Cemaat’in Yolu

 Orhan Gazi Ertekin – Demokrat Yargı Eşbaşkanı

Türkiye ’de iktidar mücadelesinde “başarı”ya yaklaşan muhalif politik tecrübeler oldukça az. Türkiye demokrasisinin sorununu biraz da burada aramak gerekir: Dayanıklı, yaygın ve kendini yeniden üretebilir bir toplumsal zemine ve siyasi mekanizmaya sahip olan pek az hareket ve örgüt, varlığını korumayı başarabildi. 1960’larda başlayan İşçi Partisi ve Devrimci Gençlik Hareketlerinin devlet nezdinde yarattığı huzursuzluk, 1970’lerdeki yükselişe rağmen maalesef yenilgiyle sonuçlandı. Yine aynı dönemde Erbakan liderliğindeki Milli Nizam Partisi girişimlerininse kendi üslupları itibarıyla biraz daha ileriye gittiği söylenebilir. Buna karşılık, tüm bu siyasi yapılar içinde Gülen Cemaati, bugün iktidar nezdindeki konumu itibarıyla bir politik başarı öyküsüdür. Tıpkı Kürt hareketi gibi. Hem Gülen Cemaati hem de Kürt hareketi, geleneksel devletin, iktidar merkezinin dışında olanlar tarafından yer yer ele geçirilebilir, denetlenebilir veya en azından sınırlandırılabilir bir yapı olduğunu artık ispat etti. İktidarı ele geçirmek veya toplumsal ve siyasal bir devrim yapmak isteyen bütün farklı muhalif hareketler için soğukkanlılıkla değerlendirilmeyi bu nedenle fazlasıyla hak ediyor.

Cumhuriyet’in Devşirme Siyaseti

Gülen’in siyasi stratejisi Cumhuriyet’in rejim yapısı ve imkânlarının lehe kullanımına dayanıyordu. Bu nedenle Cemaat, devletin dışından değil içinden yükseldi. Buna göre, Kemalist Cumhuriyet, genel algının tersine iktidar merkezini siyasal aygıt düzeyinde yaygın bir toplumsal zemine yerleştirerek üretiyordu. Farklı toplumsal, etnik, dinsel, kültürel ve sınıfsal gruplar siyaseten tanınmıyordu. Hatta zinhar reddediliyordu. Ama farklı etnik, kültürel, dinsel yapıları içeren bu zemini kendi devşirme siyasetinin temel beslenme alanlarına da dönüştürüyordu. Böylece, devlet herkese, her toplumsal gruba açık hale geliyordu. Fakat, bu toplumsal gruplar kendileri olarak var kalmakta ısrar ettikleri oranda da kamu alanını onlara kapatıyordu. Kürtlerin Cumhurbaşkanı bile olup “Kürt” olamamalarının sebebi buydu. İslamcıların “doğru din” içinde kaldıkları sürece dört başı mamur bir “Diyanet” alanı tahsis edilmesinin temelinde de bu var. Geleneksel devlet açısından bunun olumlu sonuçları olmakla beraber, çok tehlikeli sonuçları da vardı. Gülen Cemaati’nin bugün geldiği nokta işte bu “tehlike”nin nasıl bir başarıya dönüştüğünü gösteriyor.

Şöyle açalım: Bir defa siyasal aygıtınızı, toplumsal farklılıkların reddine dayalı bir devşirme politikasıyla kurarsanız reddettiğiniz toplumsal, kültürel, dinsel grupların tümü kendi sosyal taleplerini bu devşirmeliğin içine yerleştirmeye başlar. İslamcılığından soyunup devlete girer ve bütün sosyal çevresini oraya taşımaya girişir. Kürt olmaz. Ama bütün etnik-kültürel çevresiyle beraber gelir. Dahası siyasetin gerçek zemini ile sahte söylemler birbirine karışmaya başlar. Böylece, siyasal aygıt hemşehrilik çevrelerinden tutun da etnik, dinsel paylaşım gruplarına ve oradan da çok çeşitli örgütlü oluşumlara kadar yayılan “saklı gündem”ler karşısında zayıf düşmeye başlar. Devlet, zaman içinde ve garip bir biçimde tümüyle reddettiği grupların gizli çekişme alanına dönüşür. Devletin sivilleşemediği ancak toplumun devşirilerek bürokratlaştırıldığı bu uygulamada asli mücadele yöntemi fişlemeye dayanır. Devlette karşılaşan “farklılıklar” diğerinin gizli gündemini ve gerçek kimliğini sorgulamak ve not etmekle başlar mesaiye. Devamında, bütün ülkeyi şizofren bir iklime taşıyacak bu ortamda, devlet kendi içindeki cemaatleri, henüz devletleşmemiş cemaatler ise kendi içlerindeki devleti bulmaya ve işaretlemeye çalışırlar. İşte Cemaat, devlet alanında yaratılan bu politik iklimin en uyumlu kullanıcısı oldu. Hemşehrilik, mezhep ve tarikat gruplarının zayıf sosyal bağlarını aşarak devlet ve kurumlar alanını örgütsel bir harekatın merkezine dönüştürdü ve bu yolla iktidar alanında olağanüstü bir güce kavuştu. Garip olan şu ki, onların Kemalist Cumhuriyet’in meşru sosyal ve kültürel profillerinden görünüşte hiçbir farkları yok. Onlar kadar laik ve onlar kadar ulusalcıdırlar. Cumhuriyet’in istediği her vasfın en mümtaz taşıyıcılarıdırlar. Türkiye’nin farklı dindarlık hallerinin bütün yerel özelliklerinden kopmuşlardır ve tam bir “devşirme”dirler. Ama Cumhuriyet’in sevincini yarıda bırakan şey de budur aynı zamanda: Cumhuriyet’in hayali kâbusu olmuştur. Ama buraya kadardır.

