21 Ağustos Çarşamba gecesi, başımı yastığa koyduktan 15 dakika sonra saat 01.15 sıralarında nöbetçi memurlar gelip “Hazırlanın, 2 saat sonra sizi alacağız, Ankara’ya sevk edileceksiniz” dediğinde Tuncay’la birlikte şaşırdık.
Kimseyle vedalaşamayacaktım. En azından aradaki duvara inat, bağırarak sesimizi duyurabildiğimiz yan koğuşumuzdaki Prof.
Yalçın Küçük, Prof. Fatih Hilmioğlu, Durmuş Ali Özoğlu ile son bir selamlaşabilirdik. Gece yarısı, havalandırma kapısı kapalı, artık olanaksız.
Tümünün yerine sevgili Tuncay’la 15 dakikalık bir bedensel ayrılık töreni yaptık. İyi kahve yapar... Hani köpük kısmı, altından daha kalındır desem yeridir.

***

Saat 03.45’te Silivri 1 No’lu Cezaevi’nin 6 metre yüksekliğindeki raylı demir kapısından dışarı adımımı atmadan önce nöbetçi memurlarla helalleştik. Herkes adına da nöbetçi başmemur Yahya kaptanla vedalaştık.
4.5 yılda İstanbul’da 3 kez cezaevi, 7 kez koğuş değiştirdim. Şimdi Ankara Sincan’da 4. cezaevine ve 8. koğuşa gidiyordum.
Yolculuk bu koşullarda olabileceğin en iyisiydi. İki saat gecenin karanlığını, üç saat de aydınlıkta çevreyi seyrederek yolculuk ettik.
Yolculuğun en güzel anı Bolu Dağı’nı tırmanmadan önce Kaynaşlı Jandarma Komutanlığı’ndaki molada yıllar sonra ilk kez bir ağaca dokunmak oldu. Mavi çamın körpe yapraklarını, uyuyan bir çocuğa dokunur gibi usul usul okşadım.

***

Sincan 1 No’lu L Tipi Cezaevi F-6 Alt Koğuşu’nda yeni bir hayat başladı.
Geçen çarşamba günkü haftalık kapalı görüş yeni hayatın göstergelerinden biri oldu. Eşim, kızım, kayınpeder evden çıktıktan yarım saat sonra görüş yerine ulaşmışlar. Silivri’deyken görüş günü gecesi 02.00 haberlerini izler, yol durumuyla ilgili haber var mı diye kontrol eder, ondan sonra yatardım.
Her iki cezaevi de L tipi olduğu için birbirine çok benziyor. Kısa sürede her şeyiyle tanış olduk. Cezaevine alışmamalı, ama aynı zamanda kahredip tükenmemeli.
Meslek yaşamım boyunca Türkiye’nin durumuyla ilgili sıklıkla şu iki değerlendirmenin öne çıktığına tanık oldum:
Bir darboğazdayız...
Bir uçurumun kenarından geçiyoruz.
Şöyle bir düz ovayı, vadiyi, ırmak kıyısını göremedik.
Bugün de gerek iç barışımızla, gerekse çevremizde olup bitenlerle yine benzer bir yorum yapılsa abartı sayılmaz.
Bütün bunların yanında bir de adalet arıyoruz. Gelinen noktada çok büyük bir lüks istemek gibi bir şey. Böylesi durumlarda sadece haklı olmak yetmiyor, aynı zamanda haklı kalmak gerekiyor.
Haklı kalmaya devam ederek adalet aramayı sürdüreceğiz.
Ankara’ya gelişi; yeni bir soluklanma, daha güzel, daha yaşanılası bir Türkiye mücadelesine biraz daha yakından katılma süreci olarak görüyorum. TBMM’ye, CHP Genel Merkezi’ne fiziki olarak da yakınlaşmanın böyle bir anlamı olmalı. Ankara’daki dostlarımın, meslektaşlarımın da beni yalnız bırakmayacağını ilk günden hissetmeye başladım.
Bernard Shaw bir yazısında şöyle diyordu:
“Bir ülkede cezaevi olduktan sonra içinde kimin yattığı önemli değildir.”
Türkiye öyle bir hale geldi ki; öğrencisinden avukatına, askerinden akademisyenine, gazetecisinden milletvekiline kadar tüm toplumsal kesimlerin bir yanı cezaevinde.
Böyle bir ortamda bana mesleğim, konumum ve sorumluluğum gereği hem kendimin hem herkesin özgürlüğü için mücadele etmek düşüyor.
Sincan’la da usul usul tanışıyorum. Geçen gün havalandırmada spor yaparken mırıldandığımı duydum:
Sincan’ı taştan oyarlar,
İçine âdem koyarlar...