Komşu evlerden gelen kahkahaları, ağlayan bebeğin sesini duyardık, bazen de tartışmalar, kavgalar tabii, hepsi insanca olan…

 Mahalle sokaklarında cıvıl cıvıl çocuk sesleri...  Yakınlarda ki meydanda delikanlılar genç kızlarla sohbet ederdi. Bütün mahalle birbirini tanırdı.

Arabamız yoktu, çay içmek için Arnavutköy’e 25 dakika yürüyerek giderdik. Gitmesi kolaydı ama dönerken yokuşu çıkmak yorardı bizi.

İstanbul trafiğindeki arabaların %1’i bile özel araba değildi.

Etiler’in Boğaza bakan sırtlarında yüksek binalar, villalar henüz dikilmemişti.

O zamanlar işimize otobüs, tramvay ve trenlerle giderdik. Bu yolculuklarda sohbet eder, yeni insanlar tanırdık.

İstanbul’un iki yakası arasında gemi ile seyahat edilirdi. Yolcular birbirini çoğu kez tanırlardı.

Kadıköy’den ve Sirkeci’den Sarıyer’e giderdi vapurlar, Anadolu Kavağı, Rumeli Kavağı, İstinye, Küçüksu, Çubuklu, Bebek, Emirgan gibi birçok iskeleye uğrayarak.

Bir zaman sonra herşey değişmeye başladı.

Her gün ait olduğumuz topluluklara yabancılaşıyorduk. Aile, arkadaş sohbetleri bitiyordu. Günbegün insanlığımızı yitiriyorduk farkında olmadan.

Uyuşturuluyorduk ama farkında değildik, reklamlar, Hollywood filmleri ve çeşit çeşit yollarla…

Sonra televizyonlar, cep telefonları…

Araba, ev sahibi olmayı, birgün ünlü olmayı hayal ediyorduk.

Meğer yalanla besleniyormuşuz.

Serbest piyasa ekonomisi diyorlardı, rekabeti övüyorlar, devleti ve kamu sektörünü kötülüyorlardı.

KİT’leri önce yağmalamış, sonra günah keçisi ilan etmişlerdi.

İnanmıştık, kalkınıyorduk, birgün bizde zengin olabilirdik.

Bakın neler oldu?

%80 parçası ithal olan otomobilleri yerli araba diye yutturdular bize.

Biz bu yalana inanmaya hazırdık, artık yerli araba üretiliyordu ve birgün biz de bir araba sahibi olabilirdik.

Yerli otomobil üretimi hikayesi ile birlikte trafik yoğunluğu başlamıştı.

Çözümü buldular, boğaza köprü…

Birinci köprü yapıldı ama trafik sorunu bitmemişti, aksine artmıştı... 2. Köprü, yetmedi üçüncüsü...

Diğer yandan yapsatçıları her yeri inşaat alanına çevirdi.

Anadolu’dan İstanbul’a göç başlamıştı. Göç eden bu yığınların barınacak yerlere ihtiyacı vardı. Oflu, Rizeli yapsatçılar yetişemiyordu konut talebine. Ayrıca parasız pulsuz İstanbul’un taşı toprağı altın deyip gelen yığınla insanın alım gücü de yoktu.

Çarpık da olsa gelişen bir sanayi mevcuttu ve bu sanayinin ucuz emeğe ihtiyacı vardı.

İşte gecekondulaşma denilen olgu bu ihtiyaçtan doğdu.

İstanbul’daki gecekondulaşma her şeyin habercisiydi de farkında değildik.

Sözde yöneticiler gecekondulaşmaya karşıydı da önlenemiyordu...  Devletin gücü işçi, gençlik yürüyüşlerini, grevleri şiddetle bastırmaya yetiyordu da gecekondulaşmayı durdurmaya yetmiyordu.

Ne büyük bir yalandı bu.