Rubicon Nehrini Geçmek

Artık şunu net olarak söyleyebiliriz: Gülen Cemaati, bundan böyle bir iktidar unsurudur ve fakat artık kendi sığ siyasi stratejisinin de sonuna geldi. Bu noktada, gerçek bir iktidar için kendi ekonomik, toplumsal ve kültürel merkezlerini yaratmak ve siyaseten terfi etmek zorunda. Battığı ve batacağı yer de tam burası. Çünkü siyaseten bir karşılık üretmeksizin, sadece, cemaat içi ilişkilerde geçerli olan diğerkâmlık, fedakârlık hasletleri ve siyasal alanda bir karşılığı bulunmayan hoşgörüyle devlet ve kurumlar nezdinde ürettiğiniz gücün hiçbir toplumsal ve siyasal dayanıklılığı olmaz. Bilakis, var olmak için bütün temel siyasal gelenekleri, ahlaki ve etik kodları çiğnemeniz kaçınılmaz hale gelir.

Cumhuriyet’in bütün kurallarına harfiyen uyan bir hareketin geldiğimiz noktada onun bütün geleneksel kurallarını çiğnemesinin sebebi bu. Bir defa, bu yeni aşamada, “devşirme” siyasetinde ısrar ettiğinizde farklı ulusal ve uluslararası yapıların kendi çıkarlarını içinize gizlice taşıması kaçınılmazlaşır. Cemaat, Cumhuriyet’e karşı kendi tecrübesinden bunu biliyor olmalı. Fakat bundan daha önemlisi şu: İktidar mücadelesine, Kürt hareketinin tersine, devletin içinden başlıyorsanız, geleneksel kurallardan uzaklaşma ve “siyasete güvensizlik” iktidar klikleri arasındaki iç savaşı kaçınılmaz hale getirir. Sezar’ın hikâyesi bunun en tipik örneği. Sezar, İspanya dönüşü tam da siyasete güvensizliğinden iktidar katındaki şansını artırmak için silahla geçilmesi yasak olan Rubicon Nehri’ni geçmeyi göze almıştı. Başka bir çaresi olmadığını da düşünüyordu. Cumhuriyet geleneğinin bu yıkımı, Roma’da yaklaşık beş yıl sürecek ve Sezar’ın suikastla devrilmesine kadar uzanacak bir iç savaşı da başlattı. Burada “Rubikon nehrini geçmek” iki anlamla öne çıkar ve Cengiz Çandar’ın yüzeysel kullanımından çok farklıdır: Bir geleneğe karşı çıkmak ve ikincisi ise “siyasete güvensizlik”. Cemaat, 7 Şubat 2012 ve 17 Aralık 2013’te “Rubicon nehrini silahlı olarak geçti”. İktidar savaşında “Cumhuriyet”in geleneklerini yıktı. ÖYM ve TMK yetkilerini devreye soktu. Tıpkı Sezar gibi siyasete güvenmedi. Bu aşamadan sonra Cemaat, Türkiye’nin siyasetindeki bir iç savaş unsurudur. Geçici başarılar kazanabilir. Geçici ittifaklar yapabilir. Fakat yıktığı “Cumhuriyet”in altında ilk kalacak olan da yine Cemaat’tir. Çünkü kendisini başarıya ulaştıran siyaset stratejisi, aynı zamanda çöküşünün koşullarını da yaratıyor. Şunu da not etmekte fayda var. Sezar’dan farklı olarak, Cemaat’in, bir devşirme ocağı olan “altın nesil” ordusunun devlet dışında kazandığı bir savaş da yok. HSYK, ÖYM ve TMK kaldırıldığında savaş tecrübesini daha net olarak görebileceğiz.

Cemaat’in siyasal pratiği devleti devletin içinden kuşatma hesabına dayanıyordu. Erken başarıları heyecan verici ve baş döndürücü ise devam edecek sonuçları ise yıkıcı ve kaçınılamaz bir iflas olarak görünüyor. Silahlarını, Rubicon nehrinin öte yanında bırakmak için çok geç kalmadı ise eğer…