Dünyanın tek bilinçli varlığı olan insan bilincini yeterince kullanabiliyor mu? Onun bu yolda gerçek anlamda istekli olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Bugün dünyanın her yerinde insanoğlu gündelik bilinçle yaşamayı ve onun ötesine geçmemeyi bir yaşam biçimi olarak seçmiş görünüyor. Roma’nın son dönemleriyle ilgili olarak tarihçiler şöyle bir belirlemede bulunurlar: herkes iyi yaşamak istiyor ama kimse çalışmak istemiyordu. Günü kurtarmanın gerçekte ya da uzun erimde hiçbir şeyi kurtarmak olmadığını, özellikle geleceği gözden çıkarırken onunla birlikte şimdiyi de gözden çıkarmak olduğunu düşünmüyor insanoğlu. Birçok sıkıntının temelinde tembellikle gelen bilinç yetmezliğinin yattığını görmek istemiyor. Buna göre belli bir ağırlığı olması gereken düşünce dünyası da ister istemez gündeliğe yani basite göre düzenleniyor. Kalem sahipleri bile basite yöneliyorlar, örneğin bir meczup çıksa ve bir şeyler saçmalasa da adamı üç beş gün dilimize dolasak gibilerden boş heyecanlara kapılıyorlar.

Düşünme yükümlülüğü 
Her şey basite göre düzenlenince üst düzeyde düşünme yükümlülüğü belli birtakım kişilere bırakılmış oluyor. Bu işin baş sorumluları her zaman ve her yerde doğal olarak felsefe adamlarıdır. Onlar gündelik bilinçle yetinen ve geleceği umursamayan insanlar adına çaba göstermek, bunun için yarınlara bağlanacak düşünce kanallarını açmak, yeni düşünce ve yaşam biçimlerinin kurulmasına katkıda bulunmak gibi zor bir işin sorumluları durumundalar. Onlar bu sorumluluklarını her zaman gerçek anlamda yerine getirebiliyorlar mı? Geçmişte onların bu ağır sorumluluğu yerine getirebilmek için kendilerinden neler verdiklerini düşünce tarihi kitapları bize uzun uzun anlatır. Sokrates’lerden, Descartes’lardan, Spinoza’lardan, Rousseau’lardan bugünlere uzanan çizgide gözyaşları olmasa da görünür görünmez derin acılar vardır. İnsanlar genel olarak yalnızca kendi acılarını çekerken filozoflar bütün bir insanlığın acılarını çektiler. Felsefenin göze batan yanı elbette onun bilinçleri dönüştürücü yapısıyla ilgilidir. Felsefe tarih boyunca bir gün bile kurulu düzenlerin savunuculuğunu ve bekçiliğini yapmadı. Yeniyi ya da daha iyiyi arayan düşüncenin kurulu düzenlerle sarmaş dolaş olması beklenemezdi. Bu yüzden felsefe her zaman bir bozguncu olarak değerlendirildi. 
Felsefeler kurulu düzenler için tehlikeli olmaya Yeniçağ’ın başlarında başlamıştı. Görmekle ve saptamakla sınırlanan eski düşüncenin yerini bundan böyle arayan düşünce, yalnız görüneni değil görünmeyeni de görmeye çalışan düşünce alıyordu. Bu da düpedüz olan’ı olası’ya doğru aşma çabasını ortaya koyar. Bu arayış daha çok Descartes’la başlamıştır. Kurulu düzenler felsefenin bu dönüştürücü tutumuna elbette sonuna kadar dayanamazlardı. Şu yaşadığımız dönem felsefenin yıldırıldığı, evcilleştirildiği, dişlerinin söküldüğü bir dönemdir. Felsefe böylece özgür düşünce alanından üniversitelerin loş koridorlarına sürüldü. Böyle olunca yaratıcı gücünü yitirdi. Felsefe adamları kurulu düzenlerle el sıkıştılar. Filozoflar korkulan, kovuşturulan, soruşturulan adamlar olmaktan çıktılar. Bundan böyle ayağı yere değmeyen düşüncelerin öne geçmesi ve tumturaklı sözlerle sunulması doğaldı. Gerçekten örneğin bir Husserl’de ya da Heidegger’de gördüğümüz o göz kamaştıran karmaşık yapı eskinin filozoflarında yoktur.

Felsefe geleneği 
Felsefenin böylece akademik ortamların dar alanlarına kapatılması ve anlaşılmazlıklar üretmek gibi bir işlevi yüklenmesi bütün ülkelerde ama daha çok felsefe geleneği olmayan ülkelerde aydınlanmanın önünü kesti. Kitleler belki daha önce de felsefenin aydınlığından çokça yararlanmıyorlardı ama gene de yukarıdan aşağıya vuran birtakım ışıklar vardı. Bilimin teknolojiye bağımlı duruma gelmesi, bilimle felsefe arasındaki bağın kopması, felsefenin temel insan sorunlarından uzaklaşarak yan sorunlarla uğraşır olması, geleceği tasarlamakta eksik kalan insanları tümüyle şimdi’nin içine hapsetti.

BİLİRKİŞİ VE UZMAN GÖRÜŞÜ BİLİRKİŞİ VE UZMAN GÖRÜŞÜ

Arayan, tartışan, karşı çıkan 
Bu durumda gerçek felsefe adamlarının yüzyıllardır evrensel bir araştırma geleneği oluşturan açık ve seçik felsefe anlayışına dönmesini bekliyoruz. Bu da gündelik hesapların dışında insanlığın sorunlarına kendini adamış felsefe adamlarının varlığını gerektiriyor. İnsanlığa adanmış felsefe adamı tipinden kurulu düzenlere bağlanmış felsefe adamı tipine geçişle birlikte yitirdiklerimizi yeniden kazanmak zorundayız. Arayan, tartışan, karşılaştıran, karşı çıkan ve böylece bugünün değerlerini geleceğin değerlerine dönüştürme çabası içinde olan gerçek filozoflar gelene kadar sabırla beklemeli miyiz? Başka ne yapabiliriz ki? Öbür türlüsü felsefe olmayan bir felsefeyi gerçek felsefe gibi benimseyip kendimizi kandırmak ve korunmalı ortamlarda keyif çatmak olmaz mı?
Bilinci gündelik yaşamın dar alanlarından kurtarıp geçmişe ve geleceğe yaymak ve böylece evrensele yönelmek sorunu ayrıca tartışılabilir.  

AFŞAR TİMUÇİN

CUMHURİYET