Ahmet Altan’ın bir önceki romanı En Uzun Gece’yi okuyalı sekiz yıl olmuş. Neredeyse her gün köşe yazıları yazdı ama onun gibi üretken bir yazar için uzun sayılacak zamandır romandan uzaktı. Acaba onun gazete makalelerini okuyanlarla romanlarını okuyanlar aynı insanlar mı diye merak ederim. Nedense, sanmıyorum.

Son Oyun adlı yeni romanı yayımlandı. Tipik bir Ahmet Altan romanı diyeceğim, tam okurlarının özlediği türden. Kadın-erkek ilişkilerini merkeze alan, sağlam kurguya sahip ve her zamanki gibi akıcı. Başka deyişle teması, kurgusu ve diliyle belki de en iyi Ahmet Altan romanı örneği.

Son Oyun tempolu başlıyor. Uzun zamandır yazamayan tanınmamış bir yazar, romanını yazmak üzere bir sahil kasabasına yerleşir. Tam da yazmayı arzuladığı cinayet romanının içine düşer. Kasaba, belalı çetelerin elindedir, bir yanda belediye başkanı, diğer yanda kasabanın köklü ailelerinden biri iktidar savaşına girmiştir. Her iki tarafın emrinde azılı kabadayılar, kiralık katiller vardır ve onlar aracılığıyla kan davası sürmektedir. Romanın giriş bölümü anlatıcının işlediği bir cinayet sonrası kasabanın orta meydanındaki ağacın altında sabahı beklerken başlar ve tüm roman geri dönüşlerle o sabaha kadar anlatılır. Cinayete kimin neden olduğunu, yazarın kimi öldürdüğünü ancak romanın son satırlarında öğreniriz fakat katil bellidir. Yazar, içinden çıkamayacağını bildiği bir durumda başlar anlatmaya. 

Kasabanın zenginlerinin yaptırdığı küçük havaalanından her gün bir uçak kalkar şehre. Aynı zamanda tarım ilaçlaması için kullanılan, birkaç kişilik küçük bu uçakta tanışır yazar ile Zuhal. Uçmaktan korkan Zuhal  omzuna yaslanıp uyuyunca, o an hayatının değişeceğini anlar yazar. Zuhal buralıdır, şehirde çalışıp yaşamasına rağmen buradaki evini kapatmaz. Ancak tanışmalarının hemen ardından şehre döndüğü için ilişkileri sanal ortamda gelişir. Öyle ki fiziksel olarak sevişmeden, birbirlerine daha dokunmamışken, sevgili olurlar. En gizli sırlar ortaya dökülmüş, fanteziler paylaşılmıştır. Tek engel: Zuhal başka bir adama âşıktır.

Ahmet Altan’ın kadınları
Ahmet Altan’ın kadın portreleri hep renkli olur, bu kasabanın kadınları da ilginç ve hoştur. Kahraman bu fırsatı kaçırmaz, Zuhal’den başka kadınlarla da ilişkiye girer. Biri varlıklı bir işadamının eşi, diğeri kasabanın fahişesi ama kasabanın diğer saygın kadınlarıyla internette sahte isimlerle sohbet edip onların da sırlarını öğrenir. Temizlikçi, eczacı, ev kadını fark etmez, her birinin gizli günahını bulur. Kasabanın erkekleri güç savaşında birbirlerini yok etmeye çalışırken, kadınlar da ihtiras dolu fantezilerle geçirirler vakitlerini. Kadınlardaki bu benzerlik aslında romanın merkezindeki kahramanın kişiliği sayesinde ortaya çıkar. Yazar, çevresindeki kadınlara oyun alanı sağlayan tipte bir erkektir. Kadınlar, diledikleri her oyunu utanmadan oynayabildikleri bir erkek buldukları için tüm dişiliklerini dışavururlar. “Hayatım boyunca kadınların içinde saklı belayı aramış, her zaman bulmuş, tadını çıkarıp bedelini ödemiş ve aramaya devam etmiştim...” diye açıklar yazar kadınlarla ilişkisini. Onu engelleyen bir şey çıkmaz karşısına. Kadınların kocaları, sevgilileri hatta âşık oldukları adamlar bile engel oluşturmaz çünkü birlikte olduğu kadınlara her arzularını yerine getirecekleri bir özgürlük alanı açar.

