Ve böylece “Turgut Özal Suikastı Davası” adlı yepyeni bir davamız oldu.
Dava önümüzdeki günlerde görülecek.

“İddianame”ye bakıyoruz:
Deniliyor ki:
“Bu suikastın sorumlusu Levent Ersöz’dür, Özal’ı Levent Ersöz zehirletmiştir”.
Bunun dayanağı nedir?
Yine “İddianame”ye bakıyoruz ve bunun tek dayanağının “Selçuk” kod adlı bir “gizli tanık”ın mahkemede verdiği bir ifade olduğunu görüyoruz.

Ne demiş “gizli tanık Selçuk” ifadesinde de Levent Ersöz “Özal’ı zehirleten adam” haline dönüşmüş?
“Gizli tanık” şunu söylemiş:
“Levent Ersöz bir gün bana, ‘Biz gerektiğinde bir kişiyi, Cumhurbaşkanlığı yapmış bir kişiyi kendi karısına zehirletebiliriz, öldürtebiliriz’ demişti”.
Cümle bu...
Fakat o da ne?
Savcı Bey, “gizli tanık”ın bu cümlesini iddianameye şöyle taşıyor:
“Levent Ersöz bir gün bana ‘Biz gerektiğinde Cumhurbaşkanlığı yapmış bir kişiyi de zehirletiriz, öldürürüz’ demişti”.

Yani cümle sansürleniyor.
Cümledeki “kendi karısına...” bölümü çıkarılıyor, Savcı Beyimiz cümleyi olduğu gibi almak yerine, “kendi karısına...” bölümünü es geçiyor.
Yani “tahrifat” yapıyor.
Açıkça, alenen, kasten, resmen...
Oysa “cümle” çok önemli...
Levent Ersöz, o “cümle” nedeniyle davanın “tek sanığı”. O cümle olmasa, Ersöz suçlanamayacak.
Peki, neden böylesine önemli bir cümleyi savcı eksik alıntılıyor?
Bunun tek bir nedeni var:
Savcı cümleyi eksik alıntılamazsa Turgut Özal’ın eşi Semra Özal, “iddianame”de “kocasını öldüren kadın” olarak geçecek.
Daha doğrusu “iddianame”de suçlama şöyle yapılacak:
Levent Ersöz planladı ve yönlendirdi, Semra Özal da zehri verdi ve öldürdü”.

Ortaya atılacak bu suçlamanın bir tür “deli saçması” olacağını Savcı Beyimiz de fark etmiş olacak ki...
Altın makası işleterek Semra Özal’ı “kocasını öldüren kadın” suçlamasından kurtarıyor, Levent Ersöz’ü ise vicdanı hiç sızlamadan ateşlere atıyor.
Durum şudur:
Bir gizli tanığın kanıtsız, delilsiz salladığı tek bir cümleyle bir insanı, “Görevdeki cumhurbaşkanını öldürttü” diye suçluyorsunuz.
Ama dayanak yaptığınız o sallama “cümle”yi bile eksik alıntılıyorsunuz.
Nereden baksan vicdansızca, nereden baksan kurnazca...
Nereden baksan garabet, nereden baksan ayıp...

‘NATO Paşası’ putunu devirelim

NEYMİŞ efendim, Silivri hapishanesindeki paşalar “hakiki paşa” imiş, bugün komuta kademesinde bulunanlar ise “NATO paşası” imiş.
Kim diyor bunu?
CHP’li Muharrem İnce...

Muharrem İnce’ye soruyorum:
BİR: Muharrem Bey, siz NATO’ya karşı mısınız? Partiniz karşı mı? Eğer karşı iseniz neden NATO üslerinde protesto gösterileri yapmıyorsunuz? Partiniz karşıysa neden parti programınızda “İktidara geldiğimizde Türkiye NATO’dan çıkarılacaktır” yazmamaktadır?
İKİ: Muharrem Bey, Türk ordusu irticayla mücadele ederken, söz konusu paşalar “NATO paşası” değil miydi? “İrticayla mücadele” adı altında halkına kök söktüren paşa, NATO paşası” olmaktan çıkıp “hakiki paşa” mı oluyor? Eğer olmuyorsa o dönemin egemen generallerine neden “NATO paşası” demek aklınızın ucundan bile geçmiyordu? Yoksa siz işinize gelmeyen paşaya mı “NATO paşası” diyorsunuz?
ÜÇ: Muharrem Bey, sivil hükümetin denetiminde olan generaller “NATO paşası”, sivil hükümete kafa tutmaya meyyal generaller “hakiki paşa” mı oluyor? Eğer böyleyse... Hükümette siz olsanız, generaller de sizin hükümetinizin denetimine girse... Onlara yine “NATO paşası” diyecek misiniz?

