Türkiye’nin yaş ortalaması 29 dolayındaymış…
Demek ki nüfusumuzun önemli kısmı gençlerden oluşuyor.
O halde, bir zamanlar gürül gürül akan derelerin, çayların üzerine kurulan “su değirmenleri”ni görüp hatırlayan çok kişi kalmadı denebilir.

Durum böyle olunca, bir şeyi anlatmak için ünlü deyimi kullanarak “Nereden geliyor bu değirmenin suyu?” dendiğinde, o değirmenleri görmemiş çoğunluğun bu sözün ne anlama geldiğini bilmeleri mümkün mü?

Düşünsenize;
Üzerine değirmen kurup onu döndürecek kadar akarsu kalmamış bir kere.
Sular çekilmiş, iş motor gücüne dönünce değirmenin adı da “un fabrikası”na dönüvermiş.

Yaşanan hızlı şehirleşme, insanları köyünden kasabasından koparınca hani neredeyse yenen ekmeğin undan yapıldığını, unun buğdaydan öğütüldüğünü bile pek aklına getirmiyor o 29 yaş ortalamalı nüfusun önemli bir kısmı…

Deneyin isterseniz “bu yıl ekmek sıkıntısı olacak” deyin örneğin; “Niye olacak ki? Marketler satmayacak mı?” cevabını alırsanız hiç şaşırmayın.
Çünkü ekmek denen tüketim malı “markette satılan bir şeydir sadece, gerisi merak bile edilmez.
*
Şimdiki tüketim toplumunda “sorgulama” ancak tek aşamada takılıyor da bir altına inmiyor.
“Ekmek yoksa, marketler satmıyordur”
Abartıyor muyum?
Yoo, hiç de değil; ara sıra insanları şaşırtmak, biraz da içine düştüğümüz cehaletle alay etmek için internette, TV’lerde yayınlanan o komik(!) videoları hatırlayın o zaman…

Ben bunlardan hangisini söyleyeyim ki…
Genç kıza ya da delikanlıya “aya dört şerit yol yapılacakmış ne dersin?” diye soruyorlar da; evladım(!) o anda kendisiyle dalga geçildiğini bile fark edemiyor.

Neden böyle?
İnsanlarımız neden pek çok şeyin nedenini niçinini merak edip öğrenmiyor da sadece “sonucu” ile ilgileniyorlar?
Bu durum üretimden kesilmenin, bir tüketim toplumu olmanın kendiliğinden getirdiği bir şey mi?
Yoksa bilinçli bir eğitimin(!) sonucu mu?
Hani demişler ya; “Bu kadar cahillik ancak eğitimle mümkündür” diye…
*
Bu durum sadece bize mi özgü?
Değil aslında… Batıda da; bilenler, sorgulayanlar dar bir kesim. Sıradan insanlar öğrenmiyor, bilmiyor, sorgulamıyorlar.
Onlar sadece birer tüketici…
Daha yıllar öncesinden duymuştum; “Bir Amerikalı, marketin seçtiği ürünü satın alır; televizyonun söylediğine inanır” derlerdi.
Tüketim toplumu o zamanlardan bu zamana giderek daha da genişlediğine, üretim daha bir merkezileştiğine göre o dönemlerde söylenenler şimdi katlanaraktan artmış olmalı.

*
Gelişmiş ve dolayısıyla “tuzu kuru” toplumlarda çok da dert değil bu durum tabii…
Bilse ne yazar, bilmese ne…
Nasıl olsa sistemi idare edecek bir çark kurulmuş ve yeteri kadar da çarkçıları var.

Asıl sıkıntı bizim gibi yıllar boyu “gelişmekte olan” yani sürekli gelişme peşinde olup da bir türlü o “gelişmişlik” düzeyini yakalayamayan toplumlarda.
Çünkü ara hep açılıyor.
Onlar 10 adım attığında biz bir adım atıp bayağı da bir şeyler yaptık, eskiden bunlar mı vardı ki diye oyalanıyoruz.
Dünya küreselleştikçe, o gelişmişlerin “küresel” etkinlikleri bizi giderek daha da büyük ölçüde hakimiyetleri altına sokuyor ve insanlarımızı “edilgen” ve “düşünemez” hale getiriyorlar.