Her şeyin oyundan ibaret olduğu bu dünyada kadın “Evlen benimle” dediğinde “Evet” diyen adam, kadın oyunu başka bir boyuta götürüp “Sat beni” dediğinde de hemen oyuna katılır. Sevdiği kadının arzularını, hayallerini asla kırmaz. Kusursuz bir oyun arkadaşlığı sunar kadınlara. Bu haliyle kahraman, Boccaccio’nun hikâyelerindeki (Decameron) erkekleri çağrıştırıyor belki en çok. Erotik hayal dünyası geniş, oyuna hazır, hayatı oyun olarak algılayan, erkeklerdir bunlar. Aslında yazar, erkekler dünyasındaki gücünü de böyle kazanır. Rakibi olabilecek erkeklerin sevgililerine sahip olarak bir tür üstünlük sağlar. Öyle ki, başka bir adamla sevişirken kadının kendisini düşünüyor olmasını zafer olarak görür.

Yazar ve Tanrı
Son Oyun, paralel iki boyutta ilerliyor. Biri gerçeklerin dünyası, diğeri de kurgunun sanal dünyası. Yazar gündüzleri kahvede oturup gazetesini okur, kahvedekilerle futbol konuşup kasabanın bazı ileri gelenleriyle yemek yer ve bunların hepsini gerçek dünyada yaşar. Bir de ikinci paralel bir dünyası vardır yazarın, orada sanal bir gerçeklik içinde, kurgulanmış hayal dünyasına girer. Sevişmediği kadınla orada sevişir, kahvede kimseyle konuşmayan genç çocuğun sırrını yine sanal ortamda öğrenir. “Öğleden sonraları kasabanın neredeyse yarısı hayali bir dünyanın içinde kayboluyordu. Kimlik değiştiriyorlar, sırlarını paylaşacak kendilerine benzer birilerini arıyorlar, sevişiyorlardı. (...) Hayatım parçalanmıştı. Geceleri Zuhal’le, öğleden sonraları kasabanın insanlarıyla bir sınırsızlığın içinde, yaşanandan, görünenden çok farklı bir gerçeklik dünyasında dolaşıp konuşuyordum. Kasabanın içinde tek başıma yaşadığım gerçek hayat, bu gerçek olmayan hayata kıyasla çok sakin ve sıkıcıydı.”

Paralellik sadece yazarın içinde bulunduğu gerçek ve sanal dünya arasında değil, Ahmet Altan gerçeklik ikilemini başka bir boyuta taşıyor. Makro ve mikro gerçeklik düzeylerinde bağlantı kuruyor. Bu bağlantıda Tanrı evrenin kurgusunu yapan yaratıcı, yazar da kendi romanının yaratıcısı olarak, ‘meslektaş’ oluyorlar. Tanrı’nın romanı, evrenin yaratılış öyküsüyle başlıyor ama yazara göre en müthiş yeteneğini insanı yaratarak gösteriyor. “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir” (Enam Suresi, 32. ayet) sözlerinden Tanrı’nın da kendi yaratısını bir roman gibi gördüğünü anlıyoruz, bu sözü romanda birkaç kez tekrar ediyor. Tanrı için hayat nasıl bir oyunsa, yazar için de kurgusu oyun: “Her şey bir oyundu benim için” diye açıkladığında hemen ardından ekler: “Onu bir oyuna çevirmezsen hayat nedir ki, koca bir can sıkıntısından başka?” Yazarın Tanrı ile hesaplaşması, roman ile hayat arasında benzerlikler kurması, yaratı sürecini Tanrı’nın yaratı süreciyle karşılaştırması, romana derinlik sağlayan unsurlar olmuş. Yazarın alternatif bir gerçeklik kurma çabasıyla Tanrı da romanın kahramanlarından biri haline gelmiş. Hem de romanın önemli kahramanlarından biri.

Kasabanın İsa’sı
Ahmet Altan roman boyunca yer ve mekân detayları vermez. Anlattığı kasabanın halkı zeytin bahçelerinden, bağlarında ürettikleri şaraplardan ve gizlice yetiştirdikleri afyondan geçimlerini sağlar. Kasabanın projeleri arasında sahil şeridini açıp, plajlar yapmak ve şık otellerle kasabayı kalkındırmaktır fakat buranın insanı zaten zengindir ve gelişmeye açık değildir. Ayrıca bu kasabayı çok özel yapan bir de efsaneleri vardır. İsa Peygamber’in buradaki küçük kiliseye, büyük bir hazineyle birlikte gömüldüğüne inanır kasaba halkı. Aslında bütün kavga bu efsaneden çıkar. Hazinenin bir ülke alabilecek kadar büyük olduğuna inandıkları için, kimse bir diğerinin hazineyi bulmasını istemez. Bu yüzden yasaklar koyup, yasakları delerler; birbirlerini tehdit ederler. Sonunda karşıt güçler arasında ölümcül kavga böyle başlar. Sadece birbirlerini öldürmekle kalmayıp zeytin ağaçlarını, bahçeleri, tarlaları da yok etmeye, yakmaya başlarlar.

