LEYLA TAVŞANOĞLU

İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal AKP hükümetiyle Türkiye’de “ileri faşizm” yaşandığını söylüyor. Hükümetin bütün başarılarının sanal ve illüzyona dayalı olduğunu söyleyen Kocasakal, şöyle ilginç bir tespitte de bulunuyor: “Bu bir Zati Sungur (ünlü illüzyonist) iktidarıdır.”
- Siz, “Bugün Türkiye’de hukuk en büyük tehdit haline geldi” diyorsunuz. Neden?
Ü.K. - Hukuk iki ucu keskin bıçak gibi. Hukuk temel işlevi olan toplumsal düzeni, refahı, mutluluğu sağlama, toplum barışını koruma gibi amaçlara yönelik olarak ve evrensel ilkeler ve kurallar ışığında işlerse, yani hukuk devletinin gereği olan modern ilkelerle hareket ederse o zaman bir toplum için en vazgeçilmez temel ve koruyucu halindedir. Çok değerlidir.
Ama buna karşılık hukuk bu amaçlarından sapıp da bir siyasi iktidarı koruyup onun amaçlarına hizmet eder hale gelirse, bağımsız olması gereken yargı bu çerçevede siyasi iktidarın denetimine girerse bu sefer toplum, hak ve özgürlükler için atom bombasından daha tehlikeli bir tehdit haline gelir.
- Tehlikesi nerede olur?
Ü.K.- Öyle bir durumda hukuk şekli anlamda işleyeceği için dışsal açıdan bir meşruiyet algısı yaratır. Böylece en büyük haksızlıklar, hukuksuzluklar, zulümler dahi görünürde şekli bir yargı eliyle meşrulaştırılmış olur. Buna karşı da yapabileceğiniz bir şey kalmaz.
Yüksek mahkemeleri de bu şekle getirdiğiniz zaman onlar da sonuçta aynı amaca hizmet edeceği için gideceğiniz bir yer, yapabileceğiniz bir şey kalmayacağı gibi bu şekilde dışsal anlamda yanlış bir meşruiyet algısı yaratır. O zaman da özellikle ceza hukuku düşman, muhalif olarak gördüğünüz kişiler için tam bir silah, bir tasfiye aracı haline dönüşür, işte günümüzde bunu yaşıyoruz. Benim “yeni faşizm” dediğim de budur işte.
Nazi Almanyası’nda da yargıçlar yok muydu? Vardı. Bir kararın altında şekli anlamda bir yargıcın imzasının olması ya da bir salonda kürsünün üstünde cüppeli insanların oturuyor olması o süreci yargılama kılmaz, varılan sonucu da hüküm haline getirmez. Ama biz şimdi bu durumu yaşıyoruz.
Bugün iddia ediyorum ki Türkiye’de hak ve özgürlüklerin en büyük düşmanı, tehdidi toplumun en büyük güvencesi olması gereken hukuktur. Çünkü belli bir amaca hizmet edecek biçimde uygulanıyor. Dolayısıyla da hukuk böylece tutsak edilmiştir.
- O zaman Balyoz davasının Yargıtay’da alınan kararlarını da bu çerçevede mi değerlendirmemiz lazım?
Ü.K.- Temyiz incelemesi sonucunda Balyoz’la birlikte Ergenekon’un da kararı verilmiştir. Yargıtay’ın çok büyük, çok tarihsel bir fırsatı kaçırdığını düşünüyorum.
Ben Yargıtay’dan yerel mahkemeye dönerek “Burada adil bir yargılama yapılmamıştır. Önce adil bir durumda, usul kurallarına uyarak yargılamayı yapın. Sonra biz esasa bakacağız” demesini beklerdim. Sanılıyor ki Yargıtay 9. Ceza Dairesi sadece mahkûmiyet ya da beraat kararlarını onadı. Hayır.
9. Ceza Dairesi adil olmayan bir yargılamanın yapılabileceğini, tahrif edilmiş, aidiyeti belli olmayan birtakım delillere dayanılabileceğini, gizli tanıkların gücünü, delil tartışması yapılmadan da hüküm verilebileceğini, hukuka aykırı delillere dayanılabileceğini onadı, avukatlara yönelik şiddeti ve kısıtlamaları meşrulaştırdı, savunma hakkının kısıtlanmasını onadı. Artık bu durumda hiçbirimizin hukuk güvenliğinin kalmamış olduğu da böylece tescillenmiş oldu.

