Başkalarına vahşet gözüken artık bizlere komik geliyor. İç-selleştirdiğimiz bu şiddet dilini başka dünyaların anlaması kolay değil

Londra’da çalıştığım yer Yeni Zelanda Büyükelçiliği ile aynı binada. İki aydır her gün aynı girişten giriyor, aynı görevlilere selam veriyorum. İki aydır aynı görevliler selamımı almıyor, başlarını kibirle sağa sola ya da öne indiriyorlar. Hatta zaman zaman binaya girişimi zorlaştırmak için kartımı göstermemi istiyorlar. Geçen gün AP’deki meslektaşlarıma “Bu Yeni Zelanda Elçiliği çalışanlarının bizimle derdi nedir?” diye sordum. Hayır, bir İsrailli, Ermenistanlı, Suriyeli, Yunanlı hatta PKK’lı olsa son gelişmeler karşısında Türkiye’nin takındığı tutumdan payımıza düşeni alıyoruz diyeceğim ama Allah’ın Yeni Zelandası... Dünyanın öteki ucu...

Sorum karşısında bir gazeteci “Yeni Zelanda’nın en büyük düşmanı Greenpeace, sen sakın Greenpeace’e üye olmayasın” diye benimle kafa da buldu. Güldük.

İnsan bazen yaşadığı coğrafyadan biraz olsun uzaklaşınca içinde yaşadığı ülkenin değerler yargısının nasıl paranoyalara dönüştüğünü daha iyi anlıyor. Dün akşam Manchester United-Galatasaray maçı öncesi yaşananlar ile aslında herhangi bir gün trafikte yaşadıklarımız ya da Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında takındığımız tutum arasında inanın hiçbir fark yok. Hepsi birbirini birebir etkiliyor, tetikliyor ve normalleştiriyor...

Bildiğiniz gibi James Bond’un son filmi, İstanbul ile Adana arasında gerçekleştirilen bir kovalamaca ve kavga sahnesi ile başlıyor. Başkalarına ‘vay anasını’ dedirten bu sahneler, bizim sıradan ve sıkıcı hayatımızın rutinlerinden biri gibi...

Herhangi bir taksici kavgasını alın, inanın çok daha yaratıcı kavga sahnesi vardır. Geçen gün Cihangir’de evine giden bir kişinin şehrin ortasında 4 metrelik çukura düşüp ölmesinin normal karşılandığı bir şehir İstanbul. Bir Hintliye Ganj Nehri’nde öküzlerle insanların yan yana yıkanması nasıl çok tuhaf gelmiyorsa bu tür kovalamaca sahneleri hatta ölümler de çok tuhaf gelmiyor artık bizlere.

30 yıllık PKK terörü ile mücadelenin şiddet iklimini hayatımıza taşımasının bedeli bunlar. Bu yüzden Manchester United takımının oyuncuları İstanbul’a geldiklerinde, karşılarında ‘Welcome To Hell’ pankartlarını gördüklerinde dehşete düşerken biz adamların korkulu yüzlerine bakıp kahkahayı patlatabiliyoruz.

Bu kadarla kalsa iyi; adamların otel odalarını arayıp normal bir ülkede bir insanın tehditten tutuklanmasını gerektirebilecek ‘Welcome to hell’ telefonunu sosyal medyada yavşak bir tebessüm ile tartışabiliyoruz. Başkalarına vahşet gözüken, artık bizlere komik geliyor.  

İçselleştirdiğimiz bu şiddet dilini başka dünyaların anlaması kolay değil.

Bu dil, Batı’nın bildiği bir dil değil

Benzer bir durum doğal olarak siyasete de yansıyor. Siyasette politikacılar hakaret dilinde her geçen gün eli biraz daha yükseltiyorlar. Düne kadar birbirlerine saydırmalarına dehşet ile bakardık, bugün artık Arap liderlerinden Ortadoğu devletlerine, hatta Obama’ya, hatta BM’ye kadar söylenmeyen ağır söz, yapılmadık hakaret kalmayacak gibi gözüküyor.

Gelin görün ki böylesine ağır sözler Batı basınında hak ettiği gibi kendine yer bulamıyor. Oysa böylesine ağır sözler karşısında Batı’nın bir ‘hop n’oluyoruz?’ diye ayağa kalkmasını bekliyorsunuz. Ama kimse bakmıyor. Hatta görmezden geliyor.

Geçen gün İngiltere’nin en büyük, dünyanın ikinci büyük düşünce örgütü Chatham House sözcüsüne bunun nedenini sordum. Sahi neden bizim manşetlerimizden inmeyen Başbakan Eroğan’ın bu sözleri Batı basınında ‘hak ettiği gibi’ kendine yer bulamıyordu?

İlginç bir cevap aldım. “Bu dil, yapıcı bir dil değil; kimseye, hele de diplomasiye konu olamayacak marjinallikte bir dil.

Bu sözlerin kime edildiği kadar nasıl edildiğinin de önemi var. Bu yüzden kimse görmüyor...”

Biliyorum, sözcünün bu sözlerini duymak kolay değil, sindirmek hiç değil. Hele de gemileri yakıp dünyaya bayrak açmışken, hele de Ortadoğu’daki meydan okuma bayrağını “Öleceksek adam gibi ölelim” noktasına kadar taşımışken bu sözlerin Batı’da hak ettiği gibi yankılanmadığını ilk ağızdan duymak insanın egosunda derin yaralar açabilir.

Türkiye marjinalleşiyor

Gerekçesi her ne olursa olsun, spor statlarımızdaki pankartlardan politikacıların dillerine kadar yansıyan bu şiddet yüklü meydan okumacı dil Türkiye’yi bambaşka bir lige doğru sürüklüyor. Siyaset, anaakım diplomasi dilinden uzaklaşıyor. Böyle olunca dünya ülkelerinin kabul ettiği diplomasi sistemi bir işe yaramıyor. Altyapısı olmayan, askeri gücü sınırlı bulunan bir ülkenin kullandığı bu kof meydan okumacı dil, Türkiye’yi dünyadan adım adım kopartıyor.

Düne kadar Batı dünyasının kadim değerlerini ve doğrularını hedefleyen bir ülkeden çok, kendisini içine çeken Ortadoğu bataklığındaki yeni pozisyona doğru hızla sürükleniyoruz. Ortadoğu’da iyi iş yapabilen “Öleceksek adam gibi ölelim” cümlesinin ne yazık ki Batı dillerinde herhangi bir karşılığı bulunmuyor.