Eskiden Türkiye'nin insan hakları alanındaki bozuk sicilinin en önemli göstergelerinden biri, gazetecilerin hapse atılmasıydı. Ülkedeki otoriter eğilimleri ve bozuk yargı düzenini kısa yoldan anlatmak için bu uygulamaya atıf yapmak yeterli olurdu. Ancak Haziran ayında yapılacak seçimler için epeyce çekişmeli bir kampanyanın yaşandığı bir dönemde, hükümetin hoşuna gitmeyen kararlar vermiş olan yargıç ve savcılar da bu uygulamadan nasiplerini almaya başladı artık.   

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın gölgesindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, söz konusu yargıçları darbeci bir silahlı örgütün üyesi olmakla suçluyor. Hükümete yakın bazı başka yargıçlar da söz konusu iddialar henüz soruşturulma aşamasında iken bu yargıçları hapse yolluyor.

Geçtiğimiz ay içerisinde, üç yargıç ve dört savcı, suç işlediklerini gösteren deliller bulunduğu için değil, görevlerini ifa ederken verdikleri kararlar nedeniyle tutuklanarak hapse atıldı. Mayıs ayında meslekten ihraç edilen dört diğer savcı ise hapse atılmak için muhtemelen sırada bekliyor. Bütün bu vakaların ortak özelliği, söz konusu yargıç ve savcıların tutuklanmalarına neden olan kararlarının, Erdoğan güdümündeki hükümeti töhmet altında bırakan kanunsuz eylem ve edimlerle doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilgili olması. 

Hükümetle, Gülen hareketi arasındaki ayrışma

Türkiye'deki yorumcular bu tutuklamaları, Erdoğan'ın AKP'si ile onlarla uzun bir süre ittifak yapmış etkili Gülen Hareketi arasındaki ayrışmanın yeni bir safhası olarak görüyorlar. Amerika Birleşik Devletleri'nde ikamet eden din adamı Fethullah Gülen'in liderliğini yaptığı bu hareketin, yargıda, emniyet teşkilatında ve bürokraside çok sayıda takipçisi olduğu iddia ediliyor. İki grup arasında bir süredir içten içe fokurdayan ihtilaf, 2013'ün Aralık ayında Gülen'le bağlantılı savcıların ve polislerin, aralarında o zaman hükümetteki bakanların oğullarının da bulunduğu çok sayıda insanı, büyük boyutlu yolsuzlukların ve rüşvetin varlığına işaret eden delillere dayanarak gözaltına almasıyla patlama noktasına ulaştı. Suçlamalar, Erdoğan'ın kendi ailesine kadar uzandı.

Hükümetin tepkisi sert oldu; açılan soruşturmayı engelledi, emniyet görevlilerini önce görevden aldı, sonra hapse attı ve yargı gücünü sıkıca kendi kontrolu altına almak için, yargıçları ve savcıları kitlesel bir rotasyona tabi kıldı ve kurumsal ve yasal değişiklikler yaptı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, ayrışmadan bu yana, Gülencilerin, tümüyle tasviye edilmedikleri takdirde, kendilerini devirebilecek bir "paralel yapı" oluşturduğu yolunda bir söylem benimsediler ve bu söylemi AKP politikalarının hakim teması haline getirdiler. Bu mesele AKP'nin seçim kampanyasında da önemli bir yer tuttu. Üstelik gösterilen tepki sadece söylem düzeyinde de kalmadı. Geçtiğimiz aylarda, farklı şehirlerdeki yasal vakıf ve derneklere ve iş yerlerine polis baskınları düzenlendi ve çok sayıda insan gözaltına alındı. Anlaşılan o ki hükümet, "Fethullahcı Terör Örgütü" adını verdiği hareketin üyeliği ve darbecilik suçlamasıyla hapse atılma sırasının  artık yargıçlara ve savcılara geldiğine karar vermiş durumda.

Tahliye kararı verdiği için hapsedilen yargıç

32. Asliye Ceza Mahkemesi hakimi Mustafa Başer, Gülenci olduğu iddia edilen bir grup polis sanığın tahliyesine karar verdikten bir kaç gün sonra, 1 Mayıs günü, tutuklanarak hapse atıldı. Ondan bir gün önce de, davayı ona yollayan yargıç kendisini hapiste bulmuştu. Bir tahliye kararının nasıl olup da bu kararı veren yargıcın bizzat kendisinin hapsedilmesiyle sonuçlanabildiğine ilişkin bu gerçeküstü öykü, ayrıntılı bir şekilde anlatılmayı  hak ediyor.