‘Zati Sungur’ iktidarı

Hükümetin bütün başarılarının sanal ve illüzyona dayalı olduğunu söyleyen
Kocasakal “Şu an Türk toplumu narkozlanmış gibi” dedi

- Sizce neyin projesi?
Ü.K.- Geçenlerde bir yandaş (demokratikleşme paketi) paketle ilgili olarak açıkça, “Bu paketle birlikte Nurcular, Kemalist, laik diktatörlüğü yıktı” dedi. Siyasi iktidar yetkilileri, “Balyoz ve Ergenekon yargılamaları olmasaydı bu açılım bu şekilde gelişemezdi” dediler.
Bu Türkiye’nin parçalanma sürecinin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin, karşıdevrim sürecinin gerçekleştirilebilmesini, Cumhuriyet’le açıktan açığa hesaplaşılmasının altyapısını hazırlayan, bir mıntıka temizliğini ifade eden bir proje. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri ve birtakım yurtsever, Cumhuriyetçi güçler bu şekilde davalarla tasfiye edilmemiş olsaydı ne bu açılım gerçekleşebilirdi ne de bu süreci yaşardık. Burada herkes, gerek yerel mahkeme, gerek Yargıtay, kendisine biçilen rolü oynadı. Yüksek yargı başkanları seçilirken Bülent Arınç’ın, “Rabbim verdikçe veriyor” sözleri bunun sinyallerini vermişti.
Danıştay Başkanı da “Artık yürütmeyi durdurmalar filan yok. Biz idareyle uyumlu çalışacağız” ifadesini kullanmıştı.
- İyi de yüksek yargının görevi idareyle yani hükümetle uyum içinde çalışmak mıdır?
Ü.K.- Onun görevi tam tersi uyumsuzluktur. Onun tek görevi idarenin birtakım hakları ihlal etmesi durumu varsa bunu tespit etmek ve ortadan kaldırmak, yani yurttaşın hakkını hukukunu korumaktır.
Şu an Türk toplumu narkozlanmış gibi. Bir illüzyon etkisi var. Ben o yüzden buna bir tür “Zati Sungur iktidarı” diyorum. Türkiye’nin kimyasıyla, genleriyle oynadılar ve bir illüzyon yarattılar. Ekonomide, demokraside, yargılamalarda hep bu illüzyon var. Bu Yargıtay kararında da şöyle bir illüzyon görüyorum:
Yargıtay bu kararla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni mahkûm etti ve göğsüne de darbeci yaftasını yapıştırdı. Yargıtay hem bunu yaptı hem de bazılarının beraatini onaylayarak insanlarda kararın hukuka uygun olduğu algısını yaratıyor. Peki, nerede hukuka aykırı deliller, nerede sahtecilik iddialarının tartışılması?
Bir kere beş yılı aşkın suçlarda avukatsız hüküm verilemez, yargılama da yapılamaz. Avukatlar cüppe bıraktı, dava avukatsız sürdü. Bir Yargıtay bu durumu nasıl görmezden gelir?
- Bu yargılamalardan önce birtakım yazarlar ve hukukçuların sanıklar hakkında kesin hüküm veren sözlerine ne diyorsunuz?
Ü.K.- Bu yargılamalar mahkeme tarafından değil, medyada, içlerinde bazı hukukçuların da olduğu birtakım özel görevli kişilerce yapıldı. Televizyonlara çıkan o kişilere ben Hacivat’lar, Karagöz’ler diyorum. Orada hukuk değil, bavul hukuku uygulandı.
Bu kararı verenler kadar bu özel görevli kişiler de tarihe, topluma ve hukuka hesap vermeliler. Maksat hasıl olmuştur. Hüküm giyen bu insanlar rehine gibi düşünülüyor. Göreceksiniz. Bir genel afla birlikte hepsini bırakacaklar. Ama boyunlarında darbeci yaftası asılı kalacak. Bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyor.
Öte yandan terör örgütü başı ve yöneticileri de toplumsal yaraları saralım nidalarıyla serbest kalacak. Plan, proje budur.