Kasabanın en bilge kişisi, aynı İsa Peygamber gibi marangoz (İncil, Markos 6:3) olan usta, gerçekleri dile getiren tek kişidir. Roman boyunca sadece üç kez konuşur ama her seferinde en temel bilgileri bu beşik kerten adamdan öğreniriz. İsa’nın hazinesi için savaşan kasaba halkı, asıl hazinenin bu bilge adamda olduğunun elbette farkına varmaz. Antik destanlardaki gibi kâhin bir bilgedir tahtacı. Tanrı ile yarışa giren yazara da farklı bir Tanrı sunar. Siyasi güç kazanma peşindeki insanlar halkı uyutmak için hazine efsanesini uydurmuşlardır tahtacıya göre, şimdi de kendileri inanmış, bu hazine için birbirlerini öldürüyorlardır. “Orada hazine falan yoktur... Bizim akılsızlara gelene kadar çoktan oraları soyup götürmüşlerdir... ama ahali oyalanıyor işte...” Hem filozofça hem de esprilidir sözleri. İlk konuşmalarında yazar tahtacıya “Peki, Hazreti İsa oraya gömülü diyorlar” diye sorduğunda yanıtı basittir: “Biz en son uçtu diye duymuştuk, gerisin geriye döndüyse onu bilmem, bizim haberimiz olmadı.”

Ahmet Altan’ın kalemini akıcı bulmuşumdur hep. Hiç zorlanmadan, cümleleri birbiri ardına rahatça akar sanki. Söylemek istediğini kolayca söyler, çok kolay görünür imge yaratmak o yazdığında. ‘Son Oyun’ bu anlamda başarılı bir Ahmet Altan romanı. Sağlam bir merkezi var, kalabalık değil, temaları belirgin ve zarif simgelerle dolu. Ahududu şekerleri gibi tat bırakıyor okurun damağında. (Ne demek istediğimi romanı okuyunca anlayacaksınız!) Altan’ın romanlarında beni tek rahatsız eden şey, kadınlarla erkeklerin kişilik yapılarını bu denli farklı kılması olur. Kadınların hepsinin ‘kadınsı’, erkeklerin de ‘erkeksi’ özelliklerle donatılmış olmaları fazla kalıplaşmış gelir. Bunu yaparken asla kadınları aşağılamaz ya da erkeklerin dünyasını yüceltmez ama bu denli keskin çizgilerle ayrılmış kadın/erkek karakteri bana pek inandırıcı gelmez. Tanrının romanı mı böyle yazılmış, yoksa Ahmet Altan’ın romanı mı, düşünmeliyim bu konuyu.

ALTAN'IN ROMANINDAN TADIMLIK BİR BÖLÜM

Ahmet Altan’ın “Son Oyun”u

Ahmet Altan, salı günü raflarda olacak yeni romanı “Son Oyun”dan iki bölümü ilk kez Hürriyet Pazar okuyucularıyla paylaştı.

I. Bölüm’den
Kasaba uyuyordu.

Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim.

Kasabanın tek büyük caddesinde görkemli bir heykel gibi duran okaliptüs ağacının altındaki banka oturdum, eski usul, üstünde çizikler, bıçakla kazınmış isimler hatta bir kalp resmi bulunan, aralıklı bir şekilde dizilmiş koyu kahverengi kalın tahtalardan yapılmış bir banktı.

Bu kasabaya geldiğimden beri buraya oturmayı hep istemiştim ama bunu bu geceye kadar hiçbir zaman yapamamıştım.

Sırtımı banka dayadım.

Başımı gökyüzüne doğru kaldırdım.

Herkes uyuyordu ve herkes aynı anda rüyalar görüyordu.

