İçtenlikle söylemem gerekirse, bugünlerde yazı masamın başına otururken çok zorlanıyorum.

Daha doğrusu, canım yazı yazmak istemiyor!

Sanıyorum yalnızca bana özgü bir duygu değil bu. Birçok arkadaşımda da aynı bıkkınlığı, isteksizliği görüyorum… Zaten son günlerde bunu yüksek sesle dillendirenler de oldu...

Kuşkusuz, “yazmak ya da yazmamak” ikilemi her yazar için geçerlidir. Çünkü kalem emekçileri de insandır. Onların da zaman zaman kişisel ya da toplumsal nedenlerle bunalıma girdikleri, karamsarlığa kapıldıkları ve bunun sonucunda yazma eylemini bıraktıkları ya da erteledikleri biliniyor. Hatta bu yüzden, Türkiye’de ve dünyada özkıyımı (intiharı) seçenler bile var…

* * *

Hanifi Yiğittekin adında genç bir ozan tanıdım Facebook’ta. Ailesi Siirtli imiş ama kendisi doğma büyüme Adanalı. Gerçekten yetenekli bir kalem. Müthiş çarpıcı ve eleştiri yüklü dizeleri var. Üstelik yaşamın içinden süzülmüş sahici duygularla yazıyor şiirlerini. Şu taşlamanın güzelliğine bakar mısınız:

“Taş olsaydınız
hiçbir yosun sarmazdı sizi

sonsuz bir boşlukta
döner döner dururdunuz da
yine de düşmezdiniz
hiçbir kara parçasına
-göktaşı olsaydınız...

ateş olsaydınız
cürmünüze dahi tesir edemezdiniz

kendi yangınınızda
söner söner kururdunuz da
yine de uçmazdınız
hiçbir rüzgârın esintisiyle
-kül olsaydınız...”

Su gibi akıp gidiyor Hanifi’nin dizeleri. Sözleri de kurşun gibi ağır…

Kısa bir bölümünü aktardığım bu şiirin muhatabı ise, ozanın kendi adlandırmasıyla “Malum Kişiler”

Hanifi de ne yazık ki siyasal-toplumsal sıkışmışlık içinde karamsar duygulara kaptırmış kendini. Birkaç gün önce Face duvarında, “Stefan Zweig'ın umutsuzluğu var içimde. Eksik olan tek şey, siyanür” satırlarını görünce irkildim. Hemen şu notu düştüm sayfasına:

“Aman uzak dur bitten, pireden, bir de siyanürden Hanifi kardeş! Yaşamak, mücadele edince daha güzel!”

* * *

Dar zamanlarda umarsız kalabilir her insan. Yazmanın, hatta yaşamanın anlamsızlığı düşüncesine kaptırabilir kendini.

“Bugün canım yazı yazmak istemiyor”duygusu ise her köşe yazarının bir gün çalabilir kapısını.

1960 yılının 28 Nisan günü, İstanbul Üniversitesi, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in gestapo kılıklı polislerince basılmış; protestocu öğrencileri korumak isteyen Rektör Ord. Prof. Sıddık Sami Onar (bir zamanlar böyle rektörler varmış) yerlerde sürüklenmiş; bu arada Turan Emeksiz adlı Orman Fakültesi öğrencisi, Beyazıt Meydanı’nda polis kurşunuyla öldürülmüştü…

Ertesi gün, Çetin Altan’ın Akşam gazetesindeki köşesi, “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” başlıklı boş bir çerçeve olarak çıkmış; tek tümcelik bu yazı, onlarca makaleden çok daha etkili bir protesto biçimi olarak basın tarihimizdeki yerini almıştı…

Baskıcı Demokrat Parti iktidarının devrilmesinde bu yazının özel bir yeri vardır.

Çetin Altan o yıllarda sıkı bir muhalifti ve bir ay sonra Menderes Hükümeti’ni deviren 27 Mayıs askeri müdahalesini coşkuyla selamlamıştı…

* * *

Ünlü roman eleştirmenimiz Fethi Naci’nin uzun soluklu yazarlık yaşamı da değişik nedenlerle iki kez kesintiye uğramıştır.

İlki, trajik bir olayla ilgilidir. 1976 yılında, kızını ve eski eşini araba kazasında yitirince derin bir acıya gömülmüş; kendini içkiye vererek yazma uğraşından uzaklaşmıştır.

1990’1arda ise -biraz da Sivas cankırımının etkisiyle- artık yorulduğunu, okumaktan ve yazmaktan tat almadığını söyleyerek eleştirmenliğe temelli veda etmiştir...

* * *

Gazeteciler ve yazarlar olarak en mutsuz günlerimizdeyiz…

AKP karanlığında, neredeyse soluk alamaz duruma geldik.

“Bugün canım yazı yazmak istemiyor” duygusunu daha yoğun biçimde yaşıyoruz.

Peki, ne yapacağız? Korkup sinecek, çekip gidecek miyiz?

Buna hakkımız yok!

Böyle bir ortamda kepenk kapamak, bırakıp gitmek, tam da karşımızdakilerin istediği bir şeydir.

Tamam, canımız yazı yazmak istemiyor! Okumaktan ve yazmaktan eskisi kadar tat alamıyoruz!

Ama “OHAL”de, bu halde ve de her halde yazar olma sorumluluğumuz var!

Canımız istese de istemese de vazgeçemeyiz yaşamı savunmaktan.

Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi, “Yaşamak görevdir yangın yerinde…”

Yazmak da şimdilerde öyle bir şey işte!

* * *

Bugün 10 Ekim… Ankara’daki Gar Katliamı’nın birinci yıldönümü…

15 Temmuz’da ölenleri “şehit”, yaralananları “gazi” ilan etti hükümet. “FETÖ kalkışmasında parmağının ucu incinenlere bile gazi maaşı bağlanacak” dedi Başbakan.

10 Ekim’de bombayla bedenleri parçalanan yurttaşlarımızın yakınlarına ise başsağlığı bile dilemedi bu devlet! Üstüne üstlük bir de yasak getirdi anma törenlerine…

Bugün gerçekten canım yazı yazmak istemiyor…

Kaynak: Birgun.net