Cumhuriyet kararı çok önemli ve değerli

- Cumhuriyet gazetesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 1995 yılında Guardian gazetesine verdiği, artık Cumhuriyetin sonunun geldiği ve laik sistemi değiştirmeyi hedefledikleri yolundaki demecini yayımladığı için yayın durdurma kararını götürdüğü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bunun “ifade ve basın özgürlüğünün ağır ihlali” olduğu biçiminde yorumladı ve oybirliğiyle Türkiye’yi mahkûm etme kararı aldı. Bunu nasıl karşıladınız?
Ü.K.- Bu çok önemli ve değerli bir karar. İleriye yönelik de çok önemli bir dayanak teşkil edecektir. Bu sadece bu karar açısından önem taşımıyor. Hafızaları tazelemesi bakımından da önemli. Çünkü Başbakan’ın zamanında, “Hem laik hem Müslüman olunmaz”, “Demokrasi amaç hasıl olunca ineceğin bir tramvaydır” gibi ifadeleri unutuluyor.
O zaman Cumhurbaşkanımız, “Türkiye’de Cumhuriyetin sonu geldi. Biz kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz” dedi. Şimdi o demokrasi nutuklarının, paketlerin ne kadar hikâye olduğunu, asıl hedeflerinin Cumhuriyeti yıkmak, laikliği ortadan kaldırmak olduğunu bundan daha iyi ifade eden bir şey olamaz.
Öte yandan karar AİHM’nin zaten öteden beri basın özgürlüğüyle ilgili kararlarıyla tam uyum içinde. Demokrasiden söz ederek demokrat olunmaz. Uygulamalar önemli. Bir demokrasiyi diktatörlükten ayıran en önemli husus denetimdir. İstikrar deniyor. Mesele istikrarsa en istikrarlı sistem diktatörlüktür. Ne seçim, ne tartışma, ne farklı fikir vardır diktatörlüklerde. Demokrasi ise kuvvetler ayrılığına dayalı bir denetim rejimidir.
Orada siyasi, toplumsal ve yargısal denetimdir. Siyasi denetimi muhalefet, toplumsal denetimi bağımsız medya, yargısal denetim de millet adına bağımsız ve tarafsız yargı tarafından yapılır. Medyanın önemi toplum adına toplumsal denetimi gerçekleştirmektir.

Pakette basın özgürlüğü yok

- İyi de hükümetin demokratikleşme paketinde basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili hiçbir atıf olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ü.K.- Onlar yok ama kamuda, okullarda türbana özgürlük var. AİHM’nin İsviçre’deki Dahlap kararına baksınlar. Kararda, öğretmenin başörtüsüyle ilgili olarak şunu söylüyor: “Bu bir özgürlük meselesi değildir. Devletin eğitimde tarafsız olması gerekir. Tarafsız olması gereken, devleti temsil eden öğretmenlerin de hiçbir siyasi ya da dini simgeyi taşımaması tarafsızlığın hem gereği hem de okulların çatışma alanı olmaması, orada barış tesis edilmesinin vazgeçilmez unsurudur.”
AİHM bu kararları alıyor ama bu siyasi iktidarın bunlara uyma yönünde herhangi bir niyeti söz konusu değil. Demokrasi paketi diyorlar. Ama bu zihniyetten hiçbir şekilde demokrasi geleceğine inanmıyorum. Bu pakette ne basın özgürlüğüyle, ne toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili özgürlükler ne terörle mücadele kanununun değiştirilmesiyle ilgili herhangi ibare yok.
Parasız eğitim istediği için pankart açan öğrenciler terör örgütü üyesi olmaktan ceza alıyorsa, en masum gösteriler en sert polis müdahalesiyle karşılaşıp insanlar yaralanıyor, polis marifetiyle öldürülüyorsa ve polisin bütün bu yaptıkları cezai takibata uğramak yerine Başbakan tarafından, “Polisimiz destan yazdı” diye taltif ediliyorsa bu zihniyetten demokrasi filan çıkmaz.

PORTRE

ÜMİT KOCASAKAL