Hedef; Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyup kollamak ve illegal yapılanmalardan kurtarmaktır, ancak bunu yaparken “hukuk devleti” ilkesi terk edilmemelidir.

Sürece bakıldığında; 15 Temmuz gecesi olanlar ile terör örgütü iddiasına dahil edilenlerin ayrı soruşturmalara tabi tutuldukları, bazı insanlar hakkında yalnızca disiplin soruşturmalarının yürütüldüğü görülmektedir.

1-Burada ölçü nedir? Olağanüstü hal ilanı ile insan hak ve hürriyetlerinin askıya alındığı kabul edilse bile, hukukun evrensel ilke ve esaslarından vazgeçilmemesi gerektiği tartışmasızdır. Soruşturma ve kovuşturmalarda; “ceza sorumluluğunun şahsiliği”, “suçsuzluk/masumiyet karinesi”, “kusur”, “suçta ve cezada kanunilik” ile “dürüst yargılanma hakkı” ilkeleri esas alınmalıdır. Bu noktada bir tartışma olamayacağını söylemek isteriz. Ancak bir tarihin veya olayın esas alınması suretiyle sorumluluk tespit etmeye çalışmak hatalıdır. Önemli olan, eylemin suça konu olup olmadığı ve o eylemi işlediği iddia edilen kişinin sorumlu tutulup tutulamayacağıdır.

Terör örgütünün hiyerarşik yapısı içinde yer alan, örgütün amacı kapsamında işlenen suçlara bilerek ve isteyerek katılan veya örgüte sistematik şekilde hizmet edip destek verenlerin, sonradan örgütten ayrıldıklarını ilan etseler veya süreklilik arz eden hizmet ve desteklerini kestiklerini söyleseler bile sorumlulukları devam edecektir. Bu kişiler talepleri halinde etkin pişmanlıktan yararlanabilirler. Örgütün varlığını bilen ve bu yapıya dahil olanların suç işleme kastı ile hareket edip etmedikleri önemlidir. Suçun unsurları dikkate alındığında, her eylemin yasak kapsamında değerlendirilmesi doğru olmayacaktır. Çünkü esas olan, “ceza sorumluluğun şahsiliği” ve “kusur” ilkeleri karşısında suç işlemekle itham edilen bireyi suça konu eylemin unsurlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediği veya eyleme iştirak edip etmediğidir.

Hukuki açıdan kabulü mümkün olmayacak sübjektif kıstaslardan hareketle, sorumluluğun varlığı veya yokluğu tespit edilemez, aksine gerçeğin üstünü örten bu yöntem asıl sorumlulara ve maddi hakikate ulaşılmasını da engeller. Yeri gelmişken; etkin pişmanlığın gösterileceği yerin, televizyon ekranları veya gazete sütunları olamayacağını, daha önce eylemleri, yani söz ve davranışları ile soruşturmaya konu yapılanmanın içinde veya yanında yer aldığı iddia edilenlerin, bir tarih veya olaydan sonra suça konu olabilecek eylemlerden vazgeçtiklerinden bahisle sorumluluktan kurtulamayacaklarını, iddiaya konu suçların unsurları ve delilleri itibariyle sorumluluğun devam edeceğini ifade etmek isteriz.

2- Olağanüstü halin ilanı ile olağanüstü hale yol açan nedenlerin bertaraf edilebilmesi amacıyla beş ayrı KHK’nın çıkarıldığı görülmektedir. Prensip olarak, olağanüstü halde döneminde çıkarılan KHK’ların Anayasaya aykırılık iddiası ile iptali mümkün değildir. İptal davası açabilmenin engeli, Anayasa m.148/1’de yer almaktadır ve bu engel, “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” usulünü düzenleyen Anayasa m.152’yi de kapsar. Bununla birlikte istisnai olarak; olağanüstü halde çıkarılan KHK’ların yer, süre, konu ve kapsam bakımından Anayasa Mahkemesi tarafından incelenebileceği söylenebilir, çünkü “hukuk devleti” ilkesi varlığını bu dönemde de korumaktadır, fakat Anayasanın bir hükmüne KHK’nın aykırı düşmesi bu dört ölçüt dışında inceleme ve iptal gerekçesi yapılamaz.

KHK’lara karşı Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılamayacağına dair Anayasada hüküm olmakla birlikte, her bireysel işleme ve sonuca karşı yargı yoluna başvurmanın kapalı olmadığı, yalnızca yürütmenin durdurulmasına karar verilemeyeceği, bunun dışında kanun yollarına başvuru hakkı ile Anayasa Mahkemesi’ne ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne bireysel başvuru haklarının varlığını koruduğu bilinmelidir.