Gökyüzüne doğru bakarken bütün evlerden, pencerelerden, bacalardan, kapılardan rüyaların çıkarak yükseldiğini, bulutumsu bir beyazlığın içinde rengârenk insanların konuştuğunu, güldüğünü, haykırdığını, seviştiğini, kadife perdeli tiyatro sahnelerinin, ahırların, karanlık sokakların, oturma odalarının, pazar yerlerinin, sahillerin içinde kıvrıla büküle birbirlerine dokunduklarını, bir atın kişnediğini, iki kadının öpüştüğünü, bir çocuğun ağlayarak koştuğunu, altın sikkeleriyle dolu bir hazineyi, bir bıçağın parladığını, değişik rüyalarda bazen aynı adama ya da kadına rastlandığını, insanların başkalarının rüyalarında çoğaldığını gördüm.

Kasabanın rüyalarını seyrettim. Sarhoş değildim ya da içkiden sarhoş değildim.

Biraz önce birini öldürmüştüm. Bunu bir  rüya gibi hatırlıyordum.

Hatırladığım çok fazla bir şey yoktu aslında, kolumu hatırlıyordum, vücudumdan ayrı bir parça gibiydi, elim kolumdan uzaklaşmıştı, bir tabanca tutuyordu, tetiği çektiğimi hatırlamıyorum, tabancanın sesini duydum yalnızca, sonra karşımdaki bir şey söylemek ister gibi ağzını açmış, yüzünü buruşturmuş, bir kolunu havaya kaldırmış, diğerini karnına bastırmıştı, dizlerinin üstüne yıkıldığını gördüm, hiç kan görmedim. Cinayet işleyenlerin ne hissettiğini bilmiyorum, ben o anda derin bir kasılmayla birlikte neredeyse vücudumun her yerinde korkuyu hissetmiştim, daha önce hiç böyle bir korku yaşamamıştım, vücudum, etim, damarlarım korkmuştu, sonra sanki bir uykuya daldım.

Evden çıkıp yürüdüm.

Galiba hiçbir şey düşünmedim.

Bu banka gelip oturdum.

Tanrı’nın kötü ve savruk bir romancı olduğunu düşünüyorum.

Yarattığı bütün insanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üstüne kuran, olayların sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi bir romancı demem ben.

Ama Tanrı’nın yarattığı vahşi bir mizahla süslenmiş bu hayatta tesadüflerden başka bir şey yok.

Tesadüfleri çıkardığınızda hayat bitiyor.

Buralı değilim ben.

Uzaklardan, büyük bir şehirden geldim.

Bir cinayet romanı yazmak için geldiğim kasabada ben bir cinayet işlediysem eğer, bunu Tanrı’nın tesadüflerindeki savruk insafsızlığa ve alaycılığa bağlamamdan daha doğal ne var?

Bütün kasaba rüya görüyor.

Bir ben uyanığım ama uykuda gibiyim.

Bütün hikâyeyi anlatacağım.

Ben yazmadım bunu, Tanrı yazdı, onun için böylesine aldırmaz, böylesine inanılmaz ve böylesine vahşi.

XV. Bölüm’den 
Benim Zuhal’e bir şey anlatmama fırsat kalmadı o gece.

Çok uzun zamandır beklediğim cümleyi yazdı.

“Yarın akşam dağdaki otele gideceğim. Gel.”

Fazla konuşmadık.

Sadece bir soru sordu.

“Gerçek hayatta da burada yaptığımız kadar iyi olacak mı?”

“Olacak.”

“Emin misin? Ya olmazsa…”

“Olacak.”

“Ben oraya varınca sana mesaj atıp odamın numarasını yazarım.”

“Peki.”

“Yarın akşam görüşürüz. İyi geceler.”

Ekranı kapatmadım. Kalkıp salonda dolaştım. Gelip tekrar yazdıklarını okudum.

Hayatımda sadece iki kere gördüğüm bir kadın, üstelik bir başka erkeğe âşık ve benim yeryüzündeki en yakınım.

Ondan başka hiç kimsem yoktu.

Hayat hikâyesini biliyordum. Ailesini. Çocukluğunu. Arkadaşlarını. Nasıl seviştiğini. Nelerden hoşlandığını. Sevişirken neler söylediğini. Kimsenin onun bildiğini bile bilmediği kelimeleri bildiğini. Bir kez bile çıplak görmemiştim.

Hiç sesini duymadan nasıl inlediğini biliyordum.

Yalnızca bir ekranda beliren yazılardan ve hayallerden ibaretti ilişkimiz.

Bu ekranda çok yakındık.