“Gelişmekte” denen ama bir başka deyişle “gelişmemiş” toplumlarda büyük bir yapısal sıkıntı var.
Bu ülkelerin “düşünemeyen” nüfusları, -bırakalım ülkelerini nasıl geliştireceklerini araştırmayı- bu gelişmemişliğin nedenlerini bile fark edemiyor, sorgulayamıyor, çıkış yollarını bulamıyor ve etraflarındaki çemberi bir türlü kıramıyorlar.

Bir yandan da “demokrasi” aslında o halkın düşünüp taşınıp ülkesine ve kendisine yararlı olanı seçmesine dayanmıyor mu?
Demokrasi, seçilmişlerden halkın doğru bildiği şeylerin yapılmasını istemesi rejimi değil mi?
Yani her şey halkın isteğine, arayışına bağlı değil mi?
Sonuçta, bu işleri çözecek olanı halk bilip seçecek değil mi?
Ama maalesef iş kitaplardaki gibi gelişmiyor.

Nitekim geçtiğimiz koca bir seçim kampanyasında en büyük malzeme “ben sana daha çoğunu veririm” demekten ibaret değil miydi?
Ve kazanan taraf da, en azından karizmayı çizdirmemek için iyi kötü bir şeyler vermiyor muydu?.
İnsanlar memnun tabii…
İyi de, hiç düşünmüyorlar, hiç sormuyorlar ki bu gün bize “verilenler”, “al tüket” denenler acaba nereden, nasıl ve neye rağmen karşılanıyor?
Özetle; bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Kendimize yetecek kadar üretip fazlasını satarak dış ticaret fazlası vermemizden değil elbette ama:
-Hesapsız borçlanmalarla, bizden sonraki nesilleri de ipotek altına sokmakla mı?
-İyi kötü ürettiğimiz, yarattığımız değerleri birilerine kaptırarak mı?
-Ekonomik kayıplar bir yana, üzerine bir de siyasi tavizler vererek mi?...

Türkiye maalesef, bu günkü durumunun nedenini sormamak, hatta merak bile etmemekten dolayı giderek daha büyük açmazlara, daha da karanlık dehlizlere doğru yol alıyor.
Halkımızın en az yarısı “bu gün” eline geçen paraya, kendisine “bu gün” sunulana bakıyor ve halinden çok mutlu görünüyor da, yukarıda dediğimiz gibi “bu değirmenin suyunun nereden geldiğini” hiç düşünmüyor, yarın çıkacak faturayla hiç ilgilenmiyor bile…
Oysa "deniz bitiyor".

Ne yapacağız peki?
“Demokrasi dediğin de budur”
“Halkımız ne isterse onu yaparız”
“Neden hoşlanıyorsa onu veririz” deyip siyaseti buna göre kurgulayalım, işler bir dönem de bizim elimizle ve gittiği yere kadar gitsin” mi diyelim?
Yoksa, siyaset anlayışımızdan ve siyasi kadrolarımızdan başlayıp insanlara kayıtsız şartsız ve daha bol tüketim vadetmek yerine “bu değirmenin suyunun nereden geldiğini, kaynağın asla sınırsız olmadığını, o bir zamanlar üzerlerine değirmenler kurduğumuz sularımız gibi bir gün kuruyabileceğini” mi anlatalım?
İki arada bir deredeki günlük siyasetin bu konuyu mutlaka bir karara bağlaması lazım.

O kadar da kolay değil tabii…
Ama karar verip yine de anlatmaya çalışılmalı.
Çünkü “demokratlık” sadece halkın hoşlandığını yapmakla yetinmek olmamalı.

Bu işin, orta ve kısa vade için de halkın yararına davranmak gibi bir sorumluluğu da olmalı.
Gerçi anlatılsa da anlatılmasa da “yaşayan” herkes o vadelerde bir gün mutlaka durumu “yaşayarak” görecek ve gördüğü için de kavrama sorunu kalmayacak ama, o zamanlarda kavrananlar ne siyasetin ne halkın pek bir işine yaramayacak.

Atalar “bir musibet bin nasihatten evladır” yani öğreticidir demişler.
Ah şu işler o musibet durumlarla karşılaşılmadan, daha nasihat safhalarında, çok büyük maliyetlerle karşılaşılmadan öğrenilebilse ve öğretilebilse…

Yok mu şu değirmen ve su meselesinden yola çıkıp bizdeki siyasetin çok sakat bir kulvarda ilerlediğini, bu anlayış değişmeden -kime ne verirseniz verin- asla halkın yararına bir şey yapılmış olmayacağını dile getirecek, siyaset modelini bunun üzerine kuracak birileri?