Ancak bilinmelidir ki; yasal dayanakla, yani KHK’dan hareketle işten çıkarılan ve mesleklerinden ihraç edilenlerin, ihraca yol açan yasal dayanak ortadan kalkmadıkça veya yeni yasal düzenleme yapılmadıkça veya KHK’nın yer verdiği isim listeleri saklı olmak kaydı ile hatalı yapıldığı anlaşılan tasarruf ilgili idarece geri alınmadıkça iş ve mesleklerine dönebilme ihtimalleri pek mümkün değildir. Belki işlem hatasının yargı yolu ile saptanması mesleğe dönüş yolunu açabilir. Ancak haksızlığa uğradığına inanların talepleri, umumiyetle tazminat niteliğinde ve manevi temelli itibar iadesi derecesinde kalacaktır.

Olağan kanun yolları tüketilmeden Anayasa Mahkemesi’ne ve iç hukuk yolları tüketilmeden de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne gidilemez. Bu yolun açılabilmesi için, iç hukukta gösterilen olağan kanun yollarının hiçbir anlam ifade etmemesi ve etkili yargı yolundan uzaklaşıldığına dair net tespitlerin yapılması gerekir. Doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne veya İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvurunun kabulü halinde, bu mahkemelerin yargı yetkilerini aştığı sonucuna varılacaktır. KHK’larla düzenleme yapılması, bu KHK’lardan hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığını veya etkilendiğini ileri süren kişilerin bireysel olarak yargı yoluna başvurabilmeleri mümkündür. Düzenlemenin kanun veya KHK olması sonucu etkilemeyecektir. Çünkü kanun veya KHK’yı dayanak alarak bireysel idari işlem tesis eden kamu otoritesine karşı ilgili, bu işlemin ve işlemin dayanağı olan KHK’nın hukuka aykırılığını ileri sürebilecektir. Anayasa bireysel işleme karşı yargı yolunu kapalı tutmadıkça, olağanüstü hal döneminde yürütmenin durdurulması kararı hariç yargı yolu kapatılamaz. Nitekim bu husus, 667 sayılı KHK’nın 10. maddesi ile olağanüstü hal döneminde çıkarılacak tüm KHK’ları kapsayacak şekilde 668 sayılı KHK’nın 38. maddesinde yer almaktadır.

667 sayılı KHK’nın “Yürürlüğün durdurulması” başlıklı m.10. maddesine göre; “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez”.

668 sayılı KHK’nın “Yürütmenin durdurulması” başlıklı 38. maddesine göre; “Olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez”.

Olağan kanun yolunun, tasarrufun dayanağının KHK olması sebebiyle reddedilerek tüketilmesi halinde, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin güvencesi altında olan herhangi bir hak veya hürriyetinin etkilendiğini iddia eden ilgilinin önce Anayasa Mahkemesi’ne ve ardından İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunma hakkı vardır. Olağanüstü hal ilanı ile insan hak ve hürriyetlerinin askıya alınması, Anayasa m.15 ve İHAS m.15 kapsamında bireysel başvuruların sonuca ulaşmasını önemli derecede daraltacaktır. Kamu otoritesinin açıkça dayanaksız ve keyfi uygulamaları olmadıkça, en önemlisi de iç hukukta etkili yargı yolunun kısıtlanmaması halinde, olağanüstü halin ilanına yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması amacıyla başvurulan tedbir ve alınan kararların hukuka aykırılığının tespiti olağan hukuk düzenine göre zorlaşacaktır. Çünkü olağanüstü halin ilanı ile gündeme gelen insan haklarının askıya alınması, bireysel başvurunun iddia ettiği hak ihlali incelemesini daraltacak ve inceleme yetkisi, yalnızca İHAS m.15/2 ve belki Anayasa Mahkemesi bakımından ek olarak Anayasa m.15/2, bunların yanında açıkça dayanaksız veya keyfi uygulama olup olmadığı yönleriyle sınırlı kullanılabilecektir.

Örneğin İHAM 18.12.1996 tarihli Aksoy/Türkiye kararında;İnsan haklarının askıya alındığına dair Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapılan bildiriye rağmen İHAM; başvurucunun yargıç veya diğer bir görevlinin önüne çıkarılmaksızın ve keyfi olarak en az 14 gün gözaltında tutulmasının, Sözleşmenin 15. maddesini ihlal ettiği sonucuna varmıştır.

İHAM bu kararında; ulusun yaşamının bir “olağanüstü durumla” tehdit edilip edilmediğine, eğer tehdit ediliyorsa, bu olağanüstü durumla baş edebilmek için nereye kadar ileri gitmenin gerekli olduğuna karar vermenin, kendi ulusunun yaşamından sorumlu olan taraf devletlere düştüğünü hatırlatır. Ulusal makamlar, günün ihtiyaçları ile doğrudan ve sürekli ilişki içinde olmaları nedeniyle, böyle bir olağanüstü durumun öncelikleri ve bunu gidermek için yapılacak yükümlülük azaltmaların niteliği ve kapsamı üzerinde karar verirken, genellikle uluslararası yargıçlara göre daha isabetli karar verebilirler. Bu nedenle, bu konuda ulusal makamlara geniş bir takdir alanı bırakılmalıdır.Ancak taraf devletler, sınırsız bir takdir yetkisi kullanamazlar. Mahkeme; devletlerin, krizin zorunluluklarının kesinlikle gerektirdiği ölçünün ötesine geçip geçmediklerine karar vermekle yetkilidir. Mahkeme bu denetim yetkisini kullanırken; yükümlülük azaltma ile etkilenen hakların niteliği, olağanüstü duruma yol açan sebepler ve olağanüstü durumun süresi gibi, konu ile ilgili faktörlere gereken ağırlığı vermek zorundadır.

İHAM’a göre; salt olağanüstü halin ilanı ve bu durumun Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirilmesi, bireysel başvuruların incelenme yetkisini daraltmakla birlikte ortadan kaldırmaz.

3- 667 sayılı KHK’nın 2. maddesinin 2. fıkrası ile 668 sayılı KHK’nın 2. maddesinin 3. fıkrasında yer alan, elkoyulup hazineye intikali yapılan kurum ve kuruluşlar ile ve sair yerlerin borçlarından dolayı alacaklıların hiçbir şekilde hazineden hak ve talepte bulunamayacaklarına dair hükümlerin yol açabileceği hatalı uygulamaların, 670 sayılı KHK’nın “Devir işlemlerine ilişkin tedbirler” başlıklı 5. maddesinin giderilmesinin amaçlandığı görülmektedir. Bu düzenleme isabetli olmuştur. Buna göre; kapatılan kurum ve kuruluşların alacağı olanların, alacağını kanıtlayan belgelerle 60 günlük hak düşürücü sürede (bu süre kaçırıldığında hak son bulacaktır), vakıflar yönünden Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ve diğerleri için de Maliye Bakanlığı’na başvurulması gerekmektedir. Başvuru süresi 17.08.2016 yürürlük tarihinden itibaren başlamakla birlikte, bu tarihten sonra kapanan kurum ve kuruluşlar yönünden 60 günlük süre kapanma tarihinden başlayacaktır.

Borç ödemesinde; malvarlığının aynından doğan vergi borçları, rehinli alacaklar, sigorta primleri, diğer vergi, resim, harç, fon kesintisi, pay gibi borçlar, enerji, iletişim ve su kullanım borçları ile çeşidine bakılmaksızın 500 TL’yi geçmeyen borçlar ve en sonunda da diğer borçlar şeklinde sıralama esas alınacaktır.

Cerablus’a Dair Not:

Türkiye Cumhuriyeti, Gaziantep’te yapılan son bombalı saldırının ardından Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesinin kendisine tanığı meşru savunma hakkını kullanmıştır. Hedef; ulusal güvenliği tehdit eden her türlü unsuru bertaraf etmek, yeni göç dalgasını durdurmak, Suriye topraklarında tampon, güvenli bölge veya bölgeler oluşturulmasını sağlamak, en önemlisi de insanların can ve mal güvenliklerini korumaktır.

Belirtmeliyiz ki, 1295 km’lik Irak ve Suriye sınır hattında komşu devletlerin varlığının kağıt üstünde bırakılıp, fiili oluşumların kendisini gösterdiği ve bu durumun da özellikle Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bölünmez bütünlüğü ile üniter yapısını, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini tehdit ettiği, ortaya çıkan kayıplar ile somut tehlikenin geldiği boyutun tahammül edilemez noktaya ulaştığı bir gerçektir. Bu gerçek karşısında hiçbir devletin sessiz kalması mümkün değildir.Özellikle son zamanlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin muhtelif yerlerinde askere ve polise düzenlenen saldırılar, yaşanan can kayıpları, kalkışma maksatlı hareketler, vatandaşların can ve mal güvenliğini tehdit eden, sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü ve Anayasa ile kurulu düzenini somut tehlikeye düşüren eylemlere karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini ve Milletini koruma ve kollama yükümlülüğü bulunmaktadır.Uluslararası Hukuk açısından ise, BM Sözleşmesi m.51’den kaynaklanan sınır ötesi meşru savunma bir haktır. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Silahlı Kuvvetleri güçlüdür, gücünün farkında olarak, ulusal güvenliği tehdit eden ve vatan toprağına saldıran eylem ve kalkışmalara artık “dur” demelidir.

Prof. Dr. Ersan Şen - Haber 7