Anlatamadık; devlet değil gecekondulaşmanın önüne geçmek aksine birkaç yılda bir çıkardığı aflarla teşvik ediyordu.

Neden peki?

Çünkü gecekondu mahalleleri sanayi ve yapı sektörünün ucuz emek depolarıydı. Tıpkı bugünlerde asgari ücretin altında kaçak çalışan Suriyeli göçmenler gibi.

Ben İstanbul’a ilk geldiğimde İstanbul’un nüfusu 1 milyon 7 yüz bindi. İş saatleri dışında otobüste yer beğenirdik.

Gözünü kar hırsı bürümüş dünya otomobil tekellerinin pazara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden Marshall Yardım Programı ve benzeri yardım programları ile Türkiye’ye gelen yardımlar otoyol yapma koşulu ile geliyordu.

Yollar arabaya arabalar enerjiye bağımlıydı. Giderek de insanlar araba bağımlısı oluvermişti. Araba yabancı, yakıt yabancıydı, yola teşvik bundandı.

Bir yandan da toplum tüketime özendiriliyordu.

Çocukluğumda radyolarda sana yağı reklamı yapılırdı. Köyde çocuklar ekmeklerinin üstüne tereyağı yerine sana yağı sürülmesini isterlerdi, bunun için ağlarlardı.

Sonra TV reklamları.

24 Ocak 1980 kararları ile başlayan serbest piyasa ekonomisinde radyo televizyon tekeli kaldırıldı. Birden özel TV kanalları çoğaldı.

Özel radyo ve tvlerle reklamlar her alanda toplumu etkileyip yönlendirmeye başladı. Reklamlar sayesinde insanlar o teneke kutusu gibi arabaların hayalini kuruyorlardı.

İsterseniz o eski araba reklamlarını bu linkten dinleyebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=CqI9tmvuOFI

İnsanlar bir araba bir ev hayali ile yaşıyorlardı.

Bir taraftan inşaatlar diğer tarafta montaj sanayi harıl harıl çalışıyordu.

 Serbest piyasa ekonomisi gelmiş, korumacı ekonomi sona ermişti.

Kalkınıyorduk.

Yalan yok kalkındık da…

Özal dönemine kadar halk “devlet baba” derdi, Özal devlet baba değildir demişti. Şaka gibiydi bu sözler, zaten halk da Özal şaka yapıyordu diye düşünmüş olacak ki sustu oturdu.

Özal böyle ne sözler etti de bizim halkın gıkı çıkmadı.

“Benim memurum işini bilir”

Özal bu sözleri ile rüşveti teşvik ediyordu.

Bu yıllar hayali ihracat ve naylon faturanın zirve yaptığı yıllardı.

Özal rüşvet gibi vergi kaçakçılığını da övüyordu.

Özal bilinçli olarak vergi kaçakçılığa, hayali ihracat ve naylon faturaya göz yumuyor, hatta teşvik ediyordu.

Serbest piyasa ekonomisine geçmiştik ama hala yeter kadar kapitalistimiz yoktu. Özal bu yüzden kapitalistlere çalın çırpın sermaye yapın diyordu.

Devlet eliyle kapitalist yaratma İttihat Terakki’ye kadar geriye gider. Bu zihniyet Cumhuriyetle de devam etti.

Serbest piyasa ekonomisi bir başka deyişle soygun düzeni ile kalkınıyorduk.

Kalkınmasına kalkınıyorduk da o dev anası apartmanlarda karşı komşumuzu tanımaz olduk. Çünkü trafik yoğunluğu nedeniyle işten eve ister özel araba ile olsun ister balık istifi toplu taşıma ile olsun yorgun, bitkin ve stres içerisinde geliyorduk. Karşı komşuyu tanıyacak ne zaman, nede takat kalıyordu insanlarda…

Betonlaşan, gittikçe büyüyen bu şehir her şeyimizi yok ediyordu ama biz hiçbir şeyin farkında değildik. Karşı komşudan kahkahalar gelmiyordu artık, bebek ağlamaları duyulmuyordu, sokaklarda çocuklar oynamıyordu.