Gerçek hayatta ise ilişkimizin ne olduğu belli değildi. Bu ekranın dışındaki hayatında bana anlatmadığı neler olduğunu bilmiyordum. Benden birçok şeyi sakladığının farkındaydım.

Beni de gerçek hayatındaki insanlardan saklıyordu.

Bir hayalettim onun için.

Geceleyin bir ekranın parlak yüzeyinde beliren yazılardım.

Harflerden başka bir şey değildik birbirimiz için.

Şimdi ikimiz de gerçek hayatın, o harfler kadar etkileyici ve güzel olmamasından çekiniyorduk.

Tek tek harflerden oluşturduğumuz bir hayat vardı ve o hayatın, gerçek denen hayatla çarpıştığında parçalanacağından korkuyorduk. İçten içe sadece bu ekranda kalmayı bile istiyorduk belki.

Ama ikimiz de merak ediyorduk.

Yazarken zevkleri, coşkuları, hastalıkları bu kadar denk düşen bir kadınla erkeğin, birbirine dokunurken de aynı zevki alıp almayacağını kestiremiyorduk.

Düşüncelerimizde yaratılmış bir hayat, beş duyumuzun oluşturacağı başka bir hayatla karşılaşacaktı.

Düşüncelerimizle yarattıklarımızın, beş duyumuzun yaratacağından daha iyi olabileceğini düşünüyorduk.

Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir miydi?

Beş duyunun algıladığına ‘gerçek’ diyorduk, peki bu ekranda düşüncelerimizle yarattıklarımız neydi? Koklamadığımız, görmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız, dokunmadığımız için ‘gerçek’ değilse, yaşanan o haz dolu geceleri, o çılgınca zevkleri, kıvranmaları neyle açıklayacaktık?

Bu ekran olmadan önce, yaşanan her şeyde düşünceler ve duyular birlikte hareket ediyordu, birbirlerini etkiliyordu ama bu ekran düşüncelerle duyuları birbirinden ayırmıştı ve şimdi hangisinin daha gerçek, hangisinin daha kuvvetli olduğunu anlamanın zamanı gelmişti bizim için.

Düşüncelerimize, duyularımızdan fazla güvendiğimizi hissediyorduk.

Düşüncelerimizle yarattığımız hayat mükemmeldi.

‘Gerçek’  hayatın fazlalıklarını, çirkinliklerini, bozukluklarını atıyor ve kendimize kusursuz bir hayat yapıyorduk.

Duyularla o kadar mükemmelini yaratmak mümkün olmayabilirdi.

Düşüncelerimizle duyularımız ya savaşacaklar ve biri diğerini perişan edecekti ya da muhteşem bir barış yapacaklardı.

İnsanoğlunun binlerce yıldan beri merak ettiği bir çatışmanın, saf aklın mı yoksa maddenin mi daha belirleyici olduğu tartışmasının neticesi bir dağ otelindeki yatakta ortaya çıkacaktı.

Kendimi bu tuhaf düşüncelerle eğlendirip sakinleştirmeye uğraşıyordum, “Herkes felsefeye aklıyla katkıda bulundu, sen şeyinle sonucu açıklayacaksın” diye söyleniyordum, bir ara kendimi kasabanın ışıklarına bakarak gülerken yakaladım.

Huzursuz bir gece geçirdim.

Birkaç kez uyandım.

Sabah kalktığımda yorgun ve huysuzdum. Kasabaya inmedim. Gazeteleri evde okudum. Hamiyet’i seyrettim. Eteklerini sıvamış yerleri siliyordu. Benim baktığımı bildiğini biliyordum.

Bu ikimizi de heyecanlandırıp eğlendiriyordu.

Zuhal’in gideceğini söylediği otel, kasabadan yaklaşık kırk dakika uzakta, dağların arasındaki bir vadinin yamaçlarına yerleşmiş, köy evleri tarzındaki iki odalı, birbirinden uzak kulübelerden oluşuyordu.

Ormanların içine yerleşmişti ve aşağıdaki bir göle bakıyordu.

Akşama doğru nedense sakinleşmiştim.

Hatta gittikçe daha yavaş hareket ediyor, ağırdan alıyordum.

Güneş batarken evden çıktım. Orada ne kadar kalacağımızı bilmediğim için küçük bir çantaya birkaç gün yetecek kadar eşya koydum.


SON OYUN
Ahmet Altan
Everest Yayınları
2013, 408 sayfa, 20 TL.




Radikal