Başer, 25 Nisan günü hapiste tutuklu bulunan 62 emniyet görevlisinin ve Hidayet Karaca isimli bir gazetecinin tahliyesine karar verdi. Söz konusu emniyet görevlileri arasında 2013 Aralık'ında hükümetle ilişkili yolsuzluk ve rüşvet iddalarının ortaya çıkartılmasında kilit rol üstlenmiş ve sonradan hükümeti  devirmeye teşebbüs, devlet güvenliğine ilişkin gizli belgeleri ele geçirmek ve dağıtmak, evrakta sahtecilik, kanunsuz dinleme ve terörizm gibi çeşitli suçlamalarla tutuklanmış olanlar da vardı. Gülen yanlısı Samanyolu Televizyon grubunun başkanı olan Karaca, terörist bir örgütün lideri olmak gibi, inanması oldukça güç suçlamarla, 2014 Aralık'ından bu yana hapiste tutuluyordu.

Hakim Mustafa Başer mahkemede, sanık avukatlarının tahliye taleplerinin, bu taleplerin sulh ceza hakimlikleri tarafından on kez gerekçe sunulmaksızın reddettilmiş olması nedeniyle kabul ettiğini söyledi. Avukatlar üst üste gelen red kararları üzerine İstanbul 29. Asliye Ceza mahkemesine başvurarak redd-i hakim talebinde bulunmuş, Hakim Metin Özçelik de onların bu başvurularını, yargıçların tarafsız hareket etmedikleri gerekçesiyle kabul ederek, davayı 32.  Asliye Ceza Mahkemesine göndermiş ve bu mahkemede Hakim Mustafa Başer tüm sanıkların tahliyesine karar vermişti.

Türkiye'de yargıç atamalarından ve disiplin önlemlerinden sorumlu en üst kurum olan, hükümetin kontrolundaki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) duruma bir kaç saat içerisinde müdahale ederek, söz konusu yargıçların yetki aşımında bulunduklarını iddia etti. HSYK'nın iddiasına göre bu hakimler ayrı bir asliye ceza sisteminde görevliydiler ve ceza soruşturması aşamasında tutuklama ve tahliye kararları vermekle görevli sulh ceza hakimliklerinin kararlarını bozma yetkileri yoktu. Başer'in 25 Nisan'da verdiği tahliye kararının uygulanması engellendi. İnsanlar demir parmaklıklar arkasında tutulmaya devam ettiler.

Başer tahliye kararını verdikten hemen bir gün sonra, Başbakan Ahmet Davutoğlu yaptığı bir konuşmada her iki yargıcın da hükümete karşı komplo kuran Gülenci "paralel yapı"nın  parçası olduklarını söyleyerek onları kamuoyu önünde mahkum etti. Hükümet kanadından kamuoyuna yapılan diğer açıklamalar ve atılan tweetler, yargıçlara karşı yürütülen kampanyaya hükümetin önayak olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Tüm bu yaşananların en olağanüstü ve kaygı verici tarafı ise yargıçların yetki aşımında bulunduklarına ilişkin suçlamaların hızla hükümete karşı komplo suçlamalarıyla yürütülen bir ceza soruşturmasına dönüşmüş olmasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın HSYK'yı yavaş davranmakla suçlamasının hemen ardından bu kurum bir günlük gecikmesi nedeniyle özür dileyerek 27 Nisan tarihinde Başer ve Özçelik'i üç aylığına görevden aldığını açıkladı ve tutuklanmaları tavsiyesinde bulundu. O haftanın sonunda da İstanbul'daki bir ceza mahkemesi her iki yargıcı da hapse yolladı.