Herşey betonlandı, geçmişimiz, ait olduğumuz şeyler, dostluk, komşuluk, sevgi, özlem...

Sokaklarda çocuklar oynayamıyordu çünkü sokaklar arabaların işgali altındaydı. Değil çocukların oynaması yetişkinler bile güç bela yürüyebiliyordu sokaklarda... Gençlerin toplandığı mahalle meydanında şimdi gökdelenler vardı.

Hani biz bir çay içmek için Arnavutköy sahiline 20 dakikada gidiyorduk ya, şimdi arabanızla bir saatte zor.

Her yere yürüyerek gitmek zorunda olduğumuz o günlerde biz de karı koca bir araba sahibi olma hayali kurardık.

Araba sahibi olduk olmasına ama boğaza bir kez bile çay içmeye gitmedik.

Kalkındık, büyüdük…

Birçoğumuz iş saatlerinde metrobüse itiş kakış biniyoruz ve içeride tutunacak bir yer arıyoruz, ya da minibüslerde balık istifi işe gidiyoruz.

Özel araba sahipleri hücre hapsi ile cezalandırılan mahkumlardan beter, onların hücreleri en az 5 m2’dir ve bu alanda hareket etme serbestileri vardır, özel arabalarda yarım m2 den az bir alanda, üstelik hareketleri kısıtlı olarak her gün saatlerce araba kullanarak işlerine gidiyorlardır. Arabaların egzoz borularından çıkan zehirli hava çabası…

Böyle bir dünya bize rağmen, dünya zenginlerinin kar hırsı doğrultusunda yaratıldı.

Bu hikâye servetleri dünya nüfusunun %99 unun servetine eşit olan dünya nüfusunun diğer %1’lik kesimi tarafından yazıldı ve bize dikte edildi.

Kandırılmıştık, belki de buna uyutulmuşuz demek daha yerinde oldur.

Mutlu muyuz?

Hayır.

Yalnızız, aileden koptuk, nefes almamıza bile izin vermeyen bu düzende önce ait olduğumuz aileyi, kardeşi, amcayı, halayı unuttuk. Sonra ait olduğumuz topluluklardan koptuk, eşi dostu unuttuk.

TV’lerde biz ait olmayan hayatları takip ediyorduk, onlara öykünüyorduk. Sanaldaki acıları hissediyorduk ama can kardeşlerimizi, yakınlarımızın acısına yabancılaşmıştık.

Evde, arabada, yolda yürürken gerçek hayattan kopuk sanalda yaşıyoruz. Yanımızdan gelip geçen bir güzelin, bir yakışıklının farkında bile değiliz.

Hala uyutuluyoruz.

Peki ne zaman, nasıl uyanacağız ve başka bir dünya mümkün diyeceğiz.

Bilim insanları dünya 6’ıncı yok oluşa yaklaşıyor diyor.

Bu yok oluştan sonra uyanmak geç olsa gerek.

Ne zaman uyanacağız biliyor musunuz, yaşadığımız dünyayı sorgulamaya başladığımız, kendimize ve etrafımıza sorular sormaya başladığımız zaman.

İşte o zaman çözümü tartışacağız.

Kapitalizmin çöküşte olduğu kesin ama yerine gelecek olan belirsiz.

Marksizm’in tarihsel gelişim teorisinin yanıldığı nokta tam da burası; gelmesi kaçınılmaz olan bir gelecek yok.

Biz hayata müdahale etmezsek gelecek çok kötü olabilir, bilim insanlarının dediği gibi 6’ıncı yok oluş olasılık olmaktan çıkar.

Gelecek bizim elimizde, yeter ki biz soru sormaya, sorgulamaya başlayalım.

Rahmi Ofluoğlu