Beni öteden beri en rahatsız eden, maaşını benim vergilerimle ödediğim, doğruyu yanlıştan ayırmakla görevli, hâkim cübbesi giymiş kişilerin, gerçeklik gözlerine sokulmuşken bile aka kara demesi. Bunu ilk gördüğümde inanamadım, sonra korktum, sonra da kızdım. Şimdi kızgınlık artarak devam ediyor.

Bu işin geçmişi de vardır mutlaka, ama ben kişisel olarak kendine mahkeme diyen heyetlerin bilimsel gerçeğin tersini savunması rezaletine ilk kez arkadaşım Balbay'ın uğradığı dijital cehalet destekli zulüm nedeniyle tanık oldum. Bu yaştan sonra Ceza Muhakemesi Kanunu, Siber Suç Sözleşmesi, iddianame, mütalaa, tebliğname, bir yığın bilirkişi raporu vs. okumak nasip oldu. Her yeni öğrendiğim bilgiyle adım adım "bir yanlışlık vardır, hâkimler sonunda gerçeği görüp doğru kararı verir" saflığından "bunlar örgüt!" uyanışına doğru evrildim.

Neyse ki başka bir tepişmenin yan etkisi olarak da olsa sonunda "Özel Yetkili Mahkeme" denen şeyler ortadan kalktı. Bulabildiği her yasa gibi özellikle kendisi için çıkarılan "şu sürede gerekçeli kararı yaz!" kanununu da çiğneyen Ergenekon "mahkeme"si karar marar yazmadan tuzla buz olduğundan en azından binlerce sayfalık yeni bir saçmalık okumaktan kurtulmuş oldum. Yerlerine daha normal mahkemelerin gelmesini gönülden diliyorum. Ama sorun bitmiş değil.

12 Eylül 2010'da milletçe girdiğimiz zekâ testi sonucunda önce Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, sonra onun kanalıyla da Danıştay ve Yargıtay yeniden yapılandırıldı, ve ardından yüksek yargıda da şov başladı: Yeni Yargıtay başsavcısı, İlker Başbuğ'un Anayasa'nın dediği gibi Yüce Divan'da değil, yukarıda andığım ÖYM'de yargılanmasını sağladı, Kayseri'de askerî bilgisayara sahte "Ergenekon belgesi" yerleştirirken yakalanan astsubayı sorgulayıp ardındaki örgüte yönelen savcının hapsedilmesi onaylandı, derken sıra Balyoz'la Askerî Casusluk'a geldi.

9 Ekim 2013 hukuk tarihine nasıl geçer bilemem, ama bilim ve teknoloji tarihine şimdiden "Türk Yargıtay'ının 'error' verdiği gün" olarak geçti. Yargıtay 9. Ceza Dairesi başkan ve üyelerinin Balyoz davasında yüzlerce insanı ağır hapis cezalarına çarptıran "mahkeme"nin kararını onamak için yazıp altına da imza attıkları metni okurken gerçeğin bir türlü kapısından içeri giremediği engizisyon yargılamalarını hatırlamamak olanaksızdı. Bu davada (sanıkların çoğunluğu hakkındaki tek delil olarak sunulan) dijital dosyaların sahte oldukları, yani iddia edilen tarihte iddia edilen kişiler tarafından üretilmemiş oldukları bilimsel olarak defalarca kanıtlanmış, zaten sırf adı böyle bir dijitalde geçti diye bir insanı suçlamanın akıl, mantık ve hukuk içinde mümkün olmadığını da ilkokul öğrencileri bile anlamıştı. Dahası, İstanbul'daki "mahkeme"nin adil yargılama yapmadığı Birleşmiş Milletler yargıçlarınca karara bağlanmıştı. Yargıtay'daki duruşmalarda bunlar sözlü olarak da vurgulanmış, Daire'nin "görmedim, farketmedim" demesine imkân kalmamıştı. Buna rağmen sahteciliğin faillerini değil, mağdurlarını cezalandırdılar. Adlarını tarihe yazdırdılar, orası kesin. Kötü bir gündü. 

İki ay sonra aynı şeyi İstanbul Askerî Casusluk Davası denen deli saçması insanlık suçu için yaptılar. Onlarca masum insan da o bağlamda, normal bir ülkede olsa olsa "toplayan" polislerle "kullanan" savcılar hakkında delil olarak işe yarayabilecek dijitallere dayanılarak mahkûm edildi.

Bu bilimdışı kararları alan kişiler hâlâ işlerinin başındalar. Haksız yere zindana yolladıkları insanlar da hâlâ hapiste! Kendinizi güvende hissediyor musunuz?

Prof. Dr. Cem Say

Boğaziçi Üniversitesi

Bilgisayar Mühendisliği Bölümü

Odatv.com