Söz konusu yargıçların verdikleri kararlardaki teknik usulsüzlüklerden veya yetki aşımlarından artık bahsedilmez oldu. İstanbul Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başer'in ve Özçelik'in Amerika'da yaşayan Gülen'den hapisteki emniyet görevlilerini ve Karaca'yı tahliye etmek için talimat aldıklarını, bu talimat doğrultusunda hareket ettiklerini ve Gülen'in gizli mesajlarının etkisi altında davrandıklarını ileri sürerek tutuklanmalarına karar verdi. Mahkeme, "haklarında soruşturma yürütülen şüpheliler ile aynı irade birliği içerisinde hareket ettiğine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösterir somut deliller olması”na dayanarak, Başer hakkında, hükümeti devirmeye teşebbüs, hükümetin görevini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs ve silahlı bir örgütün üyesi olma suçlarından soruşturma yürütüldüğünü belirtti. Başka bir deyişle, Başer, emniyet görevlilerinin ve Karaca'nın üye olduklarından şüphe edilen bir örgütün - hem de silahlı bir terör örgütünün - üyesiydi. Oysa henüz ne söz konusu polis görevlileri, ne de Karaca hakkında, bu suçlamayla açılmış bir dava yoktu.   

Görevden ihraç edilen ve hapse atılan savcılar

Başer'in, Özçelik'le birlikte hapse atılmasından oniki gün sonra Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Aralık 2013’te hükümetle ilişkili yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını yürüten dört savcı ve bir hakimin meslekten ihraç edildiğini duyurdu ki hapisteki polisler de bu soruşturmada görev almışlardı. Söz konusu savcıların bu kararı temyiz etmeleri mümkün, ancak haklarında görevi suistimal ve ihmal suçlarıyla açılmış bir savcılık soruşturması daha var ve bu dört savcının da pek yakında Başer ve Özçelik'e yöneltilenlere benzer suçlamalarla kendilerini hapiste bulmaları ihtimal dahilinde.

Bir hafta sonra, Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulu bu kez de Adana'da görev yapan dört savcının tutuklanması tavsiyesinde bulundu. Tarsus Ağır Ceza Mahkemesi, Başer ve Özçelik gibi, bu dört savcının da hükümeti devirmek amacıyla planlanan Gülenci komploya dahil olmak, ayrıca devlet güvenliğini ilgilendiren bilgileri ele geçirmek ve açıklamak suçlamalarıyla haklarında yürütülen soruşturma sürerken tutuklanarak hapse atılmasına karar verdi. 

Adana Cumhuriyet Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık, yardımcısı Ahmet Karaca ve onlarla birlikte çalışan savcılar Özcan Şişman ve Aziz Takcı hakkındaki bu dava, tümüyle farklı bir konuda olup söz konusu savcıların 01 Ocak ve 19 Ocak 2014 tarihlerinde aldıkları, Suriye sınırına doğru giden iki TIR’da silah taşındığına ilişkin ihbarları takip etme kararlarıyla ilgilidir.

Adalet bakanlığından gelen ve söz konusu tırları arama yetkilerinin olmadığını, o tırlarda Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından yürütülen bir operasyonda Suriye'ye yollanan insani yardım malzemelerinin bulunduğunu belirten telefonlara rağmen, Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca bir suç işlenebileceğine ilişkin aldıkları her ihbarı soruşturmakla görevli olan savcılar, iki defa o TIR’ları aramaya teşebbüs ettiler.

Hükümet insani yardım iddiasında ısrar etti, ama savcılar 19 Ocak'ta yaptıkları aramada TIR’larda silah taşındığını gördüklerini bir tutanakla kayda geçirdiler. Hükümet Suriye'deki isyancı güçlere silah temin etmek için meclisten yetki almamıştı. Tüm bu yaşananlar Türkiye'nin Suriye'de yaşanan çatışmaların bataklığına ne derece gömülmüş olduğunu ve Türkiye hükümetinin istihbarat operasyonlarının yargı tarafından denetlenmesini engelleme çabasını gözler önüne serdi.

Yargı erkinin hükümet tarafından kontrol edilmesi

Bu vakalar, hükümetin 7 Haziran genel seçimlerinde kendisine siyaseten zarar verecek konulara dokunduklarında, yargıçları ve hakimleri bile hapse atmaktan çekinmeyeceğini gösteriyor.

