyor. Ama siyasetçilerin devamlı derin devletten söz ettikleri duyulmuyor.

Tabii oralarda “derin devlet”lerin, örneğin gizli dinlemelerin filan bizdeki gibi 21’inci yüzyılda bile “70 küsür milyon vatandaşı” kapsadığı, herkesin tek tek dinlendiği, en özel konuşmaların “sen telefonda ‘büyük hanım’ demişsin, bir örgüt patronundan mı söz ediyordun” benzeri suçlamalarla aleyhine kullanıldığı da pek görülmemiştir (bunu gerçekten duyduk, hatırlıyor musunuz?), ondan herhalde..

DİNLEME SORUNU

Neyse, gelelim konumuza.. Başbakan Erdoğan “Devletin bazı kurumlarında ‘derin devletten kalma’ kötü alışkanlıkların olduğunu, evinin altındaki ofisinde dinleme cihazı bulunduğunu, Deniz Baykal’la ilgili kaseti kimin yaptığının da bulunamadığını” söylemiş.

Deniz Baykal’la ilgili kaset olayının derin devletle ilişkisi olması gerekmiyor aslında, Türkiye’deki delege sistemiyle genel başkanlar “gelince bir daha gitmemelerini sağlayan her tür önlemi alabilecek” imkana sahip olunca ve 15-20 yıl koltuğu bırakmayınca bu tür olaylar olabilir. Kaldı ki Baykal’ın da “özel yaşamı hakkında pek dikkatli davranmadığı” partisinden milletvekilleri tarafından da biliniyor ve konuşuluyordu. Başbakan’ın dinlenmesi ise tamamen başka bir konu..

Telefon ve ortam dinlemelerini yapanlar; TİB, MİT, Emniyet, her kim ise bunların hepsi iktidarın kontrolünde.. TİB Başbakanlığa bağlı değil mi mesela? Eğer hala 10 yıldır iktidarda olan ve “tüm kurumlarında tek tek kontrolünde olduğu” bir başbakanın telefonu veya ofisi dinleniyorsa ve bu anlaşılamamışsa o zaman Emniyet’ten MİT’e, İçişleri Bakanlığı’ndan Ulaştırma Bakanlığı’na kadar çok kurum okka altına gidecek demektir. Yani neden söylendiği anlaşılamıyor bu dinleme meselesinin..

KUVVETLER AYRILIĞINI SAVUNMAK MI?

Sonra konu yine geliyor “kuvvetler ayrılığı ve başkanlık sistemi”ne.. Konuştuğu TV programında tekrar “Yargının yürütmeye, yasamaya müdahale ettiği zamanlar oldu. Yargı ‘hukuka uygun mudur’ ona bakar, kendini yasama organının yerine koyamaz.. Biz kuvvetler ayrılığını en güçlü savunan ülkeyiz” dedikten sonra “Cezaevindeki milletvekilleri için yargı kararına saygı duymalıyız, onlar bırakılırsa aynı yoldan başkaları da gider. Seçildiklerinde cezaevindeydiler” sözleriyle devam etmiş.

Şimdi, “başbakanların her söylediği doğrudur” diye bir kural olmadığına göre buradaki “yanlışlar” tartışılacaktır. Öncelikle “biz kuvvetler ayrılığını en güçlü” diye başlayan cümle daha bu kısmından yanlış. Asla değiliz, bunu iddia edemeyiz, sadece; ülkedeki tüm hakim ve savcılar hakkındaki tüm kararları veren kurum HSYK’nın başında “Adalet Bakanı ile Müsteşar”ın bulunması ve istedikleri davalarda istedikleri değişiklikleri yapmaları bile bunu açıkça ortaya koymaya yeter.

Referandumda “yargı bağımsızlığı” sözüyle alınan oylar sonunda yargı çok daha bağımlı hale gelmiştir, hiç değilse vurgulamayalım, hatırlatmayalım değil mi?

“Yargının yasamaya müdahale etmesi” de bir başka önemli nokta.. Yargı “hukuka uygun mudur” ona bakar ama gerekirse “yasamaya da, yürütmeye de müdahale hakkı” vardır. En önemlisi de Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş amacının tam da bu olmasıdır. (Devam edecek)..