Neden kesmedi?

ABD Dışişleri Bakanı, Başbakan Erdoğan’a “Gazze’ye gitme” dedi.
Başbakan Erdoğan’ın cevabı ise şöyle oldu:
Bu açıklama hiç şık olmadı”.

Eğer Başbakan Erdoğan...
Diplomatik nezakete aşırı önem veren biri olsaydı...
Hesapsız çıkışlara pirim vermeseydi...
Ağızların payını verme konusunda iddialı olmasaydı...
Erdoğan’ın “Şık olmadı” cevabı karşısında “İşte verilmesi gereken cevap” denilir ve geçilirdi.

Ama çıta hep yüksekte...
Bu nedenle...
İnsan ister istemez Başbakan Erdoğan’dan, “şık olmadı” gibi “süper diplomatik” bir cevap yerine şöyle okkalı bir, “Nereye gideceğimi sana mı soracağım? Sen kimsin ki bana racon kesiyorsun? Sana ne kardeşim, sana ne” haykırışı bekliyor.

Mekânlar ve karşılıkları

Etiler’de yeni açılan “GQ” adlı gece kulübü, İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’da varlık gösteren gece kulüplerine benziyor.
Karaköy Lokantası’nın yanındaki “Maya” adlı restoran, insana “adeta Londra” dedirtiyor.
Sultanahmet’teki nargile kafeler ile bir zamanların Şam’ındaki nargile kafeler arasındaki derin akrabalık dikkatlerden kaçmıyor.

Anında soğurum

Kendilerini “Ben falancanın eşiyim” diye tanıtan kadınlardan...
En ateşli tartışmalarını “Survivor” üzerinden yapan tiplerden...
Dinliyormuş gibi yapıp da asla dinlemeyenlerden...
Gerekçesiz bunalım takılanlardan...
En alakasız mevzulara bile “İşte bunlar hep seks” diye yaklaşanlardan...
“Herkes” yerine “herkez” yazanlardan...

Gitse bir türlü, gitmese bir türlü

ANITKABİR’e gitse: “Atatürk’e karşı ama yine de gidiyor Ata’nın huzuruna” diyorlar.
Anıtkabir’e gitmese: “Bak işte hastalık falan bahanesiyle yine gitmedi” diyorlar.
Ne yapsa acaba?

Hiç sorulmayan soru: ‘Kandil’ ne olacak?

Anlaşıldı: “Çekilme” gerçekleşecek.
Ama anlaşılmayan bir şey var: “Kandil” ne olacak?

Gerçekten de ne olacak “Kandil”?
Ellerinde silahlarla orada öylece bekleyecekler mi?
Kafaları bozulduğunda ya da işlerin iyi gitmediğini düşündüklerinde yeniden sınırdan geçip eski günlere dönecekler mi?
“Süreç”i elde silah uzaktan denetleyecekler mi?

Hükümete bakıyoruz: Bu konuda tek bir kelime bile etmiyor.
Akil insanlara bakıyoruz: Onlar sadece “Barış gelecek, fıstık gibi olacak” diyorlar.
BDP’ye bakıyoruz: İşin o kısmını biz bilmeyiz, Kandil bilir diyorlar.
Kandil’e bakıyoruz: “Harç bitti yapı paydos” demeyiz diyorlar.

Tamam...
“Barış” gibi bir büyülü hayalin peşinden sonuna kadar koşalım.
“Barış” kelimesini duyunca tüyleri diken diken olanlara karşı duralım.
Pişmiş aşa su katmayalım.
Olmazlananlar kervanına dahil olmayalım.
Ama her şeye rağmen “hakikatleri” konuşmayı da ihmal etmeyelim.
Hakikatleri konuşalım ki...
Bir kez daha boş bir hayale kapılma olmasın.
Yarın işler ters gittiğinde söyleyecek sözümüz olsun.
Bu işin öyle “Oldu da bitti maşallah” denilerek olup biteceği kanaati uyanmasın.
Çözümün önündeki zorluklar, herkes tarafından kavransın, bilinsin.

30 yıllık çatışma sürecinin sonu...

“Çekiliyorlar”, “İşte zafer”, “Buna final denir” çığlıklarıyla, propaganda aygıtlarını çalıştırarak, “Ama Kandil ne olacak” diye soranlara “Sus bakayım, seni gidi barış karşıtı seni” denilerek gelmez.
30 yıllık çatışma sürecinin sonu...
Ancak ve ancak “bu işin aslında hiç de kolay olmadığı” gerçeği vurgulanarak gelir.

Ahmet Hakan/Hürriyet