Belli ki hükümet 2013 Aralığındaki yolsuzluk iddialarını araştıran emniyet görevlilerinin tahliye edilmesini ve onların aynı iddiaları televizyon kameraları önünde bir kez daha dile getirmelerini istemiyor. Hükümet ayrıca, meclisten alınmış bir yetki olmamasına rağmen, Suriye'ye yapılmış olması muhtemel silah sevkiyatını da tartışmak istemiyor ki, bu silahların aşırı radikal gruplara yollandığını iddia eden yorumcular da var.

Hükümet ile Gülen hareketi arasında bir güç mücadelesinin yaşandığı kuşkusuz olmakla birlikte, bu mücadele Türkiye'de hukukun üstünlüğü konusunda son derece önemli bazı sorunların varlığına işaret ediyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye'nin yüksek düzeyde siyasallaşmış yargı sisteminin yol açtığı çok çeşitli insan hakları ihlallerini uzun yıllardan beri belgelendiriyor. Hükümet karşıtları hakkında suç işlediklerine dair somut deliller olmamasına rağmen açılan ve çoğu zaman kitlesel tutuklamalarla birlikte gelen uyduruk davalar; terörizm ve devlete karşı işlendiği iddia edilen başka suçlamaların keyfi ve çoğu zaman kitlesel olarak kullanılması; tutukluluk sürelerinin mahkemeler tarafından bizzat yöneltilen suçlamaların ağırlığı gerekçe gösterilerek uzatılması bu tür ihlaller arasında ilk akla gelenler.  Gülen hareketi ile yapılan güç mücadelesinde taraf tutmaksızın, hükümetin farklı bir siyasal görüş benimsediğinden kuşkulandığı kişilere karşı bir intikam politikası yürütüyor olması çok endişe verici.

Sadece haklarında dava açılmış insanların sayısı nedeniyle bile böylesi siyasal davalara verilebilecek en bariz örnek, Kürt politik aktivistler hakkında terörle mücadele kanunu kapsamında silahlı bir örgüt (KCK/PKK) üyesi olmak  suçlamasıyla açılan davalar. Çok sayıda Kürt öğrenci ve aktivist, şiddet içermeyen bir politik örgütlenmeden daha fazlasına işaret etmeyen eylemleri nedeniyle, adaletsiz bir yargılanma süreci sonunda aldıkları uzun mahkumiyet kararlarına istinaden halen hapiste yatıyorlar. 

Diğer siyasal davalar arasında Oda TV, Ergenekon ve Balyoz gibi meşhur kitlesel darbe teşebbüsü davaları da sayılabilir. Buradaki ironi, bu davaların bir çoğunun, bugün hükümetin Gülenci terörist örgüte üye oldukları iddiasıyla hedefe oturttuğu savcılar ve hakimler tarafından yürütülmüş olması.

Türkiye'nin itibarını artık tümüyle yitirmiş yargı sisteminde bir reform yapmaya muhtaç olduğu açık, bu konuda kimse kendisini kandırmamalı. Bu sistemin hükümet ve Erdoğan tarafından, kendi siyasal hesaplarını görmek amacıyla ele geçirilmiş olması, sadece ülkeye daha fazla zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye'de hukukun üstünlüğünü de temelden sarsıyor. Oysa iki üst düzey AKP'linin, Başbakan Yardımcıları Ali Babacan ve Bülent Arınç'ın da defalarca vurguladığı gibi, Türkiye'nin geleceğine ve refahına giden yol, hukukun üstünlüğü ilkesinin yaşama geçmesinden geçiyor.

Hükümetin suistimallerini soruşturan yargıçların ve savcıların, siyasal liderler tarafından hiç çekinmeden hapse atılabildiği bir Türkiye'yi bekleyen gelecek neye benzer?  Seçimlerden sonra kurulacak yeni hükümetin bu soruyu ciddiyetle ele alması gerekiyor. Eğer yargı, hükümetin ve Erdoğan'ın başkanlığının bir uzvu haline getirilirse, politik güç üzerindeki en önemli denetim mekanizması ve onunla birlikte de halkın adalete erişim hakkı yok olur. Bu da Türkiye'nin bir demokrasi olma iddiasından tümüyle vazgeçtiği anlamına gelir.

Emma Sinclair-Webb, İnsan Hakları İzleme Örgütü Kıdemli Türkiye Raportörü (Human Rights Watch senior Turkey researcher)

*Makalenin orijinal versiyonu Open Democracy websitesinde yayınlanmıştir.


T24