Özlemişim... Onların boşluğunu doldurmak zor. Tek teselli, yerlerini masmavi atlas bir denize bırakmış olmalarıydı.

Çok telaşlıydılar. Oradan oraya dönüp durdular. Belli ki aceleleri vardı. Çok da kalmadılar zaten...

Sansürün (ayağa) kaldırılışının yıldönümünden hemen önceki gündü. Gazeteler, dışarıda yüreği bizimle atanlarla içeridekilerin birlikte Tutuklu Gazete yi çıkardığını yazıyordu...

Nefes almak için havalandırmaya çıktım. Seyrek, ince bulutlar akordeon gibi daralıp genişliyor. İçimde hep farklı resimler çizen bulutlar bir an ürküttü beni. Bende ilk kanser hücrelerini canlandırmışlardı. Yapma Balbaydeyip eksenim etrafında bir daire çizdim. Oysa bulutların bu hali bende daha çok ebru sanatının en güzel örneklerini çağrıştırırdı. Hele güneş devrilmiş, tel örgülerin arkasına geçmişse, sarı-kızıl tonlar an an değiştirirdi tabloyu.

***

Böylesi anlarda çok da zorlamıyorum kendimi; hemen karamsarlığı üstünden at, ille de bulutlardan güzel şeyler üret, diye. Nasılsa biliyorum; çok geçmeyecek, yaşam sevinci, yaşama tutunma duygusu, düşmana inat bir gün fazla yaşamakdirenci öne çıkacak...

Güneş, havalandırmayı terk edip serçelerin kanatlarının altında veda ışıklarını yakmaya başladığında bulutlar yine kıpır kıpırdı.

İçim de...

Ruhumun çizdiği resimlere tebessüm edip, Bugün âlemsin oğlumdedim kendime...

Hafif grimsi bulutlar, güneşi gömmeye giden hüzünlü bir kalabalığı andırıyordu.

Az ötedekilerse güneşi bir başka kıtada doğurmak için heyecanla koşturan beyaz başlıklı ebelerden farksızdı.

O bulutlarla 2.5 yıldır neler yapmıyoruz. Pamuklu bir Ege tarlası, köpüklü menderesler çizen bir ırmak, başı karlı, etekleri uçurum sıradağlar... İnsana, yerçekimi diye bir şey varsa bir de gökçekimi var, dedirten bambaşka bir dünya... Hele Trakya rüzgârı estiğinde kendini bulutların arasında bile hissedebilirsin...

Her ressamın aynı renklerden başka başka tablolar üretmesi gibi etrafımızdaki her şey içimizde ayrıca biçimleniyor.

Asıl olan gördüğümüz, sahip olduğumuz renk değil, o renkten ürettiklerimiz.

***

Yazı aramızda o gün beni hüzünlendiren biraz da havalandırmadaki kurbanlardı. Havalandırma malum; 5 adıma 14 adım, yükseklik 6-7 metre duvar, üzerinde silindirik tel örgü...

Bu mevsim havalandırmaya bir şekilde gelen arı, kelebek ve çekirgeler bir türlü çıkamıyor. Duvarı aşacak yüksekliğe kadar havalanamıyorlar. Defalarca deniyorlar, başaramayınca beton dibinde ölüme çekiliyorlar.

İki arıyı yan yana, yarı baygın görünce daha önce de denediğim ve olmadığını bildiğim halde uçurmaya çalıştım. Betona çakıldılar...

Günün sonuna doğru, betona bile yuva yapmayı başaran karıncalar, iki arının etrafındaydı!

Doğanın, ölümü de içine alan yaşam kanunu. Karıncalar iki arının bıraktığı bedensel mirasın etrafında arı gibi koşturuyordu.

O sırada bir serçe de günbatımını bağrına almış nasıl da şakıyordu.

Bulutlar bu kez gül giyinmişti...

Heeey dedim onlara; arayı soğutmayın yine gelin...

Duvarları ne kadar yüksek örerlerse örsünler, gökyüzünden yüksek yapamazlar ya...



Cumhuriyet/Mustafa Balbay