Türkiye solu Kemalizm’e eleştirel yaklaşırdı.

Nazım Hikmet’ten bir örnek:

“Nazım Hikmet, irtica nedir, mürteci diye kime derler ve ezanın dili konusundaki sorulara 64 yıl önce Budapeşte Radyosu’nda yaptığı söyleşide bakınız hangi yanıtları veriyordu:

Şu 1954 senesinde Türkiye’de kime mürteci (gerici) derler, kime inkılâp düşmanı derler, kime “Kemalizm prensiplerinin can düşmanı” derler?

“Arapça ezan okutmaya taraftardır. Bu adam mürteci midir, değil midir?” Bu, bugünün meselesi değildir.

Bugünün meselesi:

Kim Türkiye’yi Amerikalılara satmış ve satmakta devam etmektedir,

Kim Türkiye’nin milli sanayisini mahvetmiş ve mahvetmekte devam etmektedir,

Kim Türkiye köylüsünü ve işçisini müstemleke (sömürge) haline getirmiş ve getirmekte devam etmektedir,

İşte bunlar mürtecidir.

Kim bizim eve hırsızı sokmuşsa ve kim bizim evde bizi bu hırsıza hizmetçi yapmışsa mürteci olan odur. Kemalizm’in prensiplerine düşman olan odur, vatan haini olan odur.

Bunlar Kemalizm’i inkâr etmişlerdir, bunlar vatan hainidir.

Bunların haricinde kalan insanlar, dini kanaatleri ne olursa olsun, vicdani kanaatleri ne olursa olsun, hangi siyasî partiye mensup olurlarsa olsunlar, vatanını seven insanlardır. Ve bugünün şartları içinde ileri Türk insanlarıdır.”[1]

Bu yaklaşım Nazım Hikmet’e özgü bir yaklaşım değildir, zamanın solunun Kemalizm’e yaklaşımı eleştireldir.

Mihri Belli’den bir örnek:

“1928 yazında Latin Harfleri kabul edildiğinde biz ailece Bulgaristan’da yazlıktaydık. Sofya yöresinde Gorna Bana’da. Bir gün babam kente inmişti. Elinde Türk gazeteleriyle döndüğünde  “Gazeteler yazıyor” dedi, “yeni harfler kabul edilmiş. Birkaç yıla kadar Türkiye’de okuma yazma bilmeyen kalmayacak.” Heyecanlıydı. “Gel sana beş dakikada öğreteyim” dedi. Fransızcadan Latin harflerinin yabancısı değildim. “yaz adını” dedi. Yazdım.  Bir iki cümle daha yazdırdı. Ufak tefek düzeltmeler yaptı. “İşte” dedi, öğrendin. “Bu kadar kolay, millet ümmilikten kurtuluyor artık.”

Erdoğan'dan AİHM'e tepki Erdoğan'dan AİHM'e tepki

O Kemalist kuşak içinde başkaca kavrayış sahibi olanlar bile, yazının kolaylığı ile okuryazar oranı arasında doğrudan doğruya bir bağlantı kurma yanılgısına düşebiliyordu. Oysa dünyanın en zor yazılarından biri Japonca’ydı. Ama daha o yıllarda dünyada okuryazar oranı en yüksek olan ülke de Japonya’ydı. Üstelik yüzyılların emeğiyle oluşmuş bir kültür birikiminin, yazıya dökülüşü olan belge, kayıt ve kitapları bir sonraki kuşağın okuyamaması durumunun nasıl bir boşluk, nasıl bir başka cinsten  “ümmilik” meydana getireceğini düşünen yoktu.”[2]

Gelinen noktada olan olmuş, Mihri Belli’nin yıllar önce düşündüğü gibi Atatürkçülük yeni bir “ümmilik”  haline dönüşmüş gibi.

Dinciler dinlerinin tartışılmasını yasaklamakta, Atatürkçüler Atatürkçülüğün tartışılmasını yasaklamaktadır.

Bu durumda ikisi arasında ne fark var?

Solun bir bölümü Atatürkçülüğe düşman olmayı solculuk olarak görmekte, bir bölümü Atatürkçülüğü dinleştirmektedir.

Nerede akıl ve bilim yolu, nerede aydınlanma?

Sonuç olarak sol içeriğini, özünü kaybetmiş meydan dincilere kalmıştır.

Bir başka anlatımla toplum tam ortadan ikiye bölünmüş, adeta iki ümmetli bir toplum olmuş, tam da emperyalizmin istediği gibi, solun hep severek tekrarladığı emperyalizmin böl ve yönet taktiği bir anlamda başarılı olmuş.

Oysa akıl ve bilimin rehberliğinde gidilmiş olsa, Atatürk’ün  “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir” sözü doğru olarak kavranmış olsa, toplum bu hale gelmeyecek ilim ve fen yolunda akla dayalı bir yola girecek ve 21. Yüzyılda bir cemaatler ülkesi haline gelmeyecektik.

Av. Rahmi Ofluoğlu

[2] Mihri Belli, İnsanlar Tanıdım Mihri Belli’nin anıları, S 59