Her şey, köyde, köy senedi ile satın aldığı tarlasının eski sahibi tarafından geri alınmak üzere aleyhine açılmış dava ile başlamıştı. "Çiftçiyi Topraklandırma Yasası" gereği kendisine tarla tahsis edilen komşusu bu yeri süre yasağına rağmen, kendisine haricen satmıştı... Hem de iki kez! Birincisinde 5000, ikincisinde de aynı yer için 8000 liralık köy senetleri düzenlenmişti. Birinci senedin parasını ödediğini gayet iyi biliyordu, çünkü karısının bileziklerinin de satışı söz konusu olmuştu. Ama ikincinin parasını gerçekten ödeyip, ödemediğini hatırlamıyordu.
Komşusu ona men'i müdahale davası açınca, avukata gitmiş ve avukatı da ona bu tarlanın yasal süre dolmadığı için sahibi olamayacağını, ancak, Ankara'daki Büyük Mahkeme'nin (temyiz mahkemesi) kararları gereği verdiği parayı geri alabileceğini, bunun için de karşı dava açmak gerektiğini söylemişti. Dava açılmış, bir iki duruşma soma avukatı ona karşı taraf  "evet 5000 TL'nı aldım ama ikinci senette sözü edilen 8000 TL'nı almadım ödemişse yemin etsin, hemen kabul edeceğim" şeklinde hakime beyanda bulunduğunu ve gelecek duruşmada isterse yemin edebileceğini, yemin ederse de tüm parayı alabileceğini söylemişti. Duruşma günü yaklaştıkça, sıkıntısı daha da çoğalıyordu. Cuma günü namazda hutbedeki köy imamı, günahkarların cehennemde nasıl yanacaklarını anlatırken bayağı korkmuştu. Komşunun yaptığı olacak iş değildi. Ama hukuki boşluktan yararlanarak tarlasını tekrar geri istiyordu yapılacak bir şey de yoktu. Cumartesi günleri, ilçenin pazarı idi. Pazartesi günü de duruşması vardı. Ya yemin edecek ya da yemini reddedecek ve sadece 5000 TL'nı alacaktı. Minibüste de çok düşündü ve sonunda kararını verdi. Bir de mahkemenin mübaşiri Hüseyin Efendi'ye sormak ta yarar gördü. Ne de olsa avukatı gençti oysa mübaşirin bilgisi tecrübesi vardı onca hakim görmüştü hoş. Mübaşiri, adliyenin altındaki kahvede buldu. Onunla konuştu. Avukatına baktı yazıhanesinde yoktu. Pazartesi günü nasılsa davada karşılaşacaklardı. Köye rahatlamış biçimde üzerinden bir yükü atmış insanın hafifliği ile döndü.
Köylü yurttaş, adliyenin köhnemiş merdivenlerinden çıkarken hala mübaşirle konuştuklarını ve ne yapması gerektiğini düşünüp duruyordu. Evde, aynanın karşısında da bir deneme de yapmıştı ama yine de heyecanlı idi. Karşı taraf da ordaydı, üstelik Hacc'a da gitmiş hacıydı. Ama dünya işi başkaydı zahir, kimbilir? Diye düşündü bir an için. Birbirlerine kötü kötü baktılar. Hacı ona yukarısını gösteren bir baş işareti yaptı. Yemini mi hatırlattı ne? Omuzunu silkti ve /i ne olursa olsun" dedi. Avukatını da görünce daha da rahatladı hep birlikte odaya girdiler.
Mesleğimin ilk yılları idi. Edirne'nin ilçesi Havsa'da üç avukat görev yapıyorduk. Adliye binamız kiralık, eski bir binanın üst katındaydı. Nohut oda bakla sofa misali bir yer işte. Duruşma salonu filan yoktu. Hakimler makam odacıklarında duruşma yapmak zorunda idiydiler. Batıda da olsa, yürütmenin Adalete, yargı yerine bakışı böyleydi. Hoş, ileride adalet saray denilen yerler de yapıldığında da adalete bakış açısı değişmiş mi olacaktı? Bunu meslekte geçen 43 yıllık zaman bana gösterecekti!
Trakya'nın soğuğu da sıcağı da bir gariptir. Doğuda donarsınız Edirne' de daha da üşürsünüz. Yazın sıcaktan bunalırsınız. Dışarıda buz gibi rutubetli bir hava. Yıl sonuna doğru olduğu için bakanlıktan gelen ödeneği kullanarak gelecek yıla bırakmamak amacıyla bolca da kömür alınmış ve bunun cömertliği ile hakimin odası olan duruşma yerindeki soba gürül gürül yanıyordu. Duruşmalar alenidir, yani halka açıktır. Açıktır da bu odanın içinde tarafların duracakları yer yok ki halka açık olsun. Aleniyet, kapının, o da hakimin izni ile açılması ile deyim yerinde ise,"kapı önü aleniyeti" ile sağlanıyordu. Kış günü halkın böyle bir lüksü zaten olamazdı. İşte böyle bir ortamda duruşma başladı. Oldum olası sıkışıklıktan nefret ederim. Ancak, öğrencilik yıllarımda Beyazit Meydanı'ndan bindiğim, daha doğrusu, arka kapı basamağına ayağını basabildiğim ve ancak Bozdoğan Kemeri civarında içine girebildiğim oldukça tenha(!) belediye otobüslerinden kalan bir halolsa gerek. Odada, hakim masasında, önündeki ufak masada zabıt katibi Hüseyin Bey, saçlarını limonla tam geriye yapıştırmış, gözlüklerinin altından aksi aksi bakıp bakıp, inleyerek, gıcırdayarak gidip gelen sıkıştıkça da eliyle bir darbe vurup kilidini açtığı şaryosuna rağmen, Remington marka, müzelik daktilosuyla daktilografi yarışmasında "dünya rekoru" çıkartacak süratte yazıyor, tuşların çatırtısı ile sobanın çıtırtıları birbirine karışıyordu. Müvekkilim yanımda ayakta duruyordu. Ben olduğunca kendimi pencereye doğru yaslamaya çalışıyordum. Ancak müvekkilim durmadan bana yaklaşıyordu. Bende kaçacak yer kalmayınca askerdeki gibi dirsek dirseğe temas haline gelmiştik. Hakimin yemin teklifini ve sonuçlarını anlatmasından sonra müvekkilim yemini etti ve ikinci satışa ilişkin parayı da ödediğini yemin delili ile ispatladı ve karşılık davayı kazandık.
Duruşma sırasında genelde asık yüzlü olan mübaşir ki onun da adı Hüseyin'dir ve öykünün halen canlı tanığıdır da ... Kıs kıs gülüyor, bir bana bir müvekkilime bakıp bakıp duruyordu. Dikkatimi çeken bu garip durumu duruşmadan sonra kendisine sorduğumda "yok bir şey Rifat Bey" diye geçiştirmeye kalksa da ısrarım üzerine gülerek anlattı:
"Rifat Bey, senin müvekkilin beni Cumartesi Pazarında, kahvede oyun oynarken buldu. Yemin işini sordu. İkinci kez para verip vermediğini hatırlamadığını, yalan yere yeminden de korktuğunu" söyledi. Ben de kendisine "DİRSEGİNİ YEMİN EDERKEN AVUKATINA DEĞDİR. GÜNAHIN YARISI ONA GEÇER" deyip başımdan savdım. Bu gün bir de baktım ki adama sana hem de yemin ederken iyice sokuldu, dirseğini değdirdi ve yemin etti!" İşte anladın mı olanı? Eğer yalan yere yemin ettiyse sen de yarım günahkar oldun" dedi ve kahkahayı iyice patlattı.
Gülsem mi ağlasam mı? Kalakaldım!
Köylü, evine dönmek üzere yola çıktığında, hem davasının kısmen haklı çıkmasından hem de olası bir günahın yarısını avukatına sessizce dirseğini değdirerek aktarmasının verdiği ruhsal hazla, gelecek yazın ürününü nasıl elde edeceğini keyifle düşünüyordu.
Ben mi ne yaptım? Kuşkusuz yaptığı yeminin doğruluğunu kabulle, ama karşı taraftan yapılan tahsilatta da olası "yarım günah avukatlık ek tarifesi" uygulayarak gereğini yaptım.
Yemin, sadece adaleti sağlayan bir terazi bir çözüm yolu değil. Yeminin sirayetinin avukatlara da geçebileceğini de rahmetli medeni usul hocam Prof. İlhan Emin Postacıoğlu' nun bize öğretmediği uygulamaya yönelik bazı olasılıkların da olduğunu bu deneyimle öğrenirken; "hukukun hayatın ta kendisi" olduğunu söyleyen rahmetli hocam Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velideoğlunun da ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anladım.
Evet, "hukuk hayatın ta kendisidir, yaşam öyküsüdür."
Önemli olan da adalet terazisinin nasıl tutulduğudur!
Edirne Hudut
En güzel anı